Özalın sır perdesi
Abone olÖzal'ın sır perdesini aralayan savcı
On yıl öncesine kadar Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin sıra
dışı başsavcısı olarak sürekli gündemin ön sıralarında olan Nusret
Demiral, Türkiye'yi sarsan pek çok suikast ve olayın dosyasına
bakan kişiydi. Demiral, bu olayların perde arkası hakkında
Aksiyon'a çarpıcı açıklamalar yaptı.
Nusret Demiral’ı bütün Türkiye, Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nin kudretli başsavcısı olarak tanıdı. 1984’te bu göreve
gelen Demiral, emekli olduğu 1995’e kadar Ankara’daki pek çok
suikast dosyasına bakan, 37 kişinin öldüğü Madımak Oteli’nin
yakılması soruşturmasını (Sivas davası) yapan, dokunulmazlıkları
kaldırılan Demokrasi Partili (DEP) milletvekillerini Meclis’te
gözaltına aldırıp tutuklatan kişiydi.
Nusret Demiral ile Ankara’da Çankaya’daki bürosunda yaptığımız
görüşme onun bugüne kadar bilinmeyen birçok özelliğini daha ortaya
çıkardı. Örneğin 1950’de Abdi İpekçi ve Nezih Demirkent ile
birlikte İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi iken Necip
Fazıl Kısakürek’i ziyarete gitmiş ve ondan etkilenmişti. Türkiye
Halk Kurtuluş Partisi Ordusu lideri Deniz Gezmiş, 12 Mart 1971
muhtırasından altı gün sonra Sivas’ta yakalanıp Ankara’ya
getirildiğinde sorgulanmak üzere onun önüne getirilmişti. O tarihte
Ankara’da savcı olan Demiral, 48 saattir uykusuz olduğunu söyleyen
Gezmiş’in kelepçelerini çözdürmüş ve cebindeki 50 lira ile yemek
getirtip Gezmiş ile birlikte yemek yedikten sonra yedi saat süren
ifadesine başlamıştı.
Demiral konuşmamızda yakın tarihin çok önemli suikastları hakkında
da çarpıcı açıklamalar yaptı. Demiral; Uğur Mumcu, Muammer Aksoy,
Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı suikastları başta olmak üzere
Ankara’da meydana gelen faili meçhullerin yakalanıp ceza alan
sanıkları için, “Acaba bunlar gerçek sanıklar mı, yoksa
yönlendirilmiş sanıklar mı?” sorusunu ortaya attı. 18 Haziran
1988’de yapılan Anavatan Partisi Kongresi’nde Özal’a ateş eden
Kartal Demirağ’ı ikinci atışta, arkasında oturan Mamak Ortaköy
muhtarı Ali Ünal’ın engellediğini belirten Demiral, “Muhtar güçlü
kuvvetli bir kişi. Eğer muhtar Kartal’ın elini tutup çekmese ikinci
kurşun mikrofon direğine değil tam Özal’ın kalbine gidiyordu.”
diyor.
KISAKÜREK İLE TANIŞMA
Nusret Demiral’ın
savcılık macerası onun 1949’da İstanbul Erkek Lisesi’ni
bitirmesiyle başlıyor. Babasının, o zamanki adı “Şirketi Hayriye”
olan İstanbul vapurlarının Bebek iskele memurluğu sebebiyle
çocukluğu Bebek’te geçti. Liseyi bitirince babasının, “Öyle bir
üniversite seç ki, zilini çaldığın her işin kapısını açsın.”
tavsiyesi üzerine hukuk fakültesine giriyor. Çünkü o zaman her
mesleğe girişte en ön sıradaki okul hukuktur. O yıllar, tek parti
iktidarının son günlerini yaşadığı, Adnan Menderes ve
arkadaşlarının kurduğu Demokrat Parti’nin iktidara gelmeye
hazırlandığı bir dönemdir. Dönemin en önemli figürlerinden biri de
ünlü şair Necip Fazıl Kısakürek’tir ve üniversite gençliğinin
yakından izlediği bir kişidir.
Nusret Demiral, Kısakürek ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “İkinci
sınıftaydık. Eminönü’nden vilayete doğru çıkarken köşede o zaman
Vakit gazetesi vardı. Necip Fazıl, onun iki bitişiğinde bir yerde,
ikinci katta. Arkadaşlarımız oraya gidiyordu. Onların içinde
Kubilay İmer diye benim sınıf arkadaşım vardı. Rahmetli oldu.
Epeyce talebe Necip Fazıl’a gidip geliyordu. Necip Fazıl aklı
başında, kafası çalışan, kendini bilen bir kişiydi. Bendeki intiba
oydu. Ama dine aşırı bir bağlılığı vardı, Atatürk’e karşı
sempatisinin biraz az olduğunu gördüm. Ama Atatürk sevgisinden
yoksundu diyemem. Bir süre oturduk. Arkadaşlarımız tanıştırdılar.
