Ülkemizde neredeyse herkes birbirine karşı… Nerede
durduğunuz önemli değil, kimin karşısında olduğunuz
önemli. Barışın, insan haklarının, demokrasinin
gelişmesinin taraftarıysanız bile, aslında bu değerleri savunuyor
olmanızdan çok, kimin için bunları savunduğunuz önemli.
Kimin barışını, kimin haklarını ve kimin özgürlüğünü
istiyorsunuz? Ne yazık ki günümüzde değerler, bu soruların
cevabına göre anlam buluyor.
Bu durumumun sebebi de özgürlüğü, insan haklarını nesnel bir
olgu olarak anlayamamış olmamızdan kaynaklıyor. Gideceği son durak
“demokrasi ve özgürlükler” olan bir otobüsün
yolcuları olarak, aşmamamız gereken sorunların başında işte bu
mesele yatıyor.
Düşünün, darbelerle bile yüzleşmemiz daha çok yeni. Ama herkesin
mağdur olduğu meselelerden biri olan ve ortak uzlaşıyla karşısında
durulan “darbeler” konusunda bile, süreç öyle bir yere taşındık ki,
bizi bölüp-ayrıştırır bir hale geldi. Çünkü “kimin
darbecileri?” ya da “kimin için darbe?”
olduğu, “darbe” olgusunun önüne geçti.
Başörtülülerin üniversitelere özgürce girmesini, kamuda
çalışmalarını isteyenler, sorun cem evlerinin ibadete açılması ya
da din dersleri müfredatı olduğu zaman susuyor. Bunun tam tersi de
olabilir. Ama sonuçta varılan nokta yine aynı cevaba tekabül
ediyor; “Kimin özgürlüğü?”
Söz konusu Kürtler olunca ayağa kalkanlar, başka birilerinin hak
talebinde üç maymunu oynuyor. Filistin’de barışı arzulayan gönüler,
Suriye’de savaşı destekleyebiliyor. Çünkü barış da, savaş da, hak
da “kime ait?” olduğuna bağlı.
Bu nedenle bir karış yol gitmemiz on yılları alıyor. Tarihin
getirdiği yükümlülükle, aynı topraklarda yaşamaya mahkûm
“bizler” için, birlikte yaşamayı öğrenmekten başka
çaremiz yok. Farklıkları içimize sindirmekten sığınılacak tek
limanımız. Bunun için de birbirimize karşı olan ön yargılarımızı
atmak zorundayız.
Çok klişe bir örnek olabilir ama hala herhangi bir kahvede, ev
ortamında veya iş yerinde, yaşı statüsü mevkii fark etmeksizin
“ bu başörtülüler de artık şu “x” kafeye geliyor…”
ya da “bu solcular da zaten içer içer, sonra
da vatanı milleti kurtarmaya soyunur içki masalarından…”
laflarını eden insanlar duyuyoruz. Ben çok sıkıldım bu
“klişe önyargıları” duymaktan. Siz
de sıkıldınız mı?
Barışı, özgürlüğü, adaleti toplumun bütününe yaymamız için, ilk
önce birbirimizi anlamamız ve empati geleneğini öğrenmemiz
gerekiyor. “Anlayabilmek”, belki şu hayattaki en zor ve temel
unsurlardan biri, ama buna sahip olabilmemiz için gayret
göstermemiz gerekiyor. İşte o zaman, bu evrensel kavramlar da
hayatımızda olması gereken yere doğru everilecektir. Ve bir sınıfın
ya da zümrenin olmaktan çıkıp, “herkesin tapulu
malı” olacaktır.
***
Her geçen dakika bir bir kaybedilen Filistinli
çocuklara;
“Şimdi oralarda bir yerde çocuk olmak vardı;
Kudüs'te örneğin.
Taş atmak vardı ağlama duvarına,
Ağlatmak vardı bir anneyi;
Kurşun yiyip de tam kalbinin ortasına.
Tanklarla körebe oynayıp
Hep ebelenmek vardı tüfeklere orada!
Kudüs'te bir çocuk olmak vardı;
Bir melek olmak vardı Mescid-i Aksa'da.”*
…
Son birkaç gündür Filistin’de çocuklar, kadınlar, kısaca
masumlar ölüyor. Her iki tarafın halkları için de korkuyla yaşamak
hiç kolay olmayan bir durum olsa gerek. Orada, yıllardır
çözülemeyen bir dram söz konusu. Uluslararası toplum açısından ise,
“meşru ilan edilen müdafaa” ile “yaşam
hakkı ihlali” arasında sıkı bir kör döğüş yaşanmakta.
İnancımı soracak olursanız, bu savaşın kolay kolay duracağını
zannetmiyorum. Ama temennilerimizi, gökyüzünün boşluğuna bir kayıt
olarak düşürmekten başka çaremiz de yok…
(*) Ahmet Özbay’a şiir için
teşekkürler.
www.twitter.com/slckbymz