Özkök'ten Başbakan'a yanıt yok
Abone olErdoğan'a yanıt vermeyeceğini yazan Özkök, Başbakan’la bir kavgası olmadığını belirtiyor.
Başbakan'a cevap verecek miyim
Son üç gündür görüşlerine ve samimiyetine güvendiğim bazı dostlarımdan gelen şu iki soruya muhatap oluyorum.
‘Başbakan konuşmasında adını vermeden sana yüklendi. Ona cevap verecek misin?’
Hayır vermeyeceğim.
Çünkü benim Başbakan’la bir kavgam yok. Gazeteci olarak kavgamın olması da ne doğrudur, ne de mümkündür.
Benim Başbakan’a sadece bazı konularda itirazım var.
Bunları da saygılı bir üslupla dile getiriyorum.
Muhatap olduğum ikinci soru ise şu: ‘Sen seçim öncesinden beri Başbakan Tayyip Erdoğan’a prim verdin. Şimdi kendini aldatılmış hissediyor musun?’
* * *
Bu soruya cevabım da şu:
‘Hayır, kendimi aldatılmış hissetmiyorum.’
Çünkü ben başından beri, bir gazetecinin yapmaması gereken bir şeyi yapmamaya özen gösteriyorum.
Halkın yüzde 34’ünün oyunu almış bir siyasi partiye, attığı her adım dolayısıyla savaş açmıyorum.
Buna karşılık bir gazetecinin yapması gerekeni yapıyorum.
AKP hükümetinin yaptığı her icraatı, attığı her adımı, ‘konu temelinde’ değerlendiriyorum.
Böyle olunca da, fanatik çığırtkanların bir gün bu bölümünü, bir başka gün de öteki bölümünü düş kırıklığına uğratıyorum veya sinirlendiriyorum.
Hemen belirteyim. Bundan hiç şikáyetçi değilim.
Ben, hükümetlerle değil, ülkeyi her gün gergin tutmaya çalışan fanatik zihniyetlerle mücadele ediyorum.
* * *
Şimdi isterseniz, AKP hükümetine karşı bugüne kadar yazdığım yazıların bir bilançosunu çıkarayım.
Ben, Gül ve Erdoğan hükümetlerinin Avrupa Birliği politikalarını destekledim.
Irak politikalarına da eleştirel yaklaştım. O politikaları samimi bulmadığımı yazdım.
Bu hükümetin Kıbrıs politikasını sonuna kadar destekledim.
Ekonomi politikalarını doğru ve başarılı bulduğumu yazdım.
Toplumu geren bazı olaylarda geri adım atmalarını, uzlaşma arayışlarını destekledim.
Türk ekonomisine habis bir ur gibi yapışan yolsuzlukların üzerine gidişini, ülkeyi faşizmin eşiğine getiren Uzan Terörü’ne karşı mücadelesini çok cesur buldum.
Buna karşılık, iki politikasında çok net biçimde eleştirel pozisyona geçtim.
Bunlardan birincisi, devlet okullarında Kuran kurslarının açılmasıyla ilgili girişimleriydi.
İkincisi ise artık sorun olmaktan çıkma yoluna giren imam hatip okullarını toplumun tekrar kanayan bir yarası haline dönüştürecek olan yeni kanundu.
* * *
Bu konulardaki görüşlerimi yazarken, çok net ve açık davrandım.
Çünkü benim için bir hükümetin imajı değil, yaptıkları önemliydi.
Ancak, hem ulusalcılık adı altında fanatizm yapan kesime, hem de milli görüş tarafının bizi birer gladyatör haline sokmak isteyen politikalarına direndim.
Yakın çevremizin bu yoldaki baskılarından etkilenmedim.
Yani, Başbakan Erdoğan’ın başaramadığı bir şeyi başardım.
Kendi çevremdeki ‘demir çekirdeğin’ esiri olmadım.
Çünkü, Türkiye’yi selamete götürecek yolun bu tür kuvvetli bir ‘iç direnişten’ geçtiğine inanıyorum.
Başbakan Erdoğan’ın da aynı direnişi göstermesi halinde, Türkiye’nin AB’den tarih alarak çok önemli bir başarıya imza atacağına inanıyorum.
Bugüne kadar işte bu çizgiyi sürdürdüğü için hem Türkiye’de, hem de dünyada dikkati çeken önemli bir siyasi figür haline geldiğine inanıyorum.
Ama bakın, bu direniş en kritik anda kırıldığı zaman başımıza neler geliyor.
* * *
Yine görüşlerine çok önem verdiğim bir arkadaşım şunu söylüyor:
‘İşler bu kadar iyi giderken, imam hatip gibi bir olayı gündeme getirmek ve bu konuda inat etmek niye?’
Hemen arkasından da şunu soruyor?
‘Yoksa bunun arkasında gizli bir niyet mi var?’
Geldiğimiz noktada ben, işte bu insanların kafasındaki samimi şüpheyi dile getiriyorum.
Ve şunu soruyorum:
‘Bu ülkenin Başbakan’ı da, bu şüphelere aynı samimiyet ve inandırıcılıkla cevap vermek zorunda değil midir?’
Kavga en kolay şeydir. Hele hele bir gazeteci ve gazete için daha da kolay ve prim getiren bir şeydir.
Ama ülkemizi seviyorsak, kavgadan önce samimiyet ve iyi niyetin bütün araç ve yollarını tüketmeliyiz.
