Özkök'ün dersleri Turgut'u baydı
Abone olSerdar Turgut, saçma-sapan bir filmi anlattı. Film Turgut'a Ertuğrul Özkök'ü hatırlattı. Halüsinasyon gören Turgut, sabaha kadar Özkök'ün gazetecilik derslerini dinledi.
Serdar Turgut filmini izledi. Film o kadar saçmaydı ki,
Turgut'un halüsinasyonlar görmesine neden oldu. Turgut, Ertuğrul
Özkök'ün sıkıcı sohbetini dinledi.
Yazı : Serdar Turgut
Kaynak :
apacağımı bilemeden ve de hafiften paniklemiş bir şekilde televizyona bakıp duruyordum.
Elim uzaktan kumanda aletinin tuşuna basıyordu ama beynim ile elim arasında bir koordinasyon, ahenk katiyen yoktu. Bir nevi koma durumuydu bu yani, izlemeye değer bir şey bulamadığımda ekrana bakarken, ben bir süredir böyle oluyorum işte. Rana, CD'nin kulaklığından klasik müzik dinliyor ama buna rağman kanalları hızla geçtiğim için bana hala meçhul gelen gerekçelerle kızıp duruyor. İnsan izlemediği bir televizyondaki kanalların değiştirilmesine neden kızar anlayamıyorum ki. Bir ara televizyon işkencesinden sıkıldım, acaba kitap mı okusam diye düşündüm... Geçtiğimiz üç ay içinde geçici olduğunu umduğum bir çılgınlık yaşadım ve yaklaşık 150 adet kitabı mutlaka hızla okumalıyım diyerek aldım. Kitapların hepsini eşit derecede sevdiğimden, hiçbirisinin kalbi kırılmasın diye tümünü bir arada okumaya çalışıyorum. Bunu akşam saatlerinde yaptığım zaman uykum kaçıyor, sabaha karşı halüsinasyon görmeye başlıyorum. Bir örnek vereyim; bir ay kadar önce sabaha karşı Heidegger yatak odamıza beni ziyarete geldi ve sabaha kadar saçma sapan konulardan bahsetti. İşte böyle şeyler oluyor hatta bir keresinde sabaha karşı Heidegger, Focault, Derrida ve Marx'ın içinde yer aldığı bir grubun tartışmasını yönettim. Çok başarılıydım ama sabah yataktan çok yorgun ve bıkkın kalktım bunu da bilin.
Bu nedenden dolayı akşam geç saatlerde kitap okumak istemiyorum pek, televizyona takılıyorum, genelde izlenmeye değer bir program da bulamadığımdan sol elimin baş parmağı tutuluyor televizyonun karşısında. Bu küçük olayı travmatik büyük mesele haline getirmek istemiyorum da, neden durup dururken elimin baş parmağı tutulsun değil mi ama, tutulacaksa kolum bacağım filan tutulsun, abuk bir organımla uğraşmak hiç istemiyorum. Bütün bunlar bana absürd geliyor, herkesin haberi olsun. O gece de zapping yaparken ve sağ elimin baş parmağını sizlere ömür kaybetmek üzereyken, aniden bir kanalda durdum çünkü orada çok iyi bildiğimiz adeta beynimize kazınmış bir melodi çalmaktaydı, LAY LAYLAYNANANANA LAYLAYLAY NANANA... Bilmem ritmi aktarabildim mi, bundan sonra yazılarımın yanında CD de vereceğim ben, o CD'lerde yazmış olduğum yazılarla ilgili şarkılar okuyacağım. Meriç Köyatası CD çıkardı 'Bu Şarkılar Denizden Çıktı' adı altında. Benim şarkıların nereden çıktığını ise sonra yazacağım tamam mı?
Bahsettiğim melodi 'Bir Kadın, Bir Erkek 'filmine aitti. Yahu bir zamanlar biz ve bütün insanlık alemi acaba zevksiz miydi, ebleh miydik ki bu filme ayılıp bayıldık? Dahası bu film aklınıza gelebilecek tüm ödülleri topladı da. Anlaşılır iş değil, çünkü bir film ancak bu kadar berbat olabilir.
