Orhan Pamuk'u çıldırtan röportaj
Abone olGündem yaratan Pamuk ile bir söyleşi yapan Zaman Gazetesi'nden Nuriye Akman soruları ile yazarı çıldırttı.
Orhan Pamuk’un son kitabı İstanbul, Hatıralar ve Şehir, Yapı
Kredi Yayınları’ndan çıktı. Her zaman olduğu gibi yine magazin
dergilerinin kapaklarını süsledi. Hangi TV kanalını açsak, hangi
gazetenin sayfalarını çevirsek Pamuk’u gördük. Ben de yazarın
bizzat beni arayarak konuşma isteğini iletmesinden sonra 348
sayfalık kitabı bir günde hatmedip Cihangir’in yolunu tuttum. Geçen
yıl Kar romanını konuşmak üzere gittiğim ve izlenimlerimi size
aktardığım büro eve girer girmez Pamuk müjdeyi verdi: Kedi gitti.
Kedi tüyünden haz etmediğim için bu müjdenin verdiği enerjiyle; ama
geçen seferki gibi yine didişerek söyleştik. Kitaptan İstanbul ile
ilgili çok şey öğrendim; ama konuştuğu insanların ruhuna talip olan
bir röportajcı olarak, şehri değil Pamuk’u sorularımın merkezine
aldım. Yazarımız, çok zeki, bazen hiç kimsenin olamayacağı kadar
dürüst; ama zaman zaman da mızıkçı. Biz okurlardan yazdıklarına
karşı kendisi gibi “cool” olmamızı bekliyor. Nerede bu yoğurdun
bolluğu? Mademki topluma aidiyet duygusu onun kadar zayıf olmayan
okurlar da para verip kitabını alıyor, her tür soruya savunma
mekanizması geliştirmeden cevap vermeli diye düşündüm. Bana
katılmadı. Ama siz bakmayın çekişmemize, birbirinin dilinden iyi
anlayan iki arkadaşız biz... Beni niye çağırdın? Niye
çağırmayacakmışım? Çağırmak kelimesi bir defa ağır. Bu benim
seninle dördüncü röportajım da... Çok güzel. Bundan evvel üç tane
yapmışız. Sonuncusunda biraz kalbimi kırmışsın; ama gene de ortada
bir alışkanlık, bir dilden anlama var. Kitabının beğendiğim yanı,
kendini bir şehirle özdeşleştirmen. Bir çocuğun büyüme süreci
içinde, şehirle kendisini bir arada algılayışı çok orijinal bir
fikir gibi geldi bana. Bunun örneği Türkiye’de de, dünyada da
yoktur. Beğenmediğim şu oldu: Şehirle ilgili anlattıkların,
çocukluğuna sanki kes–yapıştır yöntemiyle iliştirilmiş. Senin şu
anki aklınla şehri algılayışın, çocukluk anılarına yapıştırılmış.
Bu da kitabın “gerçek dışı” olduğu duygusunu verdi bana ve sana
kızdım. Doğru, tespitin yerinde. Bir yandan hikaye, bir çocuğun
dünyayı nasıl gördüğünü anlatıyor. Din, zenginler, İstanbul’un
Türkleştirilmesi gibi pek çok, elli yaşının bakış açısıyla yazsan,
sıkıcı ve politik olabilecek konuyu, bir çocuğun saflığıyla
anlatırken yazarın düşünceleri ortaya çıkıyor. Bugünkü Orhan,
birden o çocuk hakkında dikkatli bir şekilde konuşuyor. Bazı
bölümlerde çocuk yok. Reşat Ekrem Koçu’nun ansiklopedisi ya da
İstanbul’a gelen Nerval, Gautier ya da Flaubert gibi seyyahların ne
yaptığı, bir makale gibi irdeleniyor. Ama oralarda da çocukluğuna
göndermeler var. Kitabın böyle ikili yapısı var. Kitabın beni
bunalttı. Çünkü senden başka insan öyküsü yok kitapta. Anlattığın
şehrin insanlarıyla içli dışlı yaşamamışsın. Bu şehre de, kendi
aile bireylerine de sanki bir resme bakar gibi bakmışsın. Bakışın
şefkat dolu değil, hatta onların görmediği bu kadar çok şeyi
görebilen senin gibi bir dahiyi anlamadıkları için öfke duyuyorsun.
Bu da beni rahatsız etti. Tek tek cevap vereyim. Resme bakar gibi
baktığım gözlemine katılıyorum. Diğer kitaplarımda da öyle bir
zalimlik vardır. Doğrudur. Yani insanlara onların içine girmeden
bakmak. Öte yandan, bu kitapta kahraman zaten onların arasındadır.
