Radikal yazarı geri çevrildi
Abone olRadikal'in bir yazarı İstanbul Bienal'ine Sarı Basın Kartı'nı gösterdiği halde içeri alınmadı. Peki kimdi bu yazar, yazarımız geri çevrilince ne yaptı?
Güvenlik görevlilerini geçemeyen yazar, Kültür haberlerini renkli bir üslupla aktaran Kemal Yılmaz. Nasıl kurtulmuş bu engelden, kendisi ...
Yazı: Kemal Yılmaz
Kaynak:
Hafta sonu bütün kent bienal soludu. Her yerde bir sergi açılışı, her yerde bir parti. İki arkadaşımı göreyim diye gittiğim Cezayir'de bir de baktım 25 çeşit pilav dizilmiş."Ne o pilav haftası mı?" dedim, "Hayır, komşu dükkân Galeri Apel'le birlikte yapılan bir performans bu" dediler. Ben de biraz hamsili pilav yiyip oradan kaçtım; güzeldi valla, sanatçının eline sağlık.
Ertesi gün Antrepo'nun bahçesindeki Bienal açılışına gittim. Şu kesin ki bunca yıllık bohem yaşantımda ne caz, ne müzik, ne de bir başka bienal açılışında böyle bir kalabalık gördüm...
Binlerce, binlerce kişi Antrepo'yu ve önündeki alanı hıncahınç doldurmuştu. Ama İKSV'yi takdir ettim, herkese yetecek kadar Tekel Birası ve suböreği tedarik etmişler. Hemen mutfak çıkışına konuşlanan bazı kültür sanat gazetecileri ve küratörler kadar olmasa da herkes açlığını bastırdı. Birden içimdeki muhasebeci harekete geçti ve ben açılışın suböreği maliyetini hesaplamak için dayanılmaz bir arzu duymaya başladım. Garsonlardan birini kenara çektim ve şu dökümü çıkardım:
100 tepsi suböreği varmış ve hepsi bitmiş. Tamamı 4 bin 500 porsiyonmuş. Her porsiyonda altı dilim varmış. Yani açılışta 27 bin dilim börek yenmiş.
Elimdeki Tekel Birası'nın köpürüp taşmamasına özen göstererek kendimi kalabalık arasına bıraktım. Yaş ortalaması 30, dil ortalaması İngilizceydi. 'Olm, kızlar güzel içki filan da sınırsız' diye telefonla katılımcı sayısını artırmaya çalışan gençlerin arasından sıyrılıp mekâna daldım. Açılış konuşmaları ile plaketlerin uç uca eklenip Guiness Rekorlar Kitabı'na aday gösterilebileceği bu törenin esas kahramanları korkunç sıcağa, akan makyaja, terden ıslanan gömleğe aldırmadan sandalyesinde oturmayı sürdüren izleyicilerdi. Meğer meteoroloji yağmur yağacak deyince İKSV yönetimi töreni içeri almış. Böylece kurum yöneticileri dinleyicilerini ateşlerle imtihan edip sadakatlerini de sınamış oldu.
Ardından kitleden küçük kopmalar gerçekleşti.
Önce 'seçkin bir grup' Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki davete gitti, hem de özel deniz motorlarıyla; davet edilmeyenler kıskançlıktan çatladı! Ama hiç değilse herkes Buzada'daki partiye davetliydi. Ben, 'Buradaki kitlenin dörtte biri bile partiye giderse o ada batar' diye söylenen Haşmet Topaloğlu'nun sözünü dinleyip evime döndüm. Duydum ki eğlence pek parlakmış, tıpkı bir sonraki gün Balans'ta gerçekleşen 'The Smiths' partisi gibi. Bir de cumartesi gecesi İstanbul Modern'de uluslararası konuklara ve Türkiye'den 'VIP' davetlilere verilen yemek var ki onu bu eğlence zincirinin dışında tutmak gerek... Sonuçta İstanbul Bienali'nin başarısının ardında Türk misafirperverliğinin de bir rolü olduğuna inanıyorum, kim ne derse desin!
Açılış gecesinin çılgınlığına kendimi kaptırmadığım için ertesi gün çıktım sergi gezmeye. İlk durağım Platform Galeri oldu. Kapıdaki görevliye, gazeteden bin bir niyaz ile edindiğim serbest giriş kartını gösterdim. Dünyanın tüm müzelerinde geçerli olan Sarı Basın Kartı'nı bile kabul etmeyen İstanbul Bienali'nin giriş kontrolörü şöyle bir karta, bir tipime baktı ve bana "Bu kart sadece cuma günü için geçerliydi, gidip bilet alın" deyiverdi. Tabii kapıdaki görevliye değil, bana bu kartı verenlere güvendiğim için arkamı döndüm ve hışımla mekânı terkettim. Onca insanın önünde refüze edilmenin öfkesiyle haddimi aşıp, sanki Tuğrul Eryılmaz'mışım gibi, karşıma çıkan ilk İKSV yetkilisine söylenmeye başladım: "Bol bol parti düzenlemekle modern olacağınızı mı sanıyorsunuz, siz önce kapıya koyduğunuz adamları eğitin..." Sessizce dinlediler, kibarca özür dilediler ve kapıdaki görevlileri değiştirdiler! Kendilerine buradan teşekkür ederim.
