Her ürünün “ en az 2 yıl garantili” sahtesi
(çakması) yapılıyor,
Cihazların tüm sorunları yasal olmayan yollardan
“hop” diye çözülüyor,
Alternatif yedek parçası üretimine dair püf noktalar, avuç içi
gibi biliniyor,
Eğitimini almaya gerek kalmadan, tamamen alaylı olarak yetişen
gençlerin her sokak başında açtığı telefon hastaneleri, bilgisayar
teknik servisleri var…
Ve tüm bunlara rağmen “teknolojik üretimin
gelişememesinden” dert yanıyoruz.
***
Bunda bir tuhaflık yok mu?
Ki düşünün, haftada birkaç kez televizyon ve gazetelerde
“Türk mucit” başlıklı haberleri okuyoruz yada
izliyoruz.
Elektrikli otomobilden, robotlara, oradan tıp ve kimya
endüstrisine kadar çok geniş bir skalada ilginç icatların
yapıldığını görüyoruz.
Ama maalesef ortaya konulan bu çabalar, “magazinsel bir
haber değeri” taşımaktan öteye gidemiyor.
Yani , “zekası olan onu konuşturuyor ama bir duyanı
yok.”
***
Artık herkesin bildiği bir gerçek var;
Teknoloji, sadece “teknoloji değil”.
Çünkü özellikle sanayi devriminden bugüne doğru geldikçe;
yükselen ve dönüşen teknolojik üretim, iyiden iyiye sosyolojik,
psikolojik ve ekonomik bir yönlendirme aracı haline geldi.
Teknolojiyi üreten ülkeler, onu size sattıkları ölçüde bir
yaşam biçimini de dayatmaya başlıyorlar.
Böylelikle teknoloji ihraç eden ülkeler sadece zenginleşmiyor, o
zenginleşmenin devamını sağlayacak bir tüketim geleneğini de
küresel ölçekte yaratmış oluyorlar.
Kültür, örf - anane, yasalar hızlı bir biçimde değişime
uğruyor.
Ki bugünlerde, hepimiz cep telefonları, ulaşım araçları,
internet ve bilgisayarlarlar gibi ürünlerin
“toplumsallaşma” biçimimizi nasıl değiştirdiğini
alenen deneyimliyoruz.
***
Peki, gelişmiş ülkeler bunu nasıl başarıyor?
Nasıl oluyor da “aynı insan, benzer
coğrafyalarda” birbirinden bu denli farklı ürünler ortaya
koyabiliyor?
Bu durumun en önemli sebebi, doğru eğitim planlaması ve buna
paralel koordine edilen bir ekonomi yönetimi…
En mühim olanı da, üniversitelerden, okullardan yetişen
gençlerin doğru yönlendirilmesi sonucunda; onlardan doğru bir
biçimde yararlanmayı sağlayacak alt yapının oluşturulmuş
olması.
İşte tam bu noktada Araştırma ve geliştirme (AR-GE) çalışmaları
ön plana çıkıyor.
Gelişmiş ülkelerde hem kamu hem de özel kuruluşlarda, AR-GE
çalışmalarına büyük bir yatırım yapılmakta.
Bugün Almanya, GSYH’sının yaklaşık yüzde 2,5’unu AR-GE
çalışmaları kaplıyor.
Özel sektör olarak ise, toplam 40 milyar doları bulan bir
kaynağı AR-GE çalışmalarına yatırıyor. Bu alanda sıralamaya
göre ABD ve Japonya’nın ardından dünyada 3. ülke durumunda.
Biz ise, AR-GE yatırımı olarak hala GSYH’mızın yüzde birine
ulaşmanın telaşındayız.
Sanırım sadece şunu söylesem bile yeter; Alman otomobil şirketi
Volkswagen'in yıllık Ar-Ge yatırımı, ülkemizin toplam Ar-Ge
harcamasından daha fazladır.
Varın, aradaki farkı siz düşünün.
***
Hal böyle olunca,
Bizim gençler, “Yetenek sizsiniz”, “Kim
daha mucit?” gibi programlarda yada haber sıkıntısı çeken
bir haber bülteninde meze olmaktan öteye gidemiyor.
Çok zeki insanlarımız var. Ve sadece ellerinden tutulması, büyük
şirketlerin bu yetenekleri bünyelerinde toplayarak, onlara yatırım
yapması gerekiyor.
Ama ne yazık ki ülkemizde, daima günlük başarıların peşinde
koşulduğu için, altyapısal yatırımlar hep bir düşten ve hayalden
öteye gidemiyor.
***
Benim diyeceğim o ki,
Bir zekânın destekçisi olmak, yere düşmüş ekmeği yerden alıp 3
kez öpüp yüksek bir yere koymaktan daha fazla sevaptır.
Ve o meşhur hikâyede ki “Şimdi onun için çok şey
değişti” denilen deniz yıldızına yapılandan çok daha büyük
bir iyilik ve daha keskin bir değişimdir.
Bu nedenle, gençlerimizin yanında olalım ve beyinlerinin,
bileklerinin seslerine biraz da olsa kulak vermeye çalışalım.
Mutlu pazalar.