Oyun odasında yaşıyoruz
Abone olOyun ve sanat her zaman birlikte oldu, ama artık ilişkilerinin niteliği değişti.
Oyun, insanın yalnızlıktan kurtulmasının bir aracı değil, tam
tersine onu çoğaltmasının bir yolu halini aldı Şu sıralar Paris'te
Pompidau Kültür Merkezi'ne gidenler ilginç bir sergi görebilir.
Sergi, 'çoklu medya' (multimedia) diyebileceğimiz, farklı üretim
araç ve ortamlarının bir arada ele alınmasına olanak veren,
'etkileşimli' (interactive) bir yaratım sürecini kullanan ve
işleyen yapıtlardan oluşuyor. Bir anlamda bilgisayarın, bilgisayar
temelli tasarımların etkin olduğu bir düzenleme bu. Gerçekten de
bilgisayar ortamı işin özünü meydana getiriyor. Ama onunla sınırlı
değil tabii... Yanı sıra ses ve görüntü tekniklerinin devreye
sokulması da söz konusu. Kısacası, akla gelebilecek her şeyden
yararlanarak ortaya bir 'şey' çıkarılıyor. Bir örnek vermek
gerekirse sergide yer alan bir 'işi' anlatayım. Bir oyun bu. (Zaten
sergide yer alan yapıtların çoğu 'oyun/cak' özelliği taşıyor...)
İki kişi karşılıklı oturuyor. Aralarında pinpon masasına benzeyen
bir masa var. Üstünde bir top yer alıyor. Kişiler başlarına bir
bant bağlıyor. Bu bant beyin dalgalarını ölçüyor. Oyunculardan
'rahatlamaları' isteniyor. Siz rahatladıkça topu karşıya
itiyorsunuz. Bu rakip için de geçerli. Kısacası, kim daha sakin
davranırsa onun topu karşıya doğru daha çok yol alıyor. Nihayet
topa rakibinin sınır çizgisini aşırtan oyunu kazanıyor. Bu arada
beyin dalgalarının görüntüsünü bir ekrandan izlemek olanağı da var.
Su üstünde pingpong Bir başka masada iki kişi bu defa bilinen
biçimde pingpong oynuyor. Ne var ki, masa bir su birikintisi
niteliği taşıyor. Top masaya çarptığında su dalgalanıyor, balıklar
kaçışıyor. Belki bir şeye yaramayan ama son derece hoş bir görüntü
ve ortam. Ben, büyük dostum heykelci Erdağ Aksel'le 'beyin dalgası'
oyununu oynadık ve o kazandı. (Zaten birisinin Erdağ'ı yenmesi öyle
olacak iş değildir.) Dışarıda soğuk bir Paris gecesi vardı. Sağa
sola bakınarak yürürken, Erdağ, bir mağazayı işaret etti. Benim
dikkatimi çeken o yerin eskiden her Beaubourg'a gittiğimde
oturduğum bir kahve olmasıydı. Mağaza kapanmak üzereydi. Biz de
girecek değildik. Her şeyi görüp algılayan Erdağ sadece kapıya
yakın bir yerde duran bazı nesneleri göstermek istiyordu. Bu
nesneler, son derece renkli, pırıl pırıl parlayan, çok desenli
şeylerdi. Çaydanlıklar, masa saatleri, bardaklar, vs. Erdağ,
bunları 'oyunsu (ludic) nesneler' olarak tanımlıyordu. İstanbul'da
da arkadaşımız Füsun'un bunlardan ithal edip sattığını söyleyince,
onun bana armağan ettiği, zamanında Bedri Rahmi'nin boyadığı
türden, şişman, çok renkli bir balık şeklindeki çakmağı anımsadım.
Ne var ki, Bedri Rahmi'nin renkçiliği dışında elbette bu balık
1960'larda gerçekleştirilmiş pop sanata daha yakın duruyordu. Onun
da biraz karikatürü gibiydi. Ben de, Erdağ'ın 'ludic' tanımına
karşılık 'pop sanatın intikamı' deyiverdim. Sonra da bunun üstünde
düşünmeye koyuldum. Gerçekten de 1960'larda ortaya çıkmış pop
sanatı bir oyun duygusunun uzantısı olarak görmek mümkün. Kendisine
göre bir mantığı da var bunun. Her şeyden önce Pop (Brit Pop diye
ayrı ve İngiltere'de doğmuş bir dalı olsa bile) özünde Amerikalı
bir şey. O toplumun özellikle 1945 sonrasında giderek artan refahla
birlikte içine girdiği yeni kültür hayatın büyük bir 'espiri'
olarak tanımlanmasına yol açıyordu. Ne var ki, bu 'espri' mesela
Fransızların anladığı anlamdan epey farklıydı. Onlar, daha
katmanlı, daha karmaşık, daha yoğun ve daha hedonist ve kabul etmek
gerekir ki, haddinden fazla ciddi ve 'ergin' bir espriyi
vurgularken Amerikalılar basbayağı oyun ve çocukluğa dayalı bir
espriyi tercih ediyordu. Çizgi romanlardan çiklet çiğnemeye, lastik
pabuç ve şortla dolaşmaya, hayatı basitleştirip sadeleştirmeye,
apaçık bir biçimde oyun oynamaya dayalı bir hayattı onlarınki.