Film şundan ibaret: Bir adam sürekli konuşarak ve aynı zamanda sigara içerek araba kullanıyor. Hiç abartım yok, film sadece bundan ibaret yemin ediyorum. Üstelik adam konuşmasını Fransızca yapıyor, film sanatının global dili olan İngilizce bile bilmiyor adamcağız. Saatlerce süren filmde tek radikal sahne değişikliği, adamın kullandığı arabanın ön cam sileceklerinin çalışmasıydı. Silecekler çalışmaya başlayınca garip nağmeli müzik de başlıyordu aynı anda.
Sırf bu filmin koşullandırması nedeniyle, ben yıllardır gitmekte olan arabanın içinde oturuyor olmayı aşık olmakla eş tuttum. (Bu da bir tür ruh hastalığıydı gayet tabii ki) Bir de üstüne üstlük o arabanın cam silecekleri de çalıştığı an sadece aşık olmayı düşünmekle kalmaz, fiilen aşık da olurdum eskiden. Sonra bir gün yolda giderken bu takıntım aniden geçiverdi, çünkü yandan geçen bir arabanın içinde serinlemeye çalışan adamları gördüm. Bunlar çıplak ayaklarını arabanın camından çıkararak sallamışlardı, bunu görür görmez kafamdaki bütün güzel hisler uçup gitti, o günden beri filmin müziğini ne zaman duysam aklıma aşk değil, cinayet gelir ki, geçen gece de aynı şey oldu.
Cinayet deyince de aklıma Ertuğrul Özkök geldi... O da bu filmi tekrar izlediyse acaba kaç pazar yazısı yazabilir diye düşündüm. Bunu düşününce sinirim arttı, falan filan işte böyle bir geceydi o. Sinir nedeniyle o gece de sabaha karşı sanki yatmadan önce kitap okumuşum gibi halüsinasyon gördüm ve odaya Ertuğrul Özkök geldi ve bana sabaha kadar Türk Basını'nın durumunu anlattı. Onun dedikleri Heidegger'in dediklerinden daha saçmaydı. O sabah pestil gibi uyandım yemin ediyorum.
Yazı : Serdar Turgut
Kaynak :
apacağımı bilemeden ve de hafiften paniklemiş bir şekilde televizyona bakıp duruyordum.
Elim uzaktan kumanda aletinin tuşuna basıyordu ama beynim ile elim arasında bir koordinasyon, ahenk katiyen yoktu. Bir nevi koma durumuydu bu yani, izlemeye değer bir şey bulamadığımda ekrana bakarken, ben bir süredir böyle oluyorum işte. Rana, CD'nin kulaklığından klasik müzik dinliyor ama buna rağman kanalları hızla geçtiğim için bana hala meçhul gelen gerekçelerle kızıp duruyor. İnsan izlemediği bir televizyondaki kanalların değiştirilmesine neden kızar anlayamıyorum ki. Bir ara televizyon işkencesinden sıkıldım, acaba kitap mı okusam diye düşündüm... Geçtiğimiz üç ay içinde geçici olduğunu umduğum bir çılgınlık yaşadım ve yaklaşık 150 adet kitabı mutlaka hızla okumalıyım diyerek aldım. Kitapların hepsini eşit derecede sevdiğimden, hiçbirisinin kalbi kırılmasın diye tümünü bir arada okumaya çalışıyorum. Bunu akşam saatlerinde yaptığım zaman uykum kaçıyor, sabaha karşı halüsinasyon görmeye başlıyorum. Bir örnek vereyim; bir ay kadar önce sabaha karşı Heidegger yatak odamıza beni ziyarete geldi ve sabaha kadar saçma sapan konulardan bahsetti. İşte böyle şeyler oluyor hatta bir keresinde sabaha karşı Heidegger, Focault, Derrida ve Marx'ın içinde yer aldığı bir grubun tartışmasını yönettim. Çok başarılıydım ama sabah yataktan çok yorgun ve bıkkın kalktım bunu da bilin.
