PKKyı hep beraber silahsızlandıralım!
Abone olDiyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'den Başbakan Erdoğan'a sil-baştan çağrı geldi...
Milliyet'ten Devrim Sevimay'a konuşan Osman Baydemir, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan'a net mesaj yolladı: Gelin PKK'yı hep beraber
silahsızlandıralım.
Baydemir'in Sevimay'a söyledikleri ..
*Bu sürecin hiç olmadıysa herhalde azımsanmayacak bir katkısı oldu;
o da artık Kürt meselesini daha rahat konuşuyoruz. Dolayısıyla
lütfen biz de şimdi burada mümkün olduğu kadar rahat konuşalım.
(Bu giriş cümlesini Osman Baydemir tebessümle dinliyor.)
* Açılımın ilan edildiği 29 Temmuz tarihinden bu yana sizden üç
ayrı kez söyleşi talebinde bulunduk, hepsini reddettiniz. Biliyoruz
ki aynı durum diğer gazeteci meslektaşlarımız için de geçerli; çok
uzun bir süredir açılıma ilişkin hiçbir mülâkat talebini kabul
etmiyorsunuz. Fakat ne olduysa bu hafta siz bize “Peki, şimdi
konuşalım” dediniz. Doğrusu buraya gelirken öncelikle merak
ettiğimiz de bu oldu:
Konuşmayı niye şimdi kabul ettiniz?
Açıkçası en nihayetinde ben bir belediye başkanıyım ve tabi olduğum
bir siyasi parti var. Siyaseti, siyaset söylemimizi çok büyük
oranda parlamenterlerimiz ve partimizin yetkili kurulları yapmakta.
Dolayısıyla hakikaten çok uzun bir müddettir şahsıma gelen röportaj
taleplerini nazik bir dille partimize ve milletvekillerimize
yönlendirdim. Uzun bir süredir bu manada konuşmadım. Şimdiki bu
kabulüm de açıkçası partimizin bilgisi dışındadır. Ancak ben
siyaset ahlakı gereği, insan vicdanı gereği, belki de son bir kez
konuşma gereği duyuyor, vicdanımın sesini başta Türk halkı olmak
üzere tüm Türkiye halklarıyla paylaşmak istiyorum.
Şu anda Türkiye’nin Doğu yakasındaki Kürt yurttaşlarımız açısından,
sivil toplum yaşamı açısından ve legal siyaset açısından bıçak
kemiğe dayanmıştır. Çok sıkıntılı bir sürece doğru hızla
ilerliyoruz. Ben bu manada gelecekten kaygı duyuyorum.
Sizinle de bu görüşmeyi belki bu çığlığı birileri duyar, belki
birileri “Ya, acaba nerede hata yapıyoruz?” der ve belki de “Başka
bir çıkış yolu yok mu?” sorusunun sorulmasına az da olsa bir vesile
olabilir miyim duygusuyla yapıyorum.
Müsaadenizle en son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim:
Sivil demokratik siyaset artık çıkmaz sokağa girmeyi reddetmelidir.
30 yıldır biz bunun çözüm olmadığını hep beraber gördük. Varsayalım
ki bu çatışma, bu çıkmaz sokak 30 yıl daha sürsün; sonunda yine bu
sorunun diyalogla, istişareyle, uzlaşıyla çözülmek dışında başka
yolu var mı?
‘Tek seçenek barıştır’
Ben tek seçeneğimizin şu anda hızla ilerlemiş olduğumuz çıkmaz
sokak olmadığına inanıyorum. Bence tek seçenek sadece ve sadece
barıştır, çatışmasızlıktır, silahsızlanmadır, diyalogdur ve
istişaredir. Tek çıkış yolu budur.
Dolayısıyla bunun dışında bana göre uzatmaları oynamayı göze
almamak gerekiyor. Bunu bütün taraflar için söylüyorum. Uzatmaları
oynamaktan vazgeçmeliyiz.
Çünkü uzatmaları oynamak çok riskli hale gelmiştir. Kaygım ve
endişem şu ki duygusal kopuş tehlikesi yaşıyoruz. Ben halkın
içerisindeyim, yurttaşın içerisindeyim ve ne olduğunu çok net
görüyorum. İnsanların duygusunda maalesef kopma yaşanıyor şu
anda.
