Pazar Yazıları: “Ne çektik be Vasfiye Teyze…”

Selçuk Baymaz selcukbaymaz@internethaber.com

Gülse Birsel’in kaleminden hayatımızın tam ortasında yer alan ve hepimizin yaşamı boyunca en az bir kere gördüğü bir karakter daha ortaya çıktı.

Kim mi derseniz?

Tabi ki son günlerin en çok konuşulan ismi; “Vasfiye Teyze…”

Evde, mahallede, iş yerinde “Ne Çektin be…” diyerek insanların üstünü örttüğü, halının altına gizlediği, unutmayı çalıştığı anılarıyla onları bir bir yüzleştiren bir karakter yarattı Gülse Birsel.

Yani bir tür kaçan ve kovalayan sahnesi oluşturdu.

Çünkü hayatın da özü biraz budur.

Yaşam, biraz da “kaçınma ile kovalama” arasındaki bir dengedir.

Yaşarız, deneyimleriz. Deneyimledikten sonra da “ ya olabilecek en hızlı şekilde unutmaya yada özlemlerimiz arasında onu avuçlarımızın içinde korumaya” çalışırız. Ve zıtlıkların o muazzam ahengi arasında öylece döner, dururuz.

Belki de bu nedenle pek bi’ sevdik teyzemizi.

Ki sevmemiz için de daha birçok sebep var tabi ki…

Mesela Vasfiye teyzenin sürekli kullandığı “ne çektin be” cümlesi, insanlık tarihinin küçük bir özeti gibidir.

Çünkü akil adamlar için bile “şu ömür denilen vakitte, dünya denilen yerde” durmak pek akıl işi değilken, bizler geldik ve misafir olduk.

Adem’den beri neler gördük, neler yaşadık. Benden iyi bilirsiniz…

Kaç milyon insan, kaç bin peygamber, kaç imparator, kaç köle, kaç cinayet, kaç aşk, kaç kıskançlık, kaç iftira, kaç gülümseme, kaç öfke, kaç yalnızlık, kaç umursama, kaç iyilik, kaç suiistimal, kaç tartışma, kaç özür, kaç kalp kırışı, kaç yalan,  kaç hüzün, kaç yasak aşk, kaç isyan, kaç ayıp, kaç günah, kaç… kaç… kaç… ?

Yani “en tükenmez kalemin” bile dili olsa, yine de anlatamaz bu soruların cevaplarını.

İşin bizim çağımız açısından ambalajlı tarafına gelir isek,

Hani insanlığın başına gelen en yaman dertler bu "çok post-modernli çağların" bir ürünüymüş gibi;

I-Pad bulundu mertlik bozuldu diyerek sitem etmelerimiz,

Şehirleşme,  hızlı ulaşım ve iletişimin yan etkilerinden dert yanma yanılgılarımız var ya…

Mesela açın 1200’lü yıllarda yaşamış İtalyan şair Guido Cavalcanti’nin şiirlerini ve depresif yazılar nasıl kaleme alınır görün. Kalabalıklardan kaçma hissi, yalnızlık nasıl anlatılır tekrar bi’ düşünün. Yada binlerce yıl önceki duvar yazılarına çizilmiş resimlere bi göz atın… Bakın ne ağıtlar ne aşklar, ne arzular gizlidir oralarda.

Kabul ederim,

“önce toprak sonra mahalle insanı” olan bizlerin macerası da kolay olmadı bu muasırlaşma yolunda.

Köylüyken kentli,

Emmi iken bey,

Akraba ve çok kalabalıkken birey,

Esnafken patron…

ÖSS, YGS, KPSS,

Renkli televizyon, Amerikan rüyası,

Enflasyon,

Mahalle baskısı,

Falanı, fistanı derken…

Çok yıprandık.

Bi anlatmaya kalksam “buradan Ankara’ya yol olur”.

Ama işin özünde ise, insan hiç değişmedi ha dostlar.

Olgular-olaylar değişse de, duygular kendini hep muhafaza etti. Bu nedenle ta “milattan önceki” zamanlardan beri en az mutlulukları kadar derdi, kederi, depresifliği, melankolisi olan bir canlı türü olduk…

Bakmayın çağımızın sıkça dillendirilen “pozitif ol – gülümse – olumlu düşün” gibi söylemlerine...

Mecburen bu dünyaya gelmişken, yaşamak için kılıfına uydurduğumuz felsefeler bunlar. Ki tabi, lazım... Çünkü sırtımızdaki bu dert küpü, efkar ve melankoliyle bir ömür sürmez.

Bu nedenle bi yolunu bulup mutlu olmaya çalışmak lazım.

Başka çaremiz yok.

Yoksa, Vasfiye teyzeciğimizin yüzümüze haykırdığı gibi;

“Ne çektik be…”