Özgürlüğün son 24 saati!
Abone olSpike Lee’nin bugün vizyona giren filmi “25. Saat” özgürlüğünün son bir gününü yaşayan birinin hikayesini anlatıyor
Size, “24 saat sonra hayatınız bitecek!..” denilse ne yaparsınız? Şaşırırsınız, tuhaf bir duygu seline kapılırsınız. Bütün benliğinize sahip olan, kontrolü sizde olmayan bir histir bu. Sonra kendinizi toplamaya çalışırsınız. “24 saatim kalmışsa ne yapabilirim?” diye hızlıca düşünürsünüz. O kıymetini bilemediğiniz, fütursuzca har vurup harman savurduğunuz ‘zaman’ sizi kısıtlamıştır artık. Önde tutulması gerekenler vardır, bu dar zamanda. Planlamanızın ilk sıralarında bu öncelikleriniz vardır. Belki de oturur durursunuz, karabasanlar kaplar her yanınızı. Gelebilecek her şeye teslim olma kararlılığındasınızdır. Hiç devinmeden, gelip geçen hayatın içinden cımbızla anılar çekersiniz. Anılar upuzun metrajlı bir filme de dönüşebilir, her şey gözlerinizin önünden akar gider. Doğdunuz, büyüdünüz, sonra okul yıllarınız başladı, ismini şimdi hatırlayamadığınız yüzlerce arkadaşınız oldu, belki ilk âşık olduğunuz insan, gizlenen bir köşeden çıkageldi... Çaresizlikler elinizi kolunuzu bağlar, kurtulmaya çalışsanız da kaçınılmaz ‘son’ üstünüze üstünüze gelir. Geri dönüşü olmayan bir yoldasınız. Yalnız değilsiniz, sizinle aynı kaderi paylaşan bir adam hemen yanı başınızdaki bankta oturuyor. Adı, Monty Bragon. Tam karşısında New York duruyor, bir elinde ise köpeğinin tasması. Köpek, bir o tarafa bir bu tarafa gitmek istiyor; ama her seferinde sahibinin tasması boynunda. Monty, yaklaşık 24 saat sonra kendini belki bir sona götürecek olan hapis hayatına başlayacak. Özgürlüğünün bitmesine az bir zaman kala, oturduğu o bankta mazi yolculuğunun değişik duraklarına uğramaktadır. Zihni derinlerde gezdiği bir anda, omuzuna dokunan bir elle irkilir; yanı başında bitiveren bu adam ‘Çok param var; ama bana en iyi tozu sen satıyordun, yanında varsa ne olur yine sat.’ der. Kahramanımız artık bu işi bıraktığını söyler, zor da olsa adamı yanı başından kovar. Sonra, yine çıktığı düşünceler kuyusuna dalar: ‘Beni kim ihbar etti?’ Bu soru, polise yakalandığı 6 aydan beri zihnini kurcalamaktadır. Şüphelendiği tek bir kişi vardır; aynı evi paylaştığı sevgilisi Naturelle. Monty’nin aklına başka bir isim gelmez. Bir taraftan da zaman hızla geriye doğru akmaktadır. Gireceği hapishaneyi düşünür, yüzlerce katil, hırsız ve serseri vardır içerde. Girdiği andan itibaren içeridekilerden her türlü pisliği görebileceği düşüncesi çıldırtmaktadır Monty’yi. Çoğu mahkum içerde ölmektedir. İçeriye girdiği an belki de hayata bir kez daha çıkış yolu bulamayacaktır. Bir zamanlar Manhattan’ın kralı olan, kendisine New York’un en gösterişli kulüplerinin kapılarını açan, aynı zamanda en yakın arkadaşlarından uzaklaştıran yaşama veda etmektedir. Aynı banka belki bir daha oturamayacak, yanı başından geçen insanları belki göremeyecektir. En acısı ise ihmal edip hayatından dışladığı en iyi iki arkadaşı Jacop ve Slaughtery ile mutlaka görüşmesi gerekmektedir. Bir de uyuşturucu işine girdiği için sorunlar yaşadığı babası ile bu son saatlerinde yeniden barışmak ister. Önce babasıyla buluşur, ardından da arkadaşları ile bir gece kulübüne gider. Kulüpte geçen saatler, Monty’yi arkadaşları hakkında yeniden düşünmeye sevk eder. Aslında ihmal ettiği arkadaşları, kendisini bu uyuşturucu bataklığından kurtarmak için çok uğraşmışlardır; ama Monty hiçbirini dinlememiştir. Hayat kendisini bu noktaya nasıl getirmiş, arkadaşları ile arası nasıl açılmıştı hep bunları düşünüyordu. Durum, Monty’nin arkadaşları açısından da kolay gözükmüyordu, hapse girecek bir insana nasıl davranılırdı? Her iki taraf zaman içinde farkında olmadan birbirinden uzaklaşmış ve araya yabancılaşmalar girmişti. Aralarında tek bir şey kalmıştır, sevgi... 25. Saat’in sürprizi, sonunda karşımıza çıkıyor. Monty, hapse girmesi gerekirken, babası tarafından daha batıya kaçırılmış, yeni bir kimlik edinmiş, sevgilisini yanına almış ve mutlu bir hayat kurmuştur. Çocukları ve torunları ile büyük bir aile olmuşlardır. Görüntüler böyle akıp giderken aslında bunun hapse gitmekte olan Monty’nin zihninde oluşan bir simülasyon olduğu ortaya çıkıyor. ‘Malcolm X’ filmi ile ünlenen Spike Lee’nin yönettiği film, 24 saatlik bir periyotta geçiyor. Tek günde geçen öykü formatını daha önce de kullanan Spike Lee, bu filminde karşımıza başından sonuna sevgi yüklü bir tema ile çıkıyor. Barış ve sevgi ile ilgili söylemlerini ise dünya üzerinde cereyan eden olaylarla destekliyor ki, bunun en somut örneğini 11 Eylül olayı üzerine kurguluyor. 24 saat gibi bir zaman diliminde yan yana duran iki gökdelen yok olup gitmişti. Konusu bir tarafa, filmde kullanılan müzik, olağanüstü. Özellikle müzik ile akıp giden olaylar arasındaki senkron çok iyi kurulmuş. Trence Blanchard’ın müzik direktörlüğü yaptığı filme, Kraliyet Filarmoni Orkestrası ve Londra Senfoni Orkestrası’ndan 80 müzisyen katkıda bulunmuş. 25. Saat, konusu ve müziği ile haftanın iyi filmlerinden biri. Kaynak : Zaman