Türkiye’nin Batı yakasındaki yurttaşımızın sevinci ve tasası ile
Türkiye’nin Doğu yakasındaki yurttaşımızın sevinci ve tasası
arasında giderek makas açılıyor.
Siz galiba “Bu gidişat durdurulsun yoksa sokak olayları
başlar” demiyorsunuz; başka bir şey söylüyorsunuz...
Kesinlikle bambaşka bir şey söylüyorum. Tamamen
yurttaşlıkla ilgili bir şey söylüyorum. Kürt sorununa dair
politikalar geliştirirken hükümet ve devlet cephelerinde hep şunun
arkasına sığınılır; “Ben ülkeyi bölmekten kurtarıyorum. Ülkenin
bölünmemesi için çaba sarf ediyorum. Bu benim en meşru hakkımdır”
denir. Ben de diyorum ki, bu yöntem bu şekilde devam ederse tamam
ülkeyi coğrafik olarak bölmezsiniz, ama yurttaşları bölersiniz.
Çünkü şu anda yurttaşların duygularını bölüyorsunuz.
Ne yaparak bölünüyor sizce?
Bakın belediye başkanlarına kelepçe vurup adliyenin önüne çıkarmak
ve seçimden dokuz ay sonra, yüzde 60-70 oyla seçilmiş olan
insanlara bu muameleyi yapmak, buradaki insanlar tarafından “Ben
legal demokratik sahada sana yaşam hakkı vermiyorum” diye okunuyor.
Bu çok büyük bir duygusal kopuştur ve beni çok
endişelendiriyor.
‘Batı yakasında ciddi bir öfke var’
Ama aslında Türkiye’nin geneli de sevmedi o kelepçe
fotoğrafını ve İçişleri Bakanlığı bir soruşturma başlattı. Bu
yeterli değil mi?
Bakın Batı için olay orada bitebilir, ancak burada durum farklı. O
fotoğraf bu bölgede billboardlara taşındı. Hafızalara kaydedildi.
Ev sohbetlerine, kahvehane sohbetlerine, genç, hatta çocuk
sohbetlerine girdi. Şu an burada herkes hâlâ o fotoğrafı konuşuyor.
O fotoğraf, özellikle bu bölge insanı için hazmedilebilir bir boyut
değil.
Çıkmaz sokağa doğru ilerliyoruz dememin en önemli sebebi de budur:
Bir 30 yıl daha ne Türkün ne de Kürdün bu gerginliği, bu çatışmayı
kaldırabilecek ekonomik, sosyal, kültürel ve en önemlisi psikolojik
sermayesi kalmamıştır. Hakikaten kalmamıştır. Bundan
korkuyorum.
30 yıl boyunca bütün taraflar açısından çatışma sonuçta kontrol
dahilinde götürüldü, ama şimdi ben kontrol dışına çıkma riskinden
bahsediyorum.
38 yaşındayım. Yaşamımın çok önemli bir kısmı bölgede geçti.
Türkiye’nin neredeyse gitmediğim ili yok. Kabul etmemiz lazım ki,
Türkiye’nin Batı yakasında ciddi bir öfke var. Ve Türkiye’nin Batı
yakasındaki öfke artık bir “örgüte” olan öfkeden çıkmıştır, bir
halka öfke duyulmaktadır.
‘Her iki halk da yaralanır’
Bu dediğiniz çok önemli...
Evet, çünkü Türkiye’nin Doğu yakasındaki öfke de neredeyse 2000
yılına kadar sadece devlete ya da kimi kurumlarınaydı. Şimdi o da
totalleşmeye doğru gidiyor. Bu büyük tehlikedir.
Gerçi belki birileri çözümü her iki halkta oluşan bu öfke ve
duygusal kopuşta görüyor olabilir, ama ben bu sürecin her iki halkı
da çok yaralayacağından endişe duyuyorum. Olayın sokak boyutuna
baktığım anda ürküyorum bundan. İstanbul’da 3 milyon Kürt yaşıyor;
İzmir’de, Bursa’da, Mersin’de...
Bana bir şey olmaz, ben açık söylüyorum. Ben cezaevine gider
yatarım veya bir serseri kurşun da gelir beni bulur, sorun değil
benim açımdan. Ama kitlelerin duygusunu bir noktadan sonra hiçbir
siyasal otorite kontrol edemez.