Nerede doğduğumu sordu. Tanışmamız öyle oldu. Ondan sonra
şiirlerini, kitaplarını, hepsini okudum.”
DENİZ GEZMİŞ İLE KARŞI KARŞIYA
İstanbul Hukuk
Fakültesi’nde Demiral’ın sınıf arkadaşları arasında üçü özellikle
dikkat çekiyor. Bunlar, sonraki yıllarda Türk basınında önemli
roller üstlenecek olan Abdi İpekçi, Nezih Demirkent ve Jön
Türklerden Ahmet Bedevi Kuran’ın oğlu Alp Kuran.
Demiral ve bu arkadaşları üniversitede açılan gazetecilik
enstitüsüne gitmeye başlar. İçlerinden gazeteciliğe karşı en çok
hırsı olan kişi Abdi İpekçi’dir. Nitekim, gazetecilik aşkına okulu
yarıda bırakır. Nezih Demirkent ise okulu bitirdikten sonra
gazeteciliğe atılır. Mezuniyetten sonra yedek subay olarak askere
giden Demiral, 1954’te başladığı stajını bitirip 1955’te
Gümüşhane’nin Torul ilçesinde savcı olarak göreve başlar. Sonraki
görev yeri Hacıbektaş’tır. Onu Ankara savcılığı izler. 1976’ya
kadar Ankara’da kaldıktan sonra üç yıl Samsun başsavcısı olarak
görev yapar; 1979’da yeniden Ankara’ya döner. Ankara Adliyesi’nde
1984’e kadar çalıştıktan sonra o yıl Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi Başsavcılığı görevine atanır. İşte bu tarih Nusret
Demiral’ın bütün Türkiye çapında en çok bilinen ve hakkında en çok
tartışma yapılan savcı olması sürecinin başlangıcı.
Biraz gerilere gidip Abdi İpekçi’yi sorduğumuzda Demiral, “Okul
albümünü üç arkadaşa yaptırırdık, biri Abdi İpekçi’ydi. O zaman
Galatasaray Lisesi’nin köşesinde İpekçi ailesine ait Foto İpek
vardı. Hatta İpekçi, her sömestrde bütün arkadaşlarımızı toplayıp
yemek veriyordu.” diyor. Ancak, sonraki yıllarda İpekçi ile
Demiral’ın herhangi bir teması olmamış: “Bir temasımız olmadı, ama
yazılarını okuyordum. Ankara’da olduğumu biliyordu. Gelen avukat
arkadaşlarımız vasıtasıyla birbirimize selam gönderirdik.” Peki,
İpekçi 1979’da suikasta uğrayınca Demiral, arkadaşını kimlerin
öldürdüğünü merak edip suikast araştırması ile hiç ilgilendi mi? Bu
soruya “hayır” cevabını veriyor.
12 Mart 1971 muhtırasından sadece altı gün sonra Sivas’ın Gemerek
ilçesinde yakalanıp Ankara’ya getirilen Deniz Gezmiş’i sorgulayan
kişi Demiral’dı. Deniz Gezmiş, Demiral’ın önüne getirildiğinde
hakkında tam 11 ayrı suçlama vardı. Bunlar arasında ABD Büyükelçisi
Kommer’in arabasının 6 Ocak 1969 günü Ortadoğu Teknik
Üniversitesi’nde (ODTÜ) yakılması; bir erin ölümü ile sonuçlanan
ODTÜ kampüsündeki çatışma; hacze giden avukat ve polislerin Sevim
Onursal’a ait evde silah zoruyla alıkonulup bağlanması; 25 Ağustos
1969 günü bindikleri taksi şoförünü (Mesut Erdinç) kendilerini
ihbar etmesin deyip ağzını bantlayarak küvete koyduktan sonra orada
unutup ölümüne sebebiyet vermek; 29 Aralık 1969’da ABD
büyükelçiliği önündeki polis noktasını tarayıp polisleri yaralamak
gibi olaylar vardı. Nusret Demiral bu 11 olayı saydıktan sonra,
“İfadeni alacağız.” deyince Deniz Gezmiş, “Faşist cumhuriyet
savcılarına ifade vermem.” cevabını veriyor.
FAŞİST CUMHURİYET OLMAZ
Gerisini Demiral şöyle
anlatıyor: “Ben de dedim ki cumhuriyet kelimesinin yanında faşist
kelimesi olmaz. İfade vermem dedi; ama sonra yedi saat ifade verdi.
Hatta bir anımız var. Yemek yedin mi diye sordum. Yemedim dedi. Biz
de yemedik, beraber yemek yiyelim dedim. Cebimde, o zamanın
parasıyla 50 lira vardı. Bir şeyler aldık, yemek yedik. Hatta
kelepçeli getirmişlerdi. Kelepçeleri çözün dedim. Çözülünce
rahatladı. Ferahladı. Muhabbet ettik doğrusu. İfadenin dışında bir
konuşmamız oldu. Kendisinden ifade almak için tabii bütün bunlar.
