Pamuktan duygusal konuşma
Abone ol2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk,İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nde bir konferans verdi.
Pamuk konferansı türkçe olarak sundu. Konuşmayı edebiyat ve
sanat dünyasının önemli isimleriyle, çok sayıda gazeteci izledi.
Orhan Pamuk’a Nobel Ödülü, 10 Aralık Pazar günü düzenlenecek
törenle verilecek.
Pamuk, Stockholm'deki 'Babamın Bavulu' isimli konuşmasını babasına
ithaf etti.
KONUŞMANIN TAM METNİ
Orhan Pamuk'un, 2006 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanması nedeniyle
verdiği 'Babamın Bavulu' başlıklı Türkçe konferansının tam
metni:
'Babamın Bavulu'
Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve
defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı,
alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra
onları okumamı istediğini söyleyiverdi.
"Bir bak bakalım," dedi hafifçe utanarak, "işe yarar bir şey var mı
içlerinde. Belki benden sonra seçer, yayımlarsın."
Benim yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel
bir yükten kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını
bilemeden yazıhanemde bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat
çekmeyen bir köşeye usulca bıraktı. İkimizi de utandıran bu
unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her zamanki rollerimize, hayatı
daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize geri dönerek
rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan, Türkiye'nin
bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla
sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.
Babam gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç
dokunmadan aşağı yukarı yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri
bavulu, kilidini, yuvarlak kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum.
Babam kısa süren yolculuklara çıkarken ve bazen de evden iş yerine
bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük bavulu açıp
yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan
kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu
bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey
taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum
bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz
ağırlığı yüzünden.
Bu ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir
masaya oturup, bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade
eden insanın yaptığı şeyin, yani edebiyatın anlamı demek bu.
Babamın bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki
defterlerin bazılarını biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken
babamı görmüştüm. Bavulun içindeki yük ilk defa duyduğum bir şey
değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında,
1940'ların sonunda, İstanbul'da şair olmak istemiş, Valéry'yi
Türkçe'ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp
edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası
-dedem- zengin bir işadamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik
geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu.
Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum.
Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe
tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği
için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava
da takınmıştı. Yirmi beş yıllık bir yazarlık hayatından sonra bunu
görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için
babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile
istemediğim asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi.
Babamın bavulunu asıl bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik
nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum bile. Çünkü babamın
bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir
bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir
şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam
olmasını istiyordum; yazar olmasını değil.
Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o
kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı
deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya
kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede
kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam,
ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından
yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle
kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara
içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta
oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da
karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman
yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup
sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe
dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden
geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla
araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler
ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime
yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir
köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya
çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir.
Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen
uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin
ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri
yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni
dünyalar kurarız.
Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan
ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe'deki o güzel deyiş,
iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir.
Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat'ın sabrını
severim ve anlarım. 'Benim Adım Kırmızı' adlı romanımda, tutkuyla
aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü
kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık
mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi
hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu
anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki,
yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip,
bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine de
pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve
yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve
yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani
hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona
içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren
hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı
verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı
mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir
başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur.
Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü
benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı
değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate
karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl
yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim
hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da
olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde
ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı.
Üstelik babam, çocukluğumuzda, aile hayatının sıradanlığından
sıkılarak bizi bırakmış, Paris'e gitmiş, otel odalarında -başka pek
çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o defterlerin
bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu getirmeden önceki
yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de
başlamıştı. Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi
kırılganlığını, şair-yazar olma isteğini, otel odalarındaki kimlik
sıkıntılarını anlatmazdı. Paris kaldırımlarında nasıl sık sık
Sartre'ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve gördüğü filmlerden
çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle söz
ederdi. Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok, evde
dünya yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette
hiç aklımdan çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu
düşünerek, büyük kütüphanesine ne kadar çok şey borçlu olduğumu
hatırlayarak okumalıydım. Bizimle birlikte yaşarken babamın -tıpkı
benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla, düşüncelerle haşır
neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok önem
vermeden, dikkat etmeliydim.
Ama yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı
çantaya bu huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen
kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da
dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı.
Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden
aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir
bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik
yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi
yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden
biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce
içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin
yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır
ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama
bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete
geçiren ilk şeydir. Bu kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi
vicdanının sesini dinleyerek başkalarının sözleriyle tartışan ve
kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini ve alemini oluşturan
özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın
başlangıcı Montaigne'dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu,
bana okumamı öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde
olursa olsun, ister Doğu'da ister Batı'da, cemaatlerinden kopup
kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir
parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakiki edebiyatın
başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır.
Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız
değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri,
başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder.
Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli
birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları, kabileler,
milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak
verdikleri ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve
hepimizin bildiği gibi, kitap yakmalar, yazarları aşağılamalar
milletler için karanlık ve akılsız zamanların habercisidir. Ama
edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir.
Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa
çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez
kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyemizden başkalarının
hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş
gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola
başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.
Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir
kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki
kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek
tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur,
hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası,
hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı,
hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı
olduğunu bilirdim. Bazen bu kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de
bir gün ayrı bir evde böyle bir kütüphanemin, hatta daha iyisinin
olacağını, kitaplardan kendime bir dünya kuracağımı düşlerdim.
Uzaktan baktığımda bazen babamın kütüphanesi bana bütün alemin
küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim köşemizden,
İstanbul'dan baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu
gösteriyordu. Babam bu kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından,
özellikle Paris'ten ve Amerika'dan aldığı kitaplarla, gençliğinde
İstanbul'da 1940'larda ve 50'lerdeki yabancı dilde kitap satan
dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım
İstanbul'un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı.
Yerel, milli bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim
dünyam. 1970'lerden başlayarak ben de iddialı bir şekilde kendime
bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar olmaya tam karar
vermemiştim, İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi, artık ressam
olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam
bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir
merak ve aşırı iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan
da hayatımın bir şekilde "eksik" bir hayat olacağını, başkaları
gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu duygumun bir kısmı, tıpkı
babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi, merkezden uzak
olma fikriyle, İstanbul'un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi,
taşrada yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam
endişesi de tabii ister resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun,
sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve umut da vermeyen bir ülkede
yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970'lerde, sanki hayatımdaki bu
eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul'un eski
kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu
kitaplar satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında,
cami avlularında, yıkık duvarların eşiklerinde yerleşmiş
kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da insana umutsuzluk
verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar
etkilerdi.
Alemdeki yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o
zamanlar taşıdığım temel duygu bu "merkezde olmama" duygusuydu.
Dünyanın merkezinde, bizim yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir
hayat vardı ve ben bütün İstanbullular ve bütün Türkiye ile
birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük çoğunluğu ile
paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı
vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm
Batı edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da
dışındaydık. Babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. Bir yanda
bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel
dünyamız, İstanbul'un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç
benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı
dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp
ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli
bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi,
kendi yaşadığı hayattan Batı'ya kaçmak için roman okuduğunu
hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu çeşit bir kültürel
eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş gibi
gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul'daki hayatımızdan
Batı'ya gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki
defterlerinden çoğunu doldurabilmek için Paris'e gitmiş, kendini
otel odalarına kapatmış, sonra yazdıklarını Türkiye'ye geri
getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini, babamın bavuluna
bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye'de yazar olarak ayakta
kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın
içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten
gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna
bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama
yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum.
Aslında babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için
küçük bir çatışmayı bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları
ve sevdikleriyle gülüşerek mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama
'kızıyordum' yerine 'kıskanıyordum' diyebileceğimi, belki de bunun
daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir yanıyla biliyor,
huzursuz oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle
kendi kendime "mutluluk nedir?" diye soruyordum. Tek başına bir
odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa
cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak
rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi
gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice
yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? Ama bunlar fazla
hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir hayatın ölçüsünün
mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar, gazeteler,
herkes hep en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu.
Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir
konu haline getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış
olan babamı ne kadar tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar
görebiliyordum ki?
Babamın bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında
bilmediğim bir mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir
sır olabilir miydi? Bavulu açar açmaz seyahat çantası kokusunu
hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı, babamın üstünde öyle fazla
durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş olduğunu fark ettim.
Tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın bizi bırakıp
Paris'e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı
biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim
yaşımdayken ne yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa
zaman içinde böyle bir şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik
bu arada babamın defterlerinin orasında burasında karşılaştığım
yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses babamın sesi değil diye
düşünüyordum; hakiki değildi, ya da benim hakiki babam diye
bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam
olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı
burada: İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi
bulamama, hatta babamın başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme
endişemi aşmış, özellikle gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı,
hayatımı, yazma isteğimi ve kendi yazdıklarımı bana sorgulatan bir
hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya başladığım ilk on
yılda bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta
zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye
uğrayıp roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazen
korkardım.
Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel
duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme
endişesi. Benim bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk
yaşayışım değildi elbette bu. Bu duyguları, bütün genişlikleri, yan
sonuçları, sinir başları, iç düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle
ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim masa başında araştırmış,
keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli belirsiz acılar,
keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve kitaplardan
bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek
çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik
endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela
taşralılık için 'Kar', 'İstanbul'; hakikilik endişesi için 'Benim
Adım Kırmızı' ya da 'Kara Kitap') bütünüyle tanıyabilmiştim. Benim
için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı
biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları
sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve
acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir
parçası haline getirmektir.
Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir
yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura
çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir.
Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya
dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp
yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe
kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden
insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu
yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına,
insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım.
Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin
çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri
işte böyle bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek
ister.
