Gibiyim.
Birçok şey gibiyim.
Benzerliklerim, takıntılarım, takıldıklarım, sormaya
korktuklarım, severken ayrıldıklarım, pencereye yağmur tanesiyle
çarptıklarım, caydıklarım, gururlandıklarım, üstüne bastıklarım,
bakmaya kıyamadıklarım var.
Mahcubiyetlerim, bir kül tabağında söndürdüklerim, gülüp
geçtiklerim, pislettiklerim, pisuarda düşlediklerim, ardından el
sallarken bir daha döner mi diye hüzünlendiklerim, gökten
elma niyetine düşürdüklerim, peynir ekmekle yediklerim, sırf
faydalı diye yağsız buğulu buğulu pişirdiklerim var.
Ben de sen gibiyim. Bende “biraz var”.
Korkularımla süslediklerim, bir garnitüre sos niyetine
eklediklerim, halının altına pervasızca gizlediklerim, aklımdan
geçirdiklerim, yazıp yazıp sildiklerim, ocakta beklettiklerim,
“al şu tabağı komşuya kadar götür”
dediklerim, ayranı katı yapıp, geceleri kısa tutmuşsun diyenlerim
var.
Kırık bir aynada görünen, bana benzeyen ama hep seni andıran bir
imgelem var.
Daha da anlamak istersen beni, benzerliğimizi,
“gibilerimizi…”
Dinlemelisin o vakit:
Mutfakta tezgâha bırakılmış, kiri lekeleri sertleşmiş
katılaşmış, yıkamaya devredilmiş ama öylece oracıkta unutulmuş bir
tabak gibiyim.
Umuma açık bir tuvalette, kapının ardına yazılmış bir küfre
“bende senin...” diye yazılan bir cevap
gibiyim.
Bir derse girmezse, çocuğunun çok şey kaybedeceğini, okuldan –
konulardan – gelecekten geri kalacağını düşünüp, onu hasta haliyle
okula gönderen bir anne gibiyim.
Bayram telaşında en çok para veren komşunun elini öpmeye
zorlanan bir evlat gibiyim.
Kapağı açık bırakılmış, mürekkebi beklemekten kurumuş bir
kalemin kâğıda çizdiği silik bir yazı gibiyim.
Sırf okuldan kaytarmak için kusma numarası yapıp, ağzına bir
şeyler tıkıp, onları ağzında biriktirip biriktirip böğürürcesine
yere atan, öğretmenlerini kandırmaya çalışıp, zihninde fırıldaklar
dönen bir çocuğun hayatı ti’ye alması gibiyim.
Belki anlaşılmış, belki de hiç duyulmamış “bi’ daha
söylesene, o anda dinlemiyordum” denilen bir cümle
gibiyim.
Ben bir şeyler gibiyim...
Elde buruşturulmuş, sonra belki lazım olur diye çantaya atılmış,
ama en öncesinde burnu silmiş, eskimiş, hırpalanmış, çantanın
içinde cüzdanın altında bir yerlere sıkışmış kâğıt bir mendil
gibiyim.
Korktuğun zamanlarda hayal ettiğin tüm yaratıklar inler, cinler,
gölgeler, cadılar… Odanda yalnızken gecenin bir saatinde her
pencereye baktığında görecekmiş gibi sanıp, pencerenin olduğu yere
bakmaktan sakındığın bir yüz gibiyim.
Canlı yayında pekmez ile yoğurdun bir araya geldiğinde proteini
yok ettiğini söyleyen, ıspanakta demir olmadığını dillendirip, eli
kınalı göz nuru yumurtaya bin laf eden doktorun bizim balkondan
aşağı silkelediği “inanmışlıklar” gibiyim.
Kütüphanede yemek için yanına aldığın bir abur cuburun janjanlı
kabını açarken herkesin dönüp bakmasına neden olan bir ses
gibiyim.
Sen olmaya çalışan bir ben gibiyim.
Sıkıntıdan yada sıkıntısız, nedenli yada nedensiz, belki sadece
futbolu sevdiğinden, belki de bir kızgınlığı ört bas etmek
istediğinden yolda gördüğü kola şişesine vurulmuş bir tekme
gibiyim.
Elbiseden sökülmüş, bir arkadaşının yardımıyla çakmak ateşi ile
yakılmaya, koparılmaya, yok edilmeye çalışılan bir iplik
gibiyim.
Kendini ararken bulduğun bir ben gibiyim.
Upuzun, sıkıcı, boğula boğula okuduğun, tekerlemelerle dolu,
gecenin bir yarısı kör ve kör, şaşı ve dilsiz yazılmış bu yazı
gibiyim.
Ve kendi şiirinden cümlesini çalan bir şair gibiyim.
Ama ne de olsa razı olduğum yalanlar.
Sözümü sakınan anlar.
Mecburum.
Öğretmenime Not:
Sevgili öğretmenim,
Hayatımı hep senin öğrettiğin gibi giriş, gelişme ve sonuç
şeklinde yaşayamadım.
Her giriş’im, gelişmeme engel oldu. Bir sonuca ulaşamadım.
Satırlarım hep taştı.
Defalarca yeni cümlelere büyük harflerle başlamak istedim.
Ama olmadı.
Ne kâğıtta sözü geçen bir harf oldum, ne de yanımda cümleme
bırakmaya değer bir noktalama işareti buldum.
Sıfatım kaçık, edatım tümlecim kayıp, yüklemlerim ise hep nankör
çıktı.
Sonradan anladım ki; ben, bir anlatım bozukluğuyum.
Senin tüm çabalarına rağmen,
Bir zincirleme isim tamlaması vagonunun içine binip
kayboldum.
Anlayacağın ben,
hiç bir “hiç” olamadım.