Küçük Orhan’ın verili dünyası budur. Birlikte yaşadığın insanların
arasına girememişsin dersen kabul ederim. İstersen soğuk de.
Kafamda öyle bir bölünme var ki, buradayken bile ben tam burada
değilim. Ama insanları değerlendirirken, kalpsiz gibi gözükmek
bence bir günah değil. Hatta hatıra yazınının, bu çeşit kalpsizliğe
ihtiyacı var. Aynı kalpsizlikle, kendime de dışarıdan bakıyorum.
Evet, kitapta anlatılan aile böyle sıcak bir cemaat havasında,
öpücükler ve şefkat içerisinde birbirlerini kutlayan şeker
insanlardan oluşmuyor. Hepsi birbirlerine karşı soğuk, mesafeli.
Hem gözlediğim aile böyle, hem ben öyle bir aileden geldiğim için
de böyle olmuşum. Elli yaşına geldim. Bunu bir zaaf değil,
karakterim olarak benimsiyorum. Diğer kitaplarında, başkalarını
anlattığın zaman da, onlara resim gibi bakıyorsun. Devamlı kapalı
bir ortamdasın. Hayata seyircisin. Olağanüstü zekice kurgulanmış;
ama bir sunilik ve sentetiklik var yazdıklarında. Ben bir cemaat
adamı değilim. Bir kalabalığa girip hep birlikte şarkı söylerken, o
şarkıyı sevsem bile, bir süre sonra playback yaparım. Benim içimde
bir ses her zaman oraya ait olmadığımı, numara yaptığımı, poz
kestiğimi söyler. Ben ikide bir vardır ya, bu topraklar üzerinde,
bu kültür, biz Türkler, biz İstanbullular, bu tür cemaat
söylemlerini, kendimi yakın hissetmediğim gibi, benim ailem, bizim
sülalemiz, biz Nişantaşılılar, biz şu okullular diyecek biri de
değilim. Hemen ikinci seferde onun dışında olduğumu hissediyorum.
Güzel. İşte bu durum romanlarını sentetik kılmıyor mu? Aldırmam,
birisinin bana sentetik bir yazar, ya da yeterince duygulu değil,
demesine. Ben istediğim romanları yazıyorum. Onların şefkat,
cemaat, öpücükler, hep birlikte kucaklaşmalar ve biz duygusuna
hizmet etmediğini biliyorum. Belki de bu yüzden bu ülkede en çok
okunan kitaplar bunlar. Aile bireylerine senin gibi bir dahiyi
anlamadıkları için duyduğun öfkeye gelelim. Bir defa dahi mahi,
geçelim. Bu kelimeye inanmam. Saçma sapan bir resim yaparsınız
annenizle babanız aman ne güzel, harika derler, siz inanırsınız,
devam edersiniz. Sonunda teşvik gördüğünüz için, toplum yaptığınız
şeye bir meşruiyet verdiği için, enerjinizi oraya toplar, yavaş
yavaş bir hüner edinirsiniz. Herkesin sizi övmesi, yeteneğinizin
olduğu konusundaki safiyane iyimserlik, o konuda aşk verir. Niye o
zaman öfke duydun ailene? Aslında anlattığım ailenin içinde yalnız
kalmaktan, o mesafelilikten, ailenin dağılmasından, yeterince
şefkat alamamaktan bir öfkem vardır. Yeterince şefkat alamadığım
için ben de o, bende şikayetçisi olduğum ruhsal durumun, bir
anlamda “kurbanıyım”dır. Ama şikayetçisi olduğum şeyi kendim de
sürdürürüm. Kitabında okura “Ben sana dürüst olayım, sen de bana
şefkat göster” diyorsun. Ama sende olmadığı halde istediğin şefkat,
bence çok pahalı bir şey. Karşılığında bize işlediğin suçları,
başarılı sayılmak için manipüle ettiğin medyayı, aldattığın
kadınları, karşılık bulmayan aşklarında salya sümük nasıl
ağladığını, sarhoşken çıkardığın rezaletleri kısaca kötülük
yapabilme gücünü de anlatmalıydın ki, biz sana şefkat gösterelim.
