Cezaevlerinde mahkumların, taleplerinin gerçekleşmesi için
ölüm orucuna başlamalarından beri tehlikeli eşik çoktan aşıldı.
Tabi, bırakın ölüm orucu ve onun aracılığıyla istenen taleplerinin
tartışılmasını, geçtiğimiz süreç boyunca “ölüm orucunda olan toplam
mahkum sayısından, bunun bir blöf olduğuna, oradan ölüm orucunun
kaçıncı gününde olunduğuna” kadar bir çok konu, siyasetin farklı
kesimlerince spekülasyon konusu haline getirildi. Yani Türkiye’deki
geleneksel politika yapma enstrümanları, siyasal partilerce gayet
iyi çalıştırılmış oldu.
Açlık grevlerinde herhangi bir mahkûma en ufak bir zararın
gelmesini vicdan sahibi hiçbir insan istemez. Hele acılarımız bu
kadar tazeyken; yeterince insanını bu yolda feda etmiş bir
toplumda, kim daha fazlasını isteyebilir ki?
Tüm bu süreç boyunca, açlık grevlerinin sebebi olan talepler
tartışılırken “bir hak arama yöntemi olarak açlık grevinin kendisi
ve onun meşruluğu” tartışması oldukça eksik kaldı.
Kürt Siyasal Hareketi, baskın egemen güce karşı kendini var etme
yolunu, yerel isyanlar, yerel örgütlenmeler ve özellikle 80 sonrası
devlete karşı aktif silahlı mücadele ile gerçekleştirdi. Böylelikle
Kürt Siyasal Hareketi’nin perspektifinden baktığımızda; silahlı
mücadele vermenin, talepleri hükümetlere kabul ettirmeye
ve uygulatmaya, ayrıca hareketin meşruiyetini tanımalarını
sağlamaya yarayan uygun bir araç olarak görüldüğünü söyleyebiliriz.
Bunları göz önünde bulundurduğumuzda; şiddeti bir araç olarak
kullanma ve şiddete şiddetle cevap verebilme alışkanlığına sahip
üst düzey yönetim kadrosunun varlığını da söylemek mümkün. Yani
“meşru bir şiddet kullanımı” algısı, yaygınlaşmıştır.
İşte asıl çözmemiz gereken konu, sorunun her iki aktörünün de
sahip olduğu “meşru şiddet algısı” ve buna bağlı olarak “ölüm
üzerinden kurulan politikalar”dır. Peki, bu şiddet kullanımı
algısını, ölüm oruçlarına bağlayabilir miyiz?
Ölüm orucu 1889’da Çarlık Rusya’da, sonra da yüzyılın başında
İngiltere’de oy hakkı isteyen kadınların cezaevinde greve
başlamasıyla yaygınlaşan bir protesto şeklidir. Kazanırsınız ya da
kaybedersiniz ama ölüm orucu, talebin karşılanması doğrultusunda,
insan bedeni üzerinden oynanan bir tür kumardır. Cesaretle
söylenmesi gereken bir söylem var ki o da, bu protesto şekli,
bombalı eylemlerle ya da silahlı çatışmalarla devleti köşeye
sıkıştırmaya çalışmaktan farklı değildir. Ulaşılmak istenen amaç ne
kadar önemli olursa olsun, yöntemin kendisi beklentilerin
karşılanması için topluma karşı uygulanan bir tür şiddettir. Yani,
Kürt sorununda karşılıklı olarak şiddet ve ölüm üzerinden politika
üretme alışkanlığı, sorunu çözmede bir yöntem olarak kullanılan
ölüm orucunda da kendini bir kez daha hissettirmiştir.
Gelinen noktada hem Kürt siyasal hareketi hem de devlet, şiddeti
meşru bir güç olarak görmekten vazgeçmeli ve bu alışkanlık, artık
son bulmalıdır Çünkü tıpkı öncekiler gibi, bu şiddet algısı
sürdükçe gerçekleşecek yeni ölümler için bundan on yıl sonra, “yok
yere öldüler” diyeceğimiz açık. Bundan sonra, ölmeden yaşayabilmeyi
öğrenmekten başka çaremiz yok.
Ayrıca ölüm orucu talepleri kabul ettirmek için bu denli saygın
ve meşru bir yol ise, hiç vakit kaybetmeden cezaevindeki tüm siyasi
suçlular, hatta Aleviler, şiddet gören transseksüeller, sevdiğine
kavuşamayıp onunla evlenmek isteyenler, yani herkes bu yola
başvurmayı denemekten çekinmemelidir. Tabi, ironik olarak
bahsettiğim bu örneklerde, amacım kesinlikle cezaevlerinden gelen
talepleri küçümsemek değil. Ama talepler kadar, şiddetin ve ölüm
orucunun meşruluğunu tartışmak, sanıyorum ki Kürt sorununa ve
barışın sağlanmasına daha fazla katkı sunacaktır.