Hemen pat küt, şunu söyle bunu söyle değil. Adam çok samimi olarak
kendisini anlattı. Her şeyi söyledi orada… Biz senin ifadeni
alacağız, bize her şeyi söyle, seni sıkıştırmıyoruz, şunu söyle,
bunu söyle demiyoruz. Yemekten sonra, dâhil olduğu kişileri ve
olayları anlattı. Nerelisin diye başladık. Erzurumlu olduğunu, bir
öğretmenin oğlu olduğunu söyledi, kendi hayatından bahsetti. Yavaş,
yavaş, ondan sonra her sorduğumuz soruya cevap verdi. Senin bu
hareket tarzın nereden geliyor, neden bu yoldasın, örgüt üyesi
misin dedik. Türk Halk Kurtuluş Partisi Ordusu’nun bir savaşçısıyım
dedi. Bazı şeylerde ifade vermedi tabii. Ondan sonra sıkıyönetim
mahkemesi açıldığı zaman bütün evraklar oraya gönderildi.”
ERDAL İNÖNÜ İLE DEVRİM TARTIŞMASI
O gün Deniz
Gezmiş ile yaptığı konuşmaları, notlarından özenle aktaran Demiral,
18 Mart 1971 günü saat 19.25 itibariyle Gezmiş’in söylediklerini
tutanağa şöyle geçirmiş: “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu bugün
Türkiye’de emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren ve
ülkenin bağımsızlığının ancak silah zoruyla sağlanacağına inanan ve
bu yolda silahlı mücadele yapan bir örgüttür. Bu örgütün herhangi
bir örgütle ilişkisi bulunup bulunmadığı ve bu örgütün bir mensubu
olup olmadığım hususuna cevap vermeyeceğim. Ben bu örgütün
savaşçısıyım. Örgütteki rolüm ve çalışmalarım hakkındaki suale de
cevap vermiyorum.”
Demiral’ın o günden hatırladığı bir diğer nokta Gezmiş’in, “48
saattir uykusuzum” demesiydi. Deniz Gezmiş de tıpkı Demiral gibi
İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisiydi. 1966’da bu fakülteye
girmişti, ancak 1969’da Filistin’deki kamplara gidince okulu terk
etmişti. Demiral, o gün Gezmiş ile konuşurken, “Aynı üniversitede
okuduk. Bizim zamanımızda da hadiseler olmaya başlamıştı.” deyince,
Gezmiş bu sözlere hiçbir tepki vermemiş. Demiral, Gezmiş ile
birlikte yaralı olarak yakalanan Yusuf Aslan’ın da ifadesini almış.
Hastaneye gittiğinde Yusuf Aslan’ın, kasığından yaralı olduğu ve
vücudunda diren olduğu halde ayağa kalktığını belirterek şöyle
devam ediyor: “Karaciğerinden vurulmuştu, direnle besliyorlardı.
Ona rağmen ayağa kalktı, selamladı, oturdu, ifadesini öyle aldık.
Oradaki o terörist kişinin takındığı tavır, Türk örf ve adetlerine
uygun, bir cumhuriyet savcısına karşı saygıyı simgeleyen bir
hareket tarzıdır. Ama bugün onu göremiyoruz. Bugün duruşmalarda
adam sana çakmak atıyor, küfür ediyor. Onlarda bu yok. Nereden
nereye gelindi.”
ANKARA’DAKİ SUİKAST OLAYLARI
Demiral’ın o
dönemde yaşadığı bir diğer olay, ODTÜ’ye soruşturma için gittiğinde
rektör Erdal İnönü ile karşılaşması ve onunla yaptığı konuşmalar.
Demiral bunu şöyle anlatıyor: “Deniz Gezmiş, üniversitede iki
numaralı yurtta kalıyordu. Ayrı ayrı odaları vardı. Hegemonyasını
kurmuş orada. Bütün oralarda baştanbaşa devrim kelimesi yazılmış.
Erdal İnönü’ye dedim ki bu kelime ne? Burası üniversite, nasıl
yazılıyor bunlar? Efendim işte inkılap demek. Hayır, devletin yurdu
bu. Mesela İrfan Uçar diye bir çocuğumuz, DEV-SOL’un gıyabi tutuklu
bir elemanı, polis arama yapınca Erdal İnönü’nün bulunduğu odaya
giriyor. O vakit İnönü odada mı değil mi bilemiyorum. Yalnız
vilayete tutuklu olup olmadığı soruluyor. Teslim etmek istemiyorlar
polise. Vilayetten cevap gelinceye kadar öteki taraftan kaçtı.
Sonradan yakalandı tabii.”