İzmir’de, İstanbul’da bir şey yaşanırsa bu mesela Hakkâri’deki,
Diyarbakır’daki okullara da sirayet eder. 15-20 yıldır bu ülkenin
yaşamadığı bir talihsizliği -bunu açık söylüyorum- “Yine yaşamayız”
garantisini kimse bu aşamada çıkıp bize veremez.
Siz ne öneriyorsunuz?
Ben öncelikle bu kaygımı, endişemi akıl ve karar vericilerle bir
çığlık olarak paylaşma gereği duyuyorum. Bu yol hakikaten yol
değil. Gelin 2010 yılının daha ilk haftalarındayız. Bu hakikaten
yeni bir yıl olsun.
Özellikle de Sayın Başbakan’a çağrımdır; lütfen, ama lütfen tam da
dediğiniz gibi 2010 yılının başında gelin beraber, bu kez gerçekten
beraber, sil baştan yapalım. Süreci bu sefer sil baştan yeniden ve
birlikte başlatalım.
Çünkü şu ana kadar yaptıklarınız buranın algısını, duygusunu yanına
almadı, burayı dışladı. Oysa burayı sürece katmazsanız olmaz,
katmak durumundayız. Hakikaten katmak durumundayız ve inanın
buradan çıkış var, başka bir yol var. Mecbur değiliz 30 yıldır
yaşadıklarımızı bir 30 yıl daha yaşamaya...
Bu çağrınızın veya bu söyleşinin sonunda şöyle bir soru
ortaya çıkabilir; Osman Baydemir genel başkanlığı mı düşünüyor; var
mı böyle bir durum?
Kesinlikle, ama kesinlikle benim gündemimde böyle bir
şey asla yok ve hiç kimsenin şüphesi olmasın ki partimizin
gündeminde de böyle bir şey yok. Bu tamamen vicdani, siyasi ve
ahlaki sorumluluğumun gereği olarak, bir çığlık ve bir insani duruş
olarak yapılmış bir çağrıdır. Sözlerimden doğabilecek olası tüm
sıkıntıların veya sözlerimde bulunabilecek tüm negatif yönlerin tek
muhatabı da benimdir, söylediğim hiçbir sözden içerisinde yer
aldığım siyaset sorumlu değildir.
Peki acaba en son adıyla Barış ve Demokrasi Partisi’nden
(BDP) bir gün daha liberal bir hareket çıkma olasılığı var
mıdır?
“Liberal çıkması gerekir mi, gerekmez mi?”den bağımsız olarak
söylüyorum: Türkiye’de şiddetle sivil siyasete ihtiyaç var ve buna
elbette Kürtlerin de ihtiyacı var. Kürt legal siyasal partisinin de
özgürce legal siyaset yapmaya ihtiyacı var.
Ancak açık söylüyorum, dünyanın neresinde olursa olsun silahların
konuştuğu bir yerde, aynı zeminden beslenen ve aynı tabana hitap
eden biri silahlı, biri sivil iki tüzel kişiliğin tamamen bağımsız
olma şansı yoktur. Bunu görmemiz ve kabul etmemiz lazım. Bunun
psikolojik etkileri var, sosyolojik etkileri var. Dolayısıyla biz
gerçekten sivil ve demokratik bir siyaset arzuluyorsak yapmamız
gereken ilk şey önce çatışmasızlığı sağlamaktır.
Mesele nereden başlanacağı
İkincisi de seçim barajını indirmek olabilir mi?
Şüphesiz ki barajı indirmek ve şüphesiz ki giderek silahsızlanma
konusunda birbirini ikna etmektir. Bakın şu anki sohbetimizde çok
tehlikeli bir konuya, bir mayın tarlasına doğru gidiyoruz, ama
devam edelim: Evet, sevseniz de sevmesiniz de, kabul etseniz de
etmeseniz de, Kürt sorununun tarafları açısından Öcalan bir
aktördür. Şimdi bunu reddederseniz çözüme kolay ulaşma şansınız
yok. PKK bir aktördür, BDP bir aktördür, Kürt aydınları camiası bir
aktördür. Mesele ise nereden başlanacağı meselesidir. Ana aktör
AKP, görünen diğer aktör de BDP olduğuna göre bu görünen aktörler
görünmeyen aktörlerle direkt veya dolaylı görüşmek
durumundadır.