Bu nedenden dolayı akşam geç saatlerde kitap okumak istemiyorum pek, televizyona takılıyorum, genelde izlenmeye değer bir program da bulamadığımdan sol elimin baş parmağı tutuluyor televizyonun karşısında. Bu küçük olayı travmatik büyük mesele haline getirmek istemiyorum da, neden durup dururken elimin baş parmağı tutulsun değil mi ama, tutulacaksa kolum bacağım filan tutulsun, abuk bir organımla uğraşmak hiç istemiyorum. Bütün bunlar bana absürd geliyor, herkesin haberi olsun. O gece de zapping yaparken ve sağ elimin baş parmağını sizlere ömür kaybetmek üzereyken, aniden bir kanalda durdum çünkü orada çok iyi bildiğimiz adeta beynimize kazınmış bir melodi çalmaktaydı, LAY LAYLAYNANANANA LAYLAYLAY NANANA... Bilmem ritmi aktarabildim mi, bundan sonra yazılarımın yanında CD de vereceğim ben, o CD'lerde yazmış olduğum yazılarla ilgili şarkılar okuyacağım. Meriç Köyatası CD çıkardı 'Bu Şarkılar Denizden Çıktı' adı altında. Benim şarkıların nereden çıktığını ise sonra yazacağım tamam mı?
Bahsettiğim melodi 'Bir Kadın, Bir Erkek 'filmine aitti. Yahu bir zamanlar biz ve bütün insanlık alemi acaba zevksiz miydi, ebleh miydik ki bu filme ayılıp bayıldık? Dahası bu film aklınıza gelebilecek tüm ödülleri topladı da. Anlaşılır iş değil, çünkü bir film ancak bu kadar berbat olabilir.
Film şundan ibaret: Bir adam sürekli konuşarak ve aynı zamanda sigara içerek araba kullanıyor. Hiç abartım yok, film sadece bundan ibaret yemin ediyorum. Üstelik adam konuşmasını Fransızca yapıyor, film sanatının global dili olan İngilizce bile bilmiyor adamcağız. Saatlerce süren filmde tek radikal sahne değişikliği, adamın kullandığı arabanın ön cam sileceklerinin çalışmasıydı. Silecekler çalışmaya başlayınca garip nağmeli müzik de başlıyordu aynı anda.
Sırf bu filmin koşullandırması nedeniyle, ben yıllardır gitmekte olan arabanın içinde oturuyor olmayı aşık olmakla eş tuttum. (Bu da bir tür ruh hastalığıydı gayet tabii ki) Bir de üstüne üstlük o arabanın cam silecekleri de çalıştığı an sadece aşık olmayı düşünmekle kalmaz, fiilen aşık da olurdum eskiden. Sonra bir gün yolda giderken bu takıntım aniden geçiverdi, çünkü yandan geçen bir arabanın içinde serinlemeye çalışan adamları gördüm. Bunlar çıplak ayaklarını arabanın camından çıkararak sallamışlardı, bunu görür görmez kafamdaki bütün güzel hisler uçup gitti, o günden beri filmin müziğini ne zaman duysam aklıma aşk değil, cinayet gelir ki, geçen gece de aynı şey oldu.
Cinayet deyince de aklıma Ertuğrul Özkök geldi... O da bu filmi tekrar izlediyse acaba kaç pazar yazısı yazabilir diye düşündüm. Bunu düşününce sinirim arttı, falan filan işte böyle bir geceydi o. Sinir nedeniyle o gece de sabaha karşı sanki yatmadan önce kitap okumuşum gibi halüsinasyon gördüm ve odaya Ertuğrul Özkök geldi ve bana sabaha kadar Türk Basını'nın durumunu anlattı. Onun dedikleri Heidegger'in dediklerinden daha saçmaydı. O sabah pestil gibi uyandım yemin ediyorum.