Nusret Demiral’ın Ankara DGM Başsavcısı olduğu dönemde 1988’de
Özal’a yapılan suikast girişimi başta olmak üzere yarısı ölümle
sonuçlanan 15 civarında suikast meydana geldi. Bunlar arasında Uğur
Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy olayları ve dokuz yabancı
diplomata yönelik saldırılar da var. Ancak Demiral’ın görev süresi
boyunca bu olayların hiçbiri aydınlatılamadı. Sadece Özal
suikastının faili Kartal Demirağ yakalandı; onun da kimler adına
hareket ettiği ortaya konulamadı. Hatta o gün Demirağ’la birlikte
kongreye gelen ve kendisinden daha uzun boylu olduğu bilinen
arkadaşının kimliğine bile ulaşılamadı. Nusret Demiral ile
konuşmamızın bu bölümü soru cevap biçiminde şöyle gelişti:
-Ankara’daki bu faili meçhulleri tanımlarken, “Bunlar bir tespihin
taneleri gibidir, bir tanesi çözülürse, diğerleri de çözülür.”
diyorsunuz. Neden?
Çünkü hareket tarzları aynı. Mesela bomba konuluyor, hep aynı
bomba. Tabanca ile vuruluyor, hareket tarzı aynı. Bir Muammer Aksoy
mesela. “Şıışşt” dediler, Muammer Aksoy arkaya döndü, vurdular.
Ondan önce Ahmet Bedevi, Suudi Arabistanlı diplomat, onu vurdular.
Onda da aynı şekilde. “Şıışşt” dediler, adam evine girerken, döndü,
baktı, vurdular. Hareket tarzları hep aynı. Suçu işlemeden önceki
hareket tarzları hep aynı…
“Şıışşt” dediklerini nereden biliyoruz?
Söylüyorlar zaten. Yaptığımız soruşturmalardaki tanıklar söylüyor
bunu.
Bombalama olaylarındaki ortak nokta ne?
Bombalama olaylarında taktik, C-4 dediğimiz bomba, patlayıcı, çok
ani şey yapıyor. Buharlaşıyor ve bulunduğu yeri, küçücük bir şey şu
binayı yıkar. Uğur Mumcu’nun arabasının vites kolunun altına
yapıştırmışlar. Vites koluna ip gibi bir şeyle iliştirmişler.
Vitesi oynattığın zaman patlıyor. Ondan önce bir Amerikalı
bilgisayar uzmanı, yine Çankaya’da iki yabancıya yapılan hadise,
yaralandılar.
Bomba dışarıdan geldi diyorsunuz. Bu C-4 Türkiye’de
bulunmuyor mu?
Şimdi şöyle. O sıralarda Türkiye’de o
olayları yapabilecek, güçte, kabiliyette kişileri biz bulamıyoruz.
Çünkü 45 saniye içinde o bombanın oraya dikkat çekmeden
yerleştirilmesi lazım. Uğur Mumcu’nun sanıkları yakalandı ve mahkûm
edildi. Bu kişilerin anlatımları; ama acaba bu anlatımlara göre mi
mahkûm edildi, yoksa bir tatbikat yapıldı mı, nasıl konuldu nasıl
edildi…
Konuştuğumuzda dediniz ki “Acaba bunlar gerçek sanıklar mı
yoksa yönlendirilmiş sanıklar mı?” Yönlendirilmiş sanık ne
demek?
Şimdi şöyle. İllegal örgütlerde örgüt tespit edilmesin veya tespit
zorlaşsın diye tetikçiler yok edilir. Mesela adam bir ay sonra
geliyor size bu suçu ben işledim diyor. Anlat diyorsun, anlatıyor.
Hem de hazırlıklı geliyorlar. Mesela Özal’ın hadisesinde Kartal
Demirağ çok hazırlıklıydı. Hatta biz dedik ki, kim var bunun
içinde. Israr edildi. Her ısrarda tamam dedi. Siz ısrar ediyorsunuz
tamam, benim anlattığıma inanmıyorsunuz, ben size birkaç senaryo
yazayım, onları anlatayım dedi. Anlattı, senaryoları teyit de
ettik. Mesela şu bankaya şu kadar para geldi diyor. Gittim baktım,
hakikaten o para gelmiş. Ama hadise ile ilgisi yok. Suikast
hadisesi ile hiç ilgisi olmayan bir şey. Başka bir şey anlattı yine
öyle. Orada eğer o fotoğrafı çekilmeseydi (Gazeteci Osman
Aydoğan’ın çektiği ve Demirağ’ı elinde silahla gösteren resim),
tespiti mümkün değildi. Çünkü bir arkadaşı ile beraber gelmişti.
İki kişi bunlar. Onları gören kişiler söyledi. Mesela Muammer Aksoy
olayında bir sürü adam geldi, ben katilim dedi. Araştırdık, baktık
hepsi hikâye. Adam manşete çıksın diye.
Kendileri mi geliyor?
Kendileri geliyor.
Mumcu olayında da oldu mu?