Ama DTP, yani BDP siyasi muhatap olma konusunda topu defalarca taca
atmadı mı? BDP’yi de bu açıdan eleştirmek gerekmiyor mu?
Şüphesiz ki benim eleştirmeme gerek yok. Bu benim eleştirimle de
olacak bir mevzu değil. Ancak tabii kesinlikle legal demokratik
siyasette BDP’nin de ya da AKP’nin de bir yerde “enel hak” demesi
lazım. Yani tıpkı tasavvufta olduğu gibi “O benim”, “Ben bunun
sahibiyim”, “Adres benim” demesi lazım. Ama niçin demiyor,
diyemiyor BDP, onun sosyolojik ve psikolojik zeminini paylaştım
sizinle. O zemini görmeden bütün devlet, AKP ve hatta aydınların
bir kısmı BDP’ye hep şunu söylediler: Öcalan’ı reddedin, PKK’yı
reddedin, siz ortaya çıkın. Bu gerçekçi değil, açık söylüyorum
gerçekçi değil.
BDP’yi adres görmek lazım
Nerede orta yol bulunabilir sizce?
Bence BDP’ye şu mesaj verilebilir, “Tamam Öcalan bir aktördür,
tamam PKK bir aktördür, ama bu iş ancak sizin üzerinizden
yürüyebilir. Türk halkı ancak sizin muhataplığınızla bunu
çözebilir.”
Ama bunu söylerken de “Kendi içinde şahin-güvercin diye kavga et,
kendi içinde isyan et, kendi içinde çatış” dememesi gerekir. BDP’ye
ancak böyle bir güç, böyle bir cesaret verilebilir. Bunun için ise
ne yapmak lazım? Hükümetin ve diğerlerinin BDP’yi adres olarak
görmesi lazım.
Mesela Başbakan geçen ağustosta DTP’yle görüştü, bu sizce
bir adım değil miydi?
Kesinlikle hükümetin DTP’yle yapmış olduğu o görüşme nezaketen bir
görüşmenin ötesine gitmemiştir. Sorunu çözmede bir partner, bir
arayış, bir müzakere görüşmesi olmamıştır. Hani demin BDP, DTP Kürt
sorununda enel hak diyebilmeli dedim, ama aynı zamanda hükümet de
enel hak diyebilmeli. Hükümet ise sadece “enel devlet” diyor, hakkı
hukuku bırakmış, varsa yoksa ben devlet olacağım, devlet kuracağım
diyor.
Demin havaalanından gelirken taksi şoförü “Dizimizden
kırıldık, bütün ümidimizi kaybettik” dedi, ama daha bir buçuk ay
öncesine kadar bu şehir bu süreçten ümitli değil
miydi?
Kesinlikle ve ben Diyarbakır’ın halen de tamamen umudunu
yitirdiğini düşünmüyorum. Zaten umutsuzluk, karamsarlık
Diyarbakır’a yakışmaz, ben bunu da aşacağımıza inanıyorum. Ancak
Diyarbakır bunu hak etmediğini düşünüyor. Hakikaten biz de bunu hak
etmedik. Halk seni seçiyor yüzde 60’la, belediye başkanlığı
koltuğuna oturtuyor ve bir operasyon düzenleniyor, alıp cezaevine
koyuyor. Yani bu kadar basit mi, halkın iradesinin çiğnenmesi, bu
kadar basit mi?
Son ana kadar ümidimi korudum
Biz sizinle arada ne zaman konuşsak aslında sizden de
sürece ilişkin hep umutlu ifadeler duyuyorduk...
Benim Ak Parti’ye ilişkin ilk umudum Şemdinli
davasıyla başladı. Ancak sonra hemen geri adım atıldı. Özellikle
2006’daki Mart olaylarından itibaren bende ciddi bir şüphe doğdu.
Çünkü o tarihte “Diyarbakır’da kadın da olsa çocuk da olsa gereğini
yapacağız” dendi ve evet gereği yapıldı, 11 çocuğu arkamızda cenaze
olarak bıraktık. Ancak açılım sürecine start verildiğinde dediğiniz
gibi ben de son derece iyi niyetle yaklaştım ve son ana kadar da
ümidimi korudum.
Son an?