Ağzımıza bir parmak bal çalmışsın ve şefkat bekliyorsun ve ben sana
şefkat göstermiyorum bu nedenle. Anlıyorum, çok üzülmüyorum. Ne
yapalım, hayat böyle. Fakat o dediğiniz şeyler benim, otuz ila kırk
yaş arası, sonraki ciltlerde anlatılacak şeyler. Bu anlattıkların
daha çok magazin basınının sözünü ettiği doğru olmayan şeyler.
Çocukluğumda yaptığım kötülükleri, kitabın gerektirdiği kadar
anlattım. Sakladığım büyük bir kötülük yok. Kitabın ekseni, bir
Katolik gibi, itiraf etmek, sonra iyilikler de ettiğini anlatmak,
suç ve ceza etrafında odaklanmak değil. Çocukluğumda kafamı meşgul
eden, beni ben yapan sorunları anlatıyorum. Sorduğun ve cevapsız
bıraktığın bir soru var: Orhan Pamuk kadın olsaydı, cinsellik daha
küçük bir dert mi olurdu ona? 14 yaşları arasında, cinsel enerjimin
arttığı, kafamın her türlü pornografik film çeken bir edepsiz film
makinesine döndüğü, bir yandan buna utanırken, bir yandan da onun
kafamda çektiği filmlerden hoşlandığım zamanlarda şehir, cinsel
mutluluk imkanları sınırlı bir yerdi. Böyle bir durumda, kafanızda
fanteziler olur. Ay kızların peşinden koşmak olmasaydı, kız
olsaydım da erkekler benim peşimden koşsaydı, işler sanki daha
kolay olurmuş gibi. İkide bir kaybolduğu, alıp başını gittiği için
anne sevgisine bağımlı olduğunu ve abinle annen için rekabet
ettiğini anlatıyorsun. Bu rekabet ve bağımlılık devam ediyor mu?
Etmiyor ama izleri ruhumda kalmıştır. Hayatta baş etmeniz gereken
çeşitli çatışmalar, dertler, ruhunuzda iz bırakacak derinlikteyse,
illa ki aynı şekilde sürmezler. Kendinizi korumak için bazı
mekanizmalar geliştirir, mesela bir hayal dünyası kurarsınız.
Karakteriniz o hayal dünyasının ayrılmaz bir parçası olur. Artık o
çatışmalar bitmiştir. Geriye kalenderî bir gülümseme kalır. Peki
anneye duyulan erotik sevgi? Aktüel Dergisi böyle bir şeyler dedi.
Ama böyle bir mevzu yok kitapta. Benim hakkımda başkalarının
dediğini değil, kendi tespitlerini sor. Ama benim de dikkatimi
çekti. Belki de çocuksu bir merak olduğu için doğaldır. Hayır ben
doğal bulmuyorum ve sana bu konuda güvenmiyorum. Kitabımda, anneye
duyulan erotik sevgi diye adlandırılacak bir şey yok. Aktüel, çok
ayıp ederek, kitabımın müsveddesini yayınevinden elde etti,
cımbızlayarak cümleler aldı, yakışıksız başlıklar koyarak
yayınladı. Fakat kitabında anneni güzel geceliği, beyaz teni, boynu
ve bacaklarıyla betimliyorsun. Her çocuk böyle düşünür. Bu anneye
duyulan erotik sevgi değildir. Bir yazara da kitabından cümleler
seçerek, bu tür magazin diliyle bunları sormak yanlış. Peki bana
abinin seni mutlu eden başarılarını sayabilir misin? Abim çok
başarılı, uluslararası pek çok neşriyat yapan, çok parlak bir
iktisat profesörüdür. Görüşüyor musunuz, hâlâ küs müsünüz? Nuriye
bana doktor gibi abin mabin, bunları da beğenmiyorum. Güzel olmuyor
böyle sorular. Sorunun edasını sevmedim. Bunu durup dururken
sormuyorum ki. Yazdıklarının uyandırdığı sorular bunlar. Kızmana
gerek yok. Kızmıyorum; ama bırak da kendimi savunayım. Görüşmeye
devam ediyor musunuz? Röportajın havasından rahatsızım Nuriye. Ama
hayalinde öldürdüklerinin içinde abin de var. Ona nasıl bir ölüm
biçmiştin? Çok önemli bir konu gelmiyor bu bana. Aşırı bir itiraf
yapmış değilim; ama bizdeki gelenek öylesine muhafazakar ki, her
ailede olan pek çok özellik, şimdi gazetecinin dikkatini çekiyor.