Mumcu olayında da oldu aynı şeyler. Onun için tespih taneleri gibi
dedim. Bir tanesini çözersen hepsini bulursun. Nitekim bizden sonra
bulundu. Doğru mu bulundu…
Sizden sonra nasıl bulundu?
Bilemem.
Çünkü bu kişiler on yıl boyunca Ankara’daymış.
Bilemiyorum. Polis devamlı takip ediyor.
Peki bir ara Cumhuriyet gazetesine şöyle demişsiniz: “Uğur
Mumcu’nun faillerini elimizden kaçırdık, bunlar yerli olsaydı
mutlaka tespit ederdik. Yaptığımız araştırmaya göre bu patlayıcı
yurtdışı kaynaklı örgütlerce kullanılıyor.”
O tarihlerde bu patlayıcı zannediyorum İngiltere’de, bir de Avrupa
devletlerinden birinde üretiliyordu. Şimdi her yerde üretiliyor.
Devamlı da yakalanıyor.
Ülkü Coşkun, Ankara DGM Savcısı, devlet isterse Uğur Mumcu
cinayetini çözer demişti.
Şu lafı o şekilde söylemiş değil. Devlet isterse değil, her kurum
birbirine yardım etmek mecburiyetinde, kişiler birbirlerine yardım
etmek mecburiyetinde. Şimdi bir şey görüyorsunuz, elinizde delil de
var, kanaatiniz ne oldu, getirip bize vermeniz lazım. Saklamamanız
lazım. Devlet isterse bunu çözer diye bir şeyi ben onun ağzından
duymuş değilim. Çünkü soruşturmayı uzun süre o yaptı. Ondan sonra o
hâkim olunca soruşturmayı Kemal Ayhan’a verdik. O da rahmetli oldu.
Ondan sonra herhalde Talat Şalk aldı.
Kemal Ayhan soruşturma sürerken vefat etti, hatta bazı
kuşkular dile getirildi…
Yok, o solunum yetmezliğinden
öldü. Çok şişmandı, doktora filan gitmiyordu.
DEVLET MUMCU’YU DİNLİYORDU
Mehmet Ağar’ın da
Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’ya söylediği bir söz var. “Bu bir
duvardır. Eğer ben bir tuğla çekersem duvar yıkılır.” Burada
aslında üzerinde durulan şu. Acaba bu işin devletin içinde de bazı
bağlantıları var mı? Yok.
Siz tespit edemediniz?
Tespit edemedik. Uğur
Mumcu’yu devlet niçin vursun?
Devlet değil de, mesela Susurluk’tan sonra bir sürü
örgütlenmeler ortaya çıktı.
Yok onlar, ondan sonra oluştular. Uğur Mumcu’nun zamanında böyle
derin devlettir, şudur budur söz konusu değildi. Uğur Mumcu zaten
uzun süre tehdit edilmiş. Sekreteri bize anlattı her şeyi. Ama bize
ihbar etmemiş. Polise de bir şey söylememiş. Ederlerse etsinler
demiş. Halbuki telefonlarını dinlerdik, şahısları tespit ederdik.
Nereden gelecek…
Ama Mehmet Eymür ile yaptığımız röportajda Eymür, devletin
Mumcu’yu dinlediğini söyledi…
Devlet herkesi
dinler.
Dinler tamam, ama siz Uğur Mumcu’yu dinlemediniz, devlet
birimleri dinlediyse o tehditleri onlar da size ulaştırmamış demek
ki.
Belki ulaştırmadı. Biz her şeyden, herkesten
istedik. İstihbarat örgütlerinin yaptığı şeyler delil değildir, ama
bizi yönlendirebilir. Onları istedik biz, ama bir bilgi alamadık.
Defaatle istedik, alamadık.
O zaman şunu söyleyebilir miyiz? Devletin ilgili birimleri
Uğur Mumcu soruşturmasında size yeterince yardımcı
olmadı.
Hayır öyle bir şey söyleyemeyiz. İstedik biz
vermediler. Belki yoktu ellerinde. Bilgi yoktu, o bakımdan.
Sekreterinin bana anlattığı, çünkü telefonu o kızcağız açıyor
devamlı, böyle böyle söylüyorlardı, tehdit ediyorlardı diyor…
Yarım kalan bir “Kürt dosyası” var.
Şimdi
araştırma yapıyor adam. Nerede araştırma? Bir PKK araştırması…
Siz o araştırmanın tamamını aldınız mı?
Bize
eşi hiçbirisini vermedi. İstedik hepsini. Bize vermediler.
Bilgisayarını bize verin, inceleyelim dedik. Onu da vermediler.
Evine kadar gitti Ülkü Coşkun ifade almaya. Bize yardımcı
olmadılar.
Ailesi yardımcı olmadı mı?