(Buna mukabil Fransızların çok renkliliğe dayalı olmakla birlikte
şıklık, 'süs', aksesuaar tutkusu ne kadar farklı bir noktada.) Pop
sanatın ardılları Başlangıçtaki pop sanat bu gerçeğin üstüne
oturdu. Onunla, o yıllarda at başı giden minimalizmin, hemen ondan
önce ortaya çıkmış olan Amerikan Soyut Dışavurumculuğunun, onun
'Varoluşçu' ve çok daha zor bir kolu olan Rothko, Reinhardt,
Newman, Louis, Noland gibi isimlerin oluşturduğu soyutlamacılığın
yarattığı 'iticiliğin' de bu oluşumda rol oynadığını anımsamak
gerekir. Pop sanat bir ferahlamaydı kısacası insanlar için. Bugün
de buna benzer bir ortamdan geçiyoruz. Dünya üretilmiş ve gerek
görsel gerekse genel bilincimize büyük katkılarda bulunmuş ama her
şeye rağmen daha zor olan kavram sanatının yarattığı sıkıntıyı
aşmak istiyor. Öte yandan, üç hafta önceki yazımda değindiğim
Minimalizmin yarattığı kısıtlamaları da aşmaya çalışıyor görsellik
dünyası. O vakit, oyunun renkli dünyası ansızın hayatımıza
giriveriyor. Onun getirdiği rahatlamanın içinden dünyaya bakmaya
çalışıyor insanlar. Fakat bunun bir başka yanı, yüzü daha var. O
oyunsuluk, hayatın büsbütün Amerikanlaşmasının bir uzantısı.
Dünyanın bir 'Amerikan icadı' olarak ve o anlamıyla 'Poplaşması'
demek bu. O poplaşma da ister istemez kolaycılığı, fakat daha
önemlisi ve tedirgin edicisi, sıradanlığı tahrik ediyor. İkincisi,
modernizmin bugüne kadar oluşturduğu 'soğuk yüz'ün de aşılması bu
yoldan sağlanıyor. Artık ciddiyetin ve 'usun' güdümünde, katı,
aşılması zor, kıvrılıp bükülmesi neredeyse olanaksız, tartışmacı ve
hatta dışlayıcı, küçümseyici bir sanat ve bir hayat bu dünya ve
ortamda yeteri kadar yer bulamıyor. Üçüncüsü ise doğrudan oyun
kavramının kendisi. Gerçekten de dünyada herhalde en çok oyun
oynanan bir dönemden geçiyoruz. Ortaçağı ortaçağ yapan şey hayatın
bir oyun olması, oyunun hayatın içinde bulunmasıydı. Bugün kimi
düşünürlere göre içinde yaşadığımız çağ yeni bir ortaçağ. O anlamda
veya değil ama bilgisayarlar ve özellikle de internet artık dünyayı
bir oyun odası haline getirmiş durumda. Üniversiteden biliyorum.
Her öğrenciye bir bilgisayar veriyoruz ve çocukların hemen tümü o
araçları aynı zamanda oyun oynamak için kullanıyor. Hatta oyun
nedeniyle yolunu şaşıranlar da var içlerinde. Üstelik bu oyun
denilen şey oyuncak düşüncesiyle birlikte geliyor. Herkesin artık
çok oyuncağı var. DVD'ler, CD'ler, bunları kullanmaya olanak veren
aygıtlar ve daha sayısız elektronik tabanlı araç gereç insana boş
zaman bırakmıyor. Oyunun bir parçasıyız İşin bütün bunlarla
birlikte daha ilginç yanı ise bilgisayar ortamının oyunları artık
gerçekten dünyanın bir parçası haline getirmesi. 'Etkileşim'
denilen ortamın özelliği de o. Üç boyutlu görüntüden ses etkilerine
kadar her şey sizi de oyun dünyasının bir parçası yapıyor. Sadece
dışarıdan müdahale ettiğiniz bir şey değil artık oyun.
Simülasyonlar aracılığıyla katıldığınız, parçası olduğunuz bir şey
oyun. Bu yanıyla da oyun, bütün o etkileşimine karşın, kavramın
klasik anlamında bir üretim içeriyor mu, doğrusu emin değilim. Gene
aynı şekilde oyun oynamanın insanlar arası boyutu da bu durumda
ortadan çekiliyor. Oyun, artık, sanal bir dünyanın belki de daha
sanallaşması demek. Gene aynı şekilde oyun insanın yalnızlığından
kurtulmasının bir aracı değil, tam tersine onu daha da
çoğaltmasının bir yolu. Oyun ve sanat: her zaman birlikteydiler.
Hâlâ beraberler ama ilişkileri nitelik değiştiriyor artık. Hayatla
olan ilişkilerine gelince onu kolaylaştırıyorlar mı,
zorlaştırıyorlar mı, doğrusu bunu hiç bilmiyorum. Kaynak :
Radikal