Herkes biliyor ki, aile içinde analar tokadı basar, babalar
bağırır, çağırır, etrafı dağıtır. Aile dediğimiz şey, herkesin
çatıştığı, bir ezme–ezilme yeridir. Herkesin cinsellikle, dinle,
komşularıyla, öğretmeniyle, Atatürk’ünden evliyalara kadar her
konuda takıntısı vardır. Bunların hiçbiri yazılmaz. Kol kırılır,
kalır yen içinde denir ve bunları yazan da ayıplanır. Özgür ve
yaratıcı olmak, bunları yazabilmektir. Kitapta anlattığım temel
felsefeden çok, a bunu da yapmış, şöyle bir zaafı varmış, böyle bir
zaafı varmış gibi cımbızlanmış konularla karşılaşıyorum. Gazeteci,
tabii ki kitabın yazarın görülmesini istediği gibi değil, kendi
okuduğu gibi yazmak durumunda. Benim de yazdığım kitabın
değerleriyle savunma hakkım var. Bana yazmadıklarımı değil,
yazdıklarımı sor. Annen otorite figürü olduğu için, sürekli ondan
sevgi ve ilgi isteyen bir çocuktun. Öğretmenini de annenle
özdeşleştirdin ve aferin almak için, başarılı olmak istedin. Şimdi
onlardan istediklerini okurdan bekliyor, vermediklerinde
öfkeleniyorsun. Ey Orhan Pamuk biz senin annen değiliz. Okurum
tarafından sevildiğimi düşünüyorum. Okur beni sevsin diye anneme
yaptığım gibi çırpınmıyorum. Okura da arada bir elinin tersini
göstermek lazım. Okur, yağcılık yapan yazarı uzun vadede sevmiyor.
Edebiyat başkalarını memnun etme sanatı değil, bilakis insanları
sarsma, biraz bedeli kötü ya da yalnız adam olma olan, açık sözlü
olma sanatıdır. Babanın anneni bir başka kadınla aldatmasını
anlatırken, babanın tarafını tutmuş gibi görünüyorsun. Çünkü senin
hayallerindeki öteki Orhan’ı arayışın gibi o da diğer benliğini
bulmuş. Babamı tutmuyorum; ama cemaat değerlerini ikide bir
hatırlatan, ben de sizin gibiyim demeyi marifet edinmiş yazarlar
gibi ailemden bahsederken, bak bak, bunu da yapmış, ne adamdı, şu
yaptığı doğruydu, bu yaptığı yanlıştı diye parmağımı sallayarak
kahramanların yargılandığı romanlar yazmam ben. Hatıralarımı da
babam haklıydı, annem haksızdı diye yazmadım. Olup bitenleri
saydım. Güzel kitap böyle olur. Evliliğinde benzer sorunlar
yaşadığına göre, babanı rol model olarak aldığını söyleyebilir
miyiz? Evliliğimi bilmiyorsun. Bu kitapta, evliliğimden tek kelime
bahis yok. Zaten kahraman, yirmi iki yaşındayken kitap bitiyor. Ben
babamı model olarak almadım. Ama babanızın yaptığı şeyler, siz ne
kadar eleştirel davransanız da daha derinden ruhunuza işler. Ama
her zaman bu babanızın yaptığı şeylerin, taklidi olmaz. Babam
sanatçı olmak istemişti, olamadı. Ben olmak istedim, oldum. Babam,
benim ruhuma sanatçı olmak iyi bir şeydir, gibi bir fikri de
yerleştirdi. Babanın otorite figürü olmaması seni nasıl etkiledi?
Çok iyi etkiledi. Bu bana Allah’ın bir lütfu. Babam bende, kaba
anlamıyla, Freudcu üstben, bir iktidar korkusu yaratmamıştır.
Şüpheci bir psikolog ben bunu söyler söylemez, aa yaratmış, ama sen
kendinden saklıyorsun da diyebilir. Babamın tutamadığı otorite
rolünün bir kısmını abim, bir kısmını da annem üstlendi. Babam ise
kaçıcı, uçucu, sorumsuz bir model olmuştur bana. Bundan da
şikayetçi değilim. Babamla çatışmalarımı 45 yaşında hallettim ve bu
rahatlıkla bu kitabı yazdım. Kızın için bir otorite figürü oldun
mu? Olmamak için çok gayret ediyorum, bazen de abartıya kaçtığımı
düşünüyorum. Onu arkadaş gibi hissediyorum. Birlikte bir yere
gittiğimizde, bir şey olduğunda, en sonunda arkadaşlıkta sözümü
geçiremeyeceğim, off ben şimdi baba olayım diyorum, joker kâğıdını
çıkarır gibi.