Hayır olmadı. Aile
bizi düşman ilan etti. Sanki biz yapmışız hadiseyi. Ben o zaman da
dedim. Sanığı biz tespit etsek, idama karar verilse ipini ben
çekerim dedim.
MECLİS’TEKİ ÇANTA OLAYI
Uğur Mumcu ile dostluğunuz var mıydı?
Yok, bir
soruşturma dolayısıyla tanışmıştık kendisiyle, ama çok eskiden.
Ne zaman?
Meclis’te bir çanta çalınması
hadisesi vardı. O da çantadaki şeyleri makalelerinde yazmıştı. Biz
nereden aldın dedik. Bize gönderdiler filan dedi.
Ne çantası?
Bir milletvekili, bir senatör
arkadaşın çantasıydı herhalde, ismini hatırlamıyorum.
Sonradan bu suikast olayları aydınlanınca sizin için
sürpriz oldu mu?
Yok sürpriz olmadı. Her zaman
aydınlanabilir. İki ayda da aydınlanabilir, üç ayda da, gecikebilir
de. Her zaman söyledim. Çabuk da aydınlanabilir. Hadisenin
akabinde, yerimiz de yakın hemen gittim. Gittiğimizde olay
mahalline dolmuş herkes. Yerdeki deliller meliller her şey… Biz
orada parça da topladık. Yerleri süpürttürdüm. Hepsini aldım
götürdüm ben. Patlamayı biz öyle tespit ettik. Mesela rahmetlinin
(Uğur Mumcu) beyin parçaları duvarlarda bulundu. Bu kadar güçlü bir
patlama. 2,5 kilo diyorlar, şu kadar kilo diyorlar tahmini olarak
söylendi. Çünkü iki üç gündür de o arabaya binmemiş. Çocuklarına da
siz gelin, ben arabayı çalıştırayım demiş. Zannediyorum ki öyle de
bir tedbiri vardı. Muhtemelen çocukları, hepsi içinde arabayı
çalıştırsa hepsi gidecek. Sonra orada mesela, çok yakın yerlerde
elçilikler var, polisler var. Kimsenin dikkati çekilmemiş demek ki
orada. Öyle profesyonelce yapılmış ki o hareket, bomba takılması,
araba dizili çünkü orada, bir sürü araba var…
Şimdi son on yılda Türkiye’de şu ortaya çıktı. Kolları
devletin içine de uzanan bazı örgütlenmeler var. Ama bunun üzerinde
hiç durmuyorsunuz.
Şimdi ben buna yanaşmıyorum. Şöyle
yanaşmıyorum. İllegal örgütler her yerde çalışma yapar. Her yerde
yaptığı çalışma devletin içinde de olur. Adam sokar oraya, o
devletin içinde demek değildir. Devletin içine bir adamını
sokmuştur. Takip ediyor. Biz soruşturmacı olarak onları takip
ederken bizi de takip ediyorlar. Çok dikkatli olunması lazım. Onun
için ben gizliliğe çok şey yapmışımdır. Mesela Kartal Demirağ
hadisesinde ertesi günü gazetelerde çıktı ifadesi. O yüzden Erbil
Tuşalp’i tutuklattık. Niçin neşrediyorsun? Gizli dedik. Neşretmese
belki daha değişik bir ortam oluşacak. Ondan sonra adam ifadeyi
okudu, onun verdiği ifadeye göre de tedbirini aldı herkes. Çok
önemli şeyler bunlar.
Peki, o soruşturmayı siz yaptınız. Şu anda hâlâ Özal
suikastı tartışılıyor Türkiye’de. Arkadaki güçlere neden
ulaşılamadı?
Ulaşılamaz tabii, ulaşılamaz. O işi yapan
kişi çok şey, Kartal Demirağ öyle boş bir insan değil ki. Biraz
önce söyledim. Birkaç senaryo yazabilecek durumda. Orada bidayette
Özal’ın verdiği bir emir var. Diyor ki, herkes buraya davetli, hiç
kimsede arama yapmayacaksınız. Kimse aranmıyor.
Özal’ın mı emri o?
Tabii aldığımız ifadelerde
öyle. Demokratik ortamdır, demokrasidir, herkes kongreye gelebilir,
gelecek ve geliyor. Hadise böyle. Bu şekilde bir müsamaha ortamı
yaratıldıktan sonra polis de girenleri ne temaşa suretiyle ne de
şeyle böyle, kim geldi hangi araba geldi. Mesela ben o zaman
söyledim. Buraya gelen bütün arabaların plakalarını niçin
almadınız? Böyle bir suikast olacağından kimsenin haberi olmamış
ki. Aslında olması lazım. Yani orada bir kongre yapılıyor. Özal’a
karşı antipati besleyen kişiler kim. Daha önce karaborsacı olan bir
camia var Türkiye’de. Sigara satıyor, içki satıyor, onların hepsi,
kuyruk ortamı hepsi kalktı Özal zamanında. Bunlar kalkınca bundan
para kazanan kişiler elbette Özal’a sempati duymadılar.