Silopi. Bakın hükümet mutabakat içerisinde olduğu devlet
kurumlarıyla birlikte çok iyi biliyor ki, Silopi’deki giriş ve
Diyarbakır’daki halkın sahip çıkması bir zafer coşkusu değildi.
Vallahi de billahi de değildi. Orada tek bir duygu vardı, o da
“Artık geri kalanların cenazesi gelmeyecek” duygusuydu. Bitti
artık, ölüm bitiyor, savaş bitiyor, diyalog kuruluyor, dağdaki
evlatlarımız gelecek sevinciydi. Erken bir sevinçti, ama insanların
buna inanmaya ihtiyacı vardı, sevindiler. Biz bu sevinci Kürtlere
çok gördük. Batı kamuoyu anlayamadı, ki buna hazır edilmediği için
anlamamakta da haklıydı, ama hükümet ve devlet o sevincin ne
olduğunu biliyordu. Bildiği halde kamuoyuna anlatmadı, o sevinci
sahiplenmedi. Tam tersine Öcalan’ın İmralı’daki yerini değiştirmek,
operasyonlara başlamak gibi bambaşka bir yola girdi.
Silopi’de yaşananlara ilişkin kendinize dönük eleştiriniz
yok mu?
Elbette var. O süreci bizler de iyi yönetemedik. En azından şahsım
adına bunu söyleyebilirim. Yılların deneyimi var, yılların
yaşanmışlığı var, daha aktif rol alıp daha aktif yön
verebilirdik.
Mesela şahsen siz ne yapabilirdiniz?
Mesela Barış Grubu Diyarbakır’a geldikten sonra Büyükşehir
Belediyesi’nde beni ziyaret ettiler. Ben kendilerini beyaz gülle
karşıladım. Mesajım da açık ve netti; silahı bırakana beyaz gül. Bu
mesaj sadece onlara değil, geride kalan 10 bin kişiye de aynı
zamanda. Gelene beyaz gül. Bana göre hükümetin ve devletin de bu
şekilde karşılaması gerekiyordu, ki gerisi gelebilsin.
Kendime yönelik eleştirim ise şurada başlıyor: Bence Kürdün Kürde
propagandasına gerek yok. Türk halkının bu gruba bakış açısı ve
algısı diğer tümüne sirayet edecekti. O halde bizim bu barış
grubunu hakikaten Türk halkının vicdanına hitap edecek bir
pozisyona getirmemiz lazımdı. Mesela bence Van’daki, Cizre’deki
toplantılara gerek yoktu. Dolayısıyla ben gelen gruba şunu önerdim:
Sizden sekiz kişilik grup, artı sekiz tane Türk aydınıyla beraber
sessiz sedasız Mevlana Celaleddin Rumi’nin mezarını ziyaret edelim.
“Gel, kim olursan ol gel” diyene gidelim ve “Biz geldik” diyelim.
“Kimliğimizle geldik, barış için geldik” diyelim.
Orada bu iki cümlelik mesajı verelim, akabinde Türkün de Kürdün de
ortak değeri olan Ahmed Hani’nin mezarına gidelim ve orada “Mem’in
Zîn’e Zîn’in Mem’e olan aşkı kadar biz ülkemizin geleceğine ve
özgürlüğüne âşığız, bunun için geldik” diyelim. Hep beraber son
olarak da Çanakkale’ye gidelim. Hem Kürdün hem Türkün mezarına
karanfil bırakalım ve diyelim ki “Bizim ecdadımız burada, bu
ülkenin kuruluşu için çaba sarf etti. Bize haksızlık yapıldığı için
biz böyle bir yola girdik, ama nihayetinde artık bu kulvarı
değiştiriyoruz, dedelerimizin, atalarımızın kurmuş olduğu bu
devleti hep beraber demokratikleştireceğiz ve hep beraber ilelebet
yaşatacağız.”
Dedim, ama ısrarcı olmadım
Dediniz mi gerçekten bunu o gruba?
Dedim, ama ısrarcı olmadım. Belki daha fazla ısrarcı olmalıydım,
belki arkadaşlarımı buna ikna etme konusunda daha çok çaba sarf
etmeliydim ve bunu mutlaka sağlamalıydım. Ama asıl belki de
hükümetin bunu yapabilmemiz için o kapıyı bize açık tutması
gerekiyordu. Bunu yapmamıza izin vermediler.
Yani siz istediniz de mi izin verilmedi?