Ama babamın bavulundan ve tabii İstanbul'da yaşadığımız hayatın
solgun renklerinden anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta
bir merkezi vardı. Bu temel gerçeği yaşamanın verdiği Çehovcu taşra
duygusundan, bir diğer yan sonuç olan hakikilik endişesinden
kitaplarımda çok söz ettim. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu
duygularla yaşadığını, hatta daha ağırları olan eziklik, kendine
güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını
kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ,
mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık televizyonlar,
gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir
şekilde anlatıyor bize. Bugün edebiyatın asıl anlatması ve
araştırması gereken şey, insanoğlunun temel derdi ise, dışarıda
kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı
değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur
kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit
öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve
bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler… Çoğu zaman akıldışı
ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan bu hayalleri kendi
içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum. Kendimi
kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı-dışı dünyada büyük
kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri
ve alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara
kapıldıklarına tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla
özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da Rönesansı, Aydınlanmayı,
Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı gururuyla
milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan
bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.
Demek ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu
düşüncesini çok fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi
yıllarca bir odaya kapatan şey tam tersi bir güvendir; bir gün
yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların dünyanın
her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu.
Ama bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda
olmanın, dışarıda kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli bir
iyimserliktir. Dostoyevski'nin bütün hayatı boyunca Batı'ya karşı
hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde
de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik
kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola
çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.
Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya
oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz
dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle
oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir
aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış olamaz mıydı? Uzun
yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz
yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda
yavaş yavaş beliren bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. Ya
da Batılı gezginlerin güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul'u
sabah sisi aralanırken gördüklerinde hissettikleri şeylere benzer
bu. Umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun sonunda, orada
camileri, minareleri, tek tek evleri, sokakları, tepeleri,
köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem
vardır. İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde
kaybolması gibi, karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine hemen
girip kaybolmak ister. Kenarda, taşrada, dışarıda, öfkeli ya da
düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş ve bu duyguları
unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.
Çocukluğumda, gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için
artık dünyanın merkezi İstanbul'dur. Neredeyse bütün hayatımı orada
geçirdiğim için değil yalnızca, otuz üç yıldır tek tek sokaklarını,
köprülerini, insanlarını, köpeklerini, evlerini, camilerini,
çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık
kişilerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini
kendimi onların hepsiyle özdeşleştirerek anlattığım için. Bir
noktadan sonra, hayal ettiğim bu dünya da benim elimden çıkar ve
kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da gerçek olur. O zaman,
bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki hep birlikte
aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden
hissedemediğim ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve
kitaplarımda değil, kendi kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle
kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek kurduğum bu alem bana o zaman
her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.
Babam da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins
mutluluklarını keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım diyordum
bavuluna bakarken. Ayrıca, emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran
sıradan bir baba olmadığı, beni her zaman özgür bırakıp, bana her
zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona müteşekkirdim. Pek çok
çocukluk ve gençlik arkadaşımın aksine, baba korkusu bilmediğim
için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da çocukça
çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar
olmak istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu
hoşgörüyle okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.
Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser
düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi
kullanarak okudum. Babam ne mi yazmıştı? Paris otellerinden
görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı paradokslar, akıl
yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri zar zor
hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi
hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir
kavganın eşiğine geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri
başladığında babam havayı değiştirmek için hemen radyoyu açar,
müzik bize olup biteni daha çabuk unuttururdu.
Ben de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz
ile konuyu değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok
sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden
geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım
için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım
diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum.
Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için
yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için
yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul'da, Türkiye'de
nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye
yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için
yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için
yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum.
Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden
hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize,
herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye
yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere
başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye
yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum.
Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna
çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey
inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum.
Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek
zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye
kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya -tıpkı
bir rüyadaki gibi- bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak
için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu
olmak için yazıyorum.
Yazıhaneme gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her
zamanki gibi elinde bir paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu
unutuyordu) beni gene ziyaret etti. Her zamanki gibi gene hayattan,
siyasetten ve aile dedikodularından söz edip gülüştük. Bir ara
babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp
kaldırdığımı anladı. Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir
sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı
söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun
anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı.
Bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar
uzadı. Çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her
zamanki gibi gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken bana her zaman
söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine
tekrarladı.
Her zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini
kıskanarak arkasından baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir
mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı, hatırlıyorum. Belki onun kadar
rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir hayat sürmedim, ama
yazının hakkını verdim duygusu, anladınız… Bunu babama karşı
duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici
merkezi de olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize
yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile,
mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu
hatırlatmalı.
Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir
simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın
bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki
yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi
bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve
Oğulları'nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş
bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen
ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim
için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için
de onun onayını almak benim için önemliydi. O sırada babam bizimle
değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla bekledim. İki hafta
sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir şey söylemedi,
ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım.
Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit
beceriksizlik ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz
rahatlayıp konuşmaya başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma
olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve
bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı
öylesine söyleyiverdi.
Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten
çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona "bir gün paşa
olacaksın!" diyen bir Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni
her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu.
Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.
İsveç Akademisi'nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli
üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok
isterdim.