MUHTAR’IN HAREKETİ ÖZAL’IN HAYATINI KURTARDI
Kim bunlar?
Bunlar bu kaçakçılığı yapan güçlerdir.
Bunu yapan güçlerin tespit edilebilmesi için şeyin çözülmesi lazım.
Ancak biz o zaman çocuğu daha önce cezaevinde ziyaret eden Osman
Atay (Afyonlu İşadamı Kemal Horzum’un İsviçre’de yaşayan arkadaşı)
gelmiş sen bu kadar basit işlerin adamı değil, daha büyük işlerin
adamısın diye onu yönlendirmiş. Aynı memlekette birisi İsviçre’de
yaşayan bir adam. Benim bulunduğum sürece Osman Atay Türkiye’ye
gelmedi. Ama ben ayrıldıktan sonra geldi, hakkında takipsizlik
kararı verildi. 1996’da filan olacak.
Salonda da tatbikat yaptınız. İkinci kişi salona girmiş
mi?
Yok girmemiş.
Ama salonda görenler var. Hatta o gün kongre salonunda olan
Mamak Ortaköy muhtarı Ali Ünal, Kartal Demirağ Özal’a ateş ederken;
onu engellemeye çalışıyor, sonra arkadan birisi muhtara vuruyor.
Eski askerî savcı olan ANAP milletvekili Faik Tarımcıoğlu da diyor
ki, “İkinci kişiyi gördüm, yakalayın dedim, ama
kaçtı.”
Tabii arkadan birisi vuruyor. O gelen arkadaşı mı değil mi. Çünkü
onlar ayrılmışlar birbirlerinden. Kartal Demirağ’dan biraz da uzun
olduğu söylenir o çocuğun. İşte kot pantolon giymişler… Muhtar
güçlü kuvvetli. Muhtara kimse bir şey yapacak durumda değil. Kartal
Demirağ bir silah atıyor, ikinci silahı atıyor. İkinciyi atarken
muhtar elini çekiyor ve aşağıya isabet etti. O kurşun da mikrofon
direğine saplanmış. Özal rahmetli de aşağıya sinmişti. Kurşun eğer
mikrofon direğine gelmese Özal’ın kalbine geliyordu. Yaptığımız
inceleme orada o oldu.
Kartal söylüyor mu, arkadaşım vardı diye?
O
hususta hiçbir şey söylemiyor, yalnız geldim diyor. O hususta
hiçbir şey söylemedi. Bir de orada ifade aldığım kişiler, gören
kişiler, gazeteci kişiler söylediler. Muhtar söylüyor… Zaten silah
patlamaya başlayınca kaçıyor hepsi. Zaten silah da eften püften bir
silah. Öyle güçlü bir silah değil.
Silah nasıl girmiş içeriye? Bir çelengin içine gizlenerek
içeri sokulduğu söylendi?
Hayır, hayır. Üzerinde
adamın silah.
Eften püften bir silah diyorsunuz. Özal ise bu silah öyle
bir silah ki, en fazla iki defa ateş etmeye ayarlıydı
diyor.
Hayır, öyle bir şey yok. Üçüncü ateşi
yaptıramamış. Tutukluk yapmış namlu.
Daha sonra bu silahla defalarca atış yapılmış, her
seferinde ikinci atıştan sonra tutukluk yapmış..
Yani
eften püften dediğim. İki tane şey attın namlu ısınıyor. Namlu
ısınınca tabii…
Ama hep öyle olmuş…
Yok, öyle bir şey yok.
Özal ile birebir konuştunuz mu?
Tabii
konuştuk. Hatta üçüncü bir silah sesinden bahsetti. Yaptığımız
şeyde üçüncü silah sesi olmadığı, üçüncü sesin; kurşun mikrofon
direğine çarpıp deliyor ya, mikrofon direğinin düşme sesi olduğunu
gösterdik. İlk iki ses patlama sesi, üçüncü ses çarpma sesi. Üçüncü
ses öyle. Özal ısrarla söyledi hatta. Birebir yüz yüze
konuştuğumuzda. Öyle bir şey yok dedik. Bilirkişi arkadaşımıza
sorduk. Silah sesi ile çarpma sesi birbirinden ayrı.
Peki Özal’a salona herkes alınacak talimatını siz mi
verdiniz diye sordunuz mu?
Hayır, öyle bir şey
sormadık. Öyle bir şeye lüzum yok. Zaten Özal’ın ifadesini de
almadık.
BELKİ DE ÖZAL BİLİYORDU
O mu sizi çağırdı?
Konuta çağırmıştı. Gittim, orada
baktım kaseti gösteriyor bana. Üçüncü silah sesi deyince nereden
çıkarıyorsunuz dedim. Biraz dikkatli seyredin dedim. Üçüncü ses
silah sesi değil. Silah sesi tak tak diyor öteki tak diye düşüyor.