Yazı: Kemal Yılmaz
Kaynak:
Hafta sonu bütün kent bienal soludu. Her yerde bir sergi açılışı, her yerde bir parti. İki arkadaşımı göreyim diye gittiğim Cezayir'de bir de baktım 25 çeşit pilav dizilmiş."Ne o pilav haftası mı?" dedim, "Hayır, komşu dükkân Galeri Apel'le birlikte yapılan bir performans bu" dediler. Ben de biraz hamsili pilav yiyip oradan kaçtım; güzeldi valla, sanatçının eline sağlık.
Ertesi gün Antrepo'nun bahçesindeki Bienal açılışına gittim. Şu kesin ki bunca yıllık bohem yaşantımda ne caz, ne müzik, ne de bir başka bienal açılışında böyle bir kalabalık gördüm...
Binlerce, binlerce kişi Antrepo'yu ve önündeki alanı hıncahınç doldurmuştu. Ama İKSV'yi takdir ettim, herkese yetecek kadar Tekel Birası ve suböreği tedarik etmişler. Hemen mutfak çıkışına konuşlanan bazı kültür sanat gazetecileri ve küratörler kadar olmasa da herkes açlığını bastırdı. Birden içimdeki muhasebeci harekete geçti ve ben açılışın suböreği maliyetini hesaplamak için dayanılmaz bir arzu duymaya başladım. Garsonlardan birini kenara çektim ve şu dökümü çıkardım:
100 tepsi suböreği varmış ve hepsi bitmiş. Tamamı 4 bin 500 porsiyonmuş. Her porsiyonda altı dilim varmış. Yani açılışta 27 bin dilim börek yenmiş.
Elimdeki Tekel Birası'nın köpürüp taşmamasına özen göstererek kendimi kalabalık arasına bıraktım. Yaş ortalaması 30, dil ortalaması İngilizceydi. 'Olm, kızlar güzel içki filan da sınırsız' diye telefonla katılımcı sayısını artırmaya çalışan gençlerin arasından sıyrılıp mekâna daldım. Açılış konuşmaları ile plaketlerin uç uca eklenip Guiness Rekorlar Kitabı'na aday gösterilebileceği bu törenin esas kahramanları korkunç sıcağa, akan makyaja, terden ıslanan gömleğe aldırmadan sandalyesinde oturmayı sürdüren izleyicilerdi. Meğer meteoroloji yağmur yağacak deyince İKSV yönetimi töreni içeri almış. Böylece kurum yöneticileri dinleyicilerini ateşlerle imtihan edip sadakatlerini de sınamış oldu.
Ardından kitleden küçük kopmalar gerçekleşti.
Önce 'seçkin bir grup' Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki davete gitti, hem de özel deniz motorlarıyla; davet edilmeyenler kıskançlıktan çatladı! Ama hiç değilse herkes Buzada'daki partiye davetliydi. Ben, 'Buradaki kitlenin dörtte biri bile partiye giderse o ada batar' diye söylenen Haşmet Topaloğlu'nun sözünü dinleyip evime döndüm. Duydum ki eğlence pek parlakmış, tıpkı bir sonraki gün Balans'ta gerçekleşen 'The Smiths' partisi gibi. Bir de cumartesi gecesi İstanbul Modern'de uluslararası konuklara ve Türkiye'den 'VIP' davetlilere verilen yemek var ki onu bu eğlence zincirinin dışında tutmak gerek... Sonuçta İstanbul Bienali'nin başarısının ardında Türk misafirperverliğinin de bir rolü olduğuna inanıyorum, kim ne derse desin!
Açılış gecesinin çılgınlığına kendimi kaptırmadığım için ertesi gün çıktım sergi gezmeye. İlk durağım Platform Galeri oldu. Kapıdaki görevliye, gazeteden bin bir niyaz ile edindiğim serbest giriş kartını gösterdim. Dünyanın tüm müzelerinde geçerli olan Sarı Basın Kartı'nı bile kabul etmeyen İstanbul Bienali'nin giriş kontrolörü şöyle bir karta, bir tipime baktı ve bana "Bu kart sadece cuma günü için geçerliydi, gidip bilet alın" deyiverdi. Tabii kapıdaki görevliye değil, bana bu kartı verenlere güvendiğim için arkamı döndüm ve hışımla mekânı terkettim. Onca insanın önünde refüze edilmenin öfkesiyle haddimi aşıp, sanki Tuğrul Eryılmaz'mışım gibi, karşıma çıkan ilk İKSV yetkilisine söylenmeye başladım: "Bol bol parti düzenlemekle modern olacağınızı mı sanıyorsunuz, siz önce kapıya koyduğunuz adamları eğitin..." Sessizce dinlediler, kibarca özür dilediler ve kapıdaki görevlileri değiştirdiler! Kendilerine buradan teşekkür ederim.