Benim pozisyonum ve görüşüm bundan ibarettir.
Son üç gündür görüşlerine ve samimiyetine güvendiğim bazı dostlarımdan gelen şu iki soruya muhatap oluyorum.
‘Başbakan konuşmasında adını vermeden sana yüklendi. Ona cevap verecek misin?’
Hayır vermeyeceğim.
Çünkü benim Başbakan’la bir kavgam yok. Gazeteci olarak kavgamın olması da ne doğrudur, ne de mümkündür.
Benim Başbakan’a sadece bazı konularda itirazım var.
Bunları da saygılı bir üslupla dile getiriyorum.
Muhatap olduğum ikinci soru ise şu: ‘Sen seçim öncesinden beri Başbakan Tayyip Erdoğan’a prim verdin. Şimdi kendini aldatılmış hissediyor musun?’
* * *
Bu soruya cevabım da şu:
‘Hayır, kendimi aldatılmış hissetmiyorum.’
Çünkü ben başından beri, bir gazetecinin yapmaması gereken bir şeyi yapmamaya özen gösteriyorum.
Halkın yüzde 34’ünün oyunu almış bir siyasi partiye, attığı her adım dolayısıyla savaş açmıyorum.
Buna karşılık bir gazetecinin yapması gerekeni yapıyorum.
AKP hükümetinin yaptığı her icraatı, attığı her adımı, ‘konu temelinde’ değerlendiriyorum.
Böyle olunca da, fanatik çığırtkanların bir gün bu bölümünü, bir başka gün de öteki bölümünü düş kırıklığına uğratıyorum veya sinirlendiriyorum.
Hemen belirteyim. Bundan hiç şikáyetçi değilim.
Ben, hükümetlerle değil, ülkeyi her gün gergin tutmaya çalışan fanatik zihniyetlerle mücadele ediyorum.
* * *
Şimdi isterseniz, AKP hükümetine karşı bugüne kadar yazdığım yazıların bir bilançosunu çıkarayım.
Ben, Gül ve Erdoğan hükümetlerinin Avrupa Birliği politikalarını destekledim.
Irak politikalarına da eleştirel yaklaştım. O politikaları samimi bulmadığımı yazdım.
Bu hükümetin Kıbrıs politikasını sonuna kadar destekledim.
Ekonomi politikalarını doğru ve başarılı bulduğumu yazdım.
Toplumu geren bazı olaylarda geri adım atmalarını, uzlaşma arayışlarını destekledim.
Türk ekonomisine habis bir ur gibi yapışan yolsuzlukların üzerine gidişini, ülkeyi faşizmin eşiğine getiren Uzan Terörü’ne karşı mücadelesini çok cesur buldum.
Buna karşılık, iki politikasında çok net biçimde eleştirel pozisyona geçtim.
Bunlardan birincisi, devlet okullarında Kuran kurslarının açılmasıyla ilgili girişimleriydi.
İkincisi ise artık sorun olmaktan çıkma yoluna giren imam hatip okullarını toplumun tekrar kanayan bir yarası haline dönüştürecek olan yeni kanundu.
* * *
Bu konulardaki görüşlerimi yazarken, çok net ve açık davrandım.
Çünkü benim için bir hükümetin imajı değil, yaptıkları önemliydi.
Ancak, hem ulusalcılık adı altında fanatizm yapan kesime, hem de milli görüş tarafının bizi birer gladyatör haline sokmak isteyen politikalarına direndim.
Yakın çevremizin bu yoldaki baskılarından etkilenmedim.
Yani, Başbakan Erdoğan’ın başaramadığı bir şeyi başardım.
Kendi çevremdeki ‘demir çekirdeğin’ esiri olmadım.
Çünkü, Türkiye’yi selamete götürecek yolun bu tür kuvvetli bir ‘iç direnişten’ geçtiğine inanıyorum.
Başbakan Erdoğan’ın da aynı direnişi göstermesi halinde, Türkiye’nin AB’den tarih alarak çok önemli bir başarıya imza atacağına inanıyorum.
Bugüne kadar işte bu çizgiyi sürdürdüğü için hem Türkiye’de, hem de dünyada dikkati çeken önemli bir siyasi figür haline geldiğine inanıyorum.
Ama bakın, bu direniş en kritik anda kırıldığı zaman başımıza neler geliyor.
* * *
Yine görüşlerine çok önem verdiğim bir arkadaşım şunu söylüyor:
‘İşler bu kadar iyi giderken, imam hatip gibi bir olayı gündeme getirmek ve bu konuda inat etmek niye?’
Hemen arkasından da şunu soruyor?
‘Yoksa bunun arkasında gizli bir niyet mi var?’
Geldiğimiz noktada ben, işte bu insanların kafasındaki samimi şüpheyi dile getiriyorum.
Ve şunu soruyorum:
‘Bu ülkenin Başbakan’ı da, bu şüphelere aynı samimiyet ve inandırıcılıkla cevap vermek zorunda değil midir?’
Kavga en kolay şeydir. Hele hele bir gazeteci ve gazete için daha da kolay ve prim getiren bir şeydir.
Ama ülkemizi seviyorsak, kavgadan önce samimiyet ve iyi niyetin bütün araç ve yollarını tüketmeliyiz.
Benim pozisyonum ve görüşüm bundan ibarettir.