Öncekiler silah sesleri, öteki silah sesi değil, çarpmanın
getirdiği bir ses.
Size arkadaki güçler kimler diye sordu mu?
Yok, o hususta hiçbir şey söylemedi. Belki de biliyordu.
Sonra Özal size, bu işin arkasında kimse çıkmadı mı gibi
bir şey söyledi mi?
Hayır. Hatırlamıyorum, öyle bir
şey söylemedi.
Siz bir şey söylediniz mi kendisine?
Yok biz
soruşturmayı gizli tutarız. Kim olursa olsun söylemem ben. Dava
açıldıktan sonra Özal’a gitmedim zaten, dava açılıncaya kadar
görüşmemiz oldu. O kadar.
Kartal Demirağ, cezaevinden çıktıktan sonra, “Allah Özal’ı
öldürmemi istemedi. Eğer Özal ölse ben de öleceğimi biliyordum.”
dedi. Size de böyle bir şey söyledi mi?
Hayır
söylemedi.
Bir de ilk ifadelerinde özellikle Özal’ı vurmak düşüncem
yoktu. Bu Uğur Mumcu da olabilirdi demiş.
Yok, öyle
bir şey söylemedi. Mektup gönderdim. Sonra silahımı aldım, geldim
ve vurdum diyor.
İşte o mektup olayı var. Kartal Demirağ, Semra Özal’a
yazdığı mektupta diyor ki, “Örgütümüz sizi yok etmeyi amaçlıyor.
Eğer af yoksa yeminimiz kutsaldır…
Söylemiş
olabilir.
Şimdi eski bir Yargıtay savcısı var. Uğur Tönük. Onun
anlatımları var. Özal bizi görevlendirdi, bir dizi çalışma yaptık.
Kartal Demirağ’ın Afyon bölgesinde bir Kontrgerilla örgütünün
elemanı olduğunu tespit ettik.” diyor.
Bilmiyorum hiç.
O hususları hiç soruşturmadım, bilmiyorum.
Siz öyle bir örgüt tespit edemediniz.
Yok yok
hayır.
Peki sordunuz mu bu örgüt nedir?
Tespit
edemedik ki.
KUTSAL YEMİNİN ANLAMI
Hayır Kartal Demirağ’a sordunuz mu bunu?
Adam
o cevabı hiç vermiyor ki. Mektup gönderdim diyor. Yazdım diyor.
Örgüt kendisi.
Yeminimiz kutsaldır diyor.
Yok yok, hikaye
onlar. Yemini kutsal; çünkü sen bize söz verdin af çıkarmadın, biz
de cezaevindeki bütün kişiler sana karşı bir kin besledik. Ben
milliyetçi bir insanım, geldim, vurdum.
Özal af sözü vermiş mi onlara?
Herhalde
propaganda konuşmalarında söylemiş ki…
Niye bir örgüt bağlantısı tespit edilemedi. Üstelik sanık
elde ve ben bir örgüt üyesiyim diyor.
O zaman, zaten
illegal örgütler arasında aşırı sağ bir örgüt yoktu.
Burada tabii söylenen şu. Acaba devletin içine de uzanan
bir örgüt mü vardı?
Hayır hayır. Öyle bir şey yok. Özal’a esas bu hareket tarzının
sergilenmesi, bir af ortamı, af ortamını şemsiye eden onun içindeki
ortamda, ancak Özal iktidara geldikten sonra kuyruklar bitti. Bazı
kişilerin mamalarına son verildi. Kim bunlar, kaçakçılar. Bunun
üzerine biz hassasiyetle gittik. Bir bağlantı kuramadık.
O bağlantı da kurulamadı
Evet, o bağlantı da
kurulamadı.
Arkadakilere ulaşamadık dediniz.
Tabii,
aslında ulaşmak lazımdı. Mesela hep şeyin üstünde durmuşumdur. O
gün oraya gelen arabaların numaraları tespit edilmiş olsaydı…
Ama zaten Kartal Demirağ ticari bir taksiyle
gelmiş.
Gelsin canım. Söylüyor zaten hangi taksiyle
geldiğini. Biliyoruz biz.
Öteki arabalar niye önemli sizin için.
Onlarda, onunla beraber gelen bir sürü adam olur. Ona yakın. Onun
için tespit edemedik. Arabalar olsaydı, o kişileri araştıracaktık
biz. Biraz önce ne dedin. Özal, şu oldu, bu oldu dedi. Şüpheleri
var adamın. Benim yaptığım icraatlardan dolayı bana düşman olanlar
oldu. Nedir o? Onların ticari ortamını kaldırdı? Neden? Ticari
ortamda bir sıkıntı vardı, onu gevşetti. O bakımdan biz onun
üzerinde hassasiyetle durduk. Fakat tabii tespit edilemedi.
Edilemediği için bir şey yapamadık.
Aksiyon