İstendi, ama bu konunun öte tarafına girmeyeceğim. Tek
söyleyeceğim, hükümet veya devletin ilgili otoriteleri kapılarını
bize açabilirdi, ama açmadılar.
Bakın, ben demiyorum bu kurtuluş olacaktı ama bu birtakım negatif
duyguların kırılmasına katkı sunacaktı. Mesele gelenlerin kıyafeti
meselesi olmaktan çıkacaktı ve sürecin gerisi gelecekti. Bunu
Türkiye kamuoyuna böyle sunabilirdik. Bu konuda hepimiz eksik
davrandık.
Kendi Kürdünüzle barışmadan lider ülke olamazsınız
Diyelim ki “Hadi süreci yeniden başlatıyoruz” dendi; işe ilk
nereden başlanmalı sizce?
Şüphesiz ki bu mesele çok basit bir mesele değildir, ama ben açık
ve net söylüyorum: Gelin hep beraber PKK’yı silahsızlandıralım.
Hemen herkes bunu istiyor, ama nasıl?
Acaba nasıl? Mesela yine askeri operasyon yaparak mı
silahsızlandıracağız? Peki acaba bu gerçekçi mi? 30 yıl boyunca
zaten bu denenmedi mi?
Öyleyse?
Bence PKK’yı silahsızlandırabilmenin yegâne bir yolu var: Direkt
veya dolaylı, kendisini ikna etmek. Kendisi rıza göstermeden ve
buna ikna olmadan elindeki silahı nasıl alacağız?
‘Biz Ortadoğu toplumuyuz’
Mecbur bırakarak olamaz mı?
30 yıl boyunca mecbur bırakmanın bin bir tane yolu denenmedi
mi?
Ama şu anda son 30 yılınkine benzemeyen bir konjonktür yok
mu?
Şu anda kabul ediyorum ki Ortadoğu’da Türkiye’nin dış siyaseti
AKP’yle birlikte dünden daha çok büyük bir desteğe sahiptir. Ama
doğrusunu konuşmak lazım: Biz Ortadoğu coğrafyasında yaşıyoruz. Biz
ABD veya AB’de yaşamıyoruz. Ortadoğu halklarının psikolojisini iyi
okumak lazım. Biz Ortadoğu toplumuyuz. “Dün Halepçe bugün kelepçe”
diyor insanlar.
Dolayısıyla kimse Kuzey Irak yönetimine güvenmesin mi
diyorsunuz?
Kesinlikle, tek başına onlara dayanarak bu politikayı tekrar
Türkiye’ye çözüm olarak dayatmak Enver Paşa zihniyetidir. Bu bizi
Enver Paşa sürecine götürür. Evet, Kafkas ve Ortadoğu enerjisinin
geçebileceği yegane güzergâh Türkiye’dir, Türkiye olmalıdır. Bunu
Kürtler de ister. Bu ne kadar Türkiye’nin faydasınaysa o kadar da
Kürtlerin faydasınadır, çünkü Kürtler de Türkiye’nin bir
parçasıdır, parçası olmalıdır.
Çatışma politikasından sonuç yok
Ama ben açık söylüyorum, siz kendi Kürdünüzle barışmadığınız
müddetçe ne yaparsanız yapın Ortadoğu’da ve İslam camiasında lider
ülke olamazsınız. Bunun mümkünatı yoktur, çünkü sizin yaranız var.
Buna ne Mısır izin verir, ne İsrail, ne İran izin verir, buna kimse
izin vermez.
Özellikle Sayın Başbakan’a sesleniyorum; ben de 16 büyükşehir
belediye başkanından biriyim. Yaşamım da bu hengamenin içinde
geçti. Lütfen bir yarım saatinizi ayırıp benim bu sözlerimi okuyun.
Ve lütfen düşünün, 30 yıldır bu çatışma politikasından sonuç alan
oldu mu? Olmadı. Vallaha siz de sonuç alamazsınız. Bu sorun sizi de
buradan götürür ve sadece size değil bu ülkeye yazık olur.
Bir şey daha söyleyeyim; lütfen bu danışman ağınızı, size bu
tasfiye politikasını oluşturanları bir gözden geçirin. Altı ay
önceki pozisyonunuzla bugünkü pozisyonunuzu bir gözünüzün önüne
getirin ve şimdi hangi noktadasınız, bir bakın.