Öldükten sonra yakılma hakkı istiyor
Abone olGeçen haftanın ilgi çekici tartışmalarından biriölümden sonra yanma hakkıydı. Yapımcı Meral Okay, Ayşe Arman'ın karşısına oturdu, bu hakkı istediğini açıkladı.
Ayşe Arman'ın Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan röportajı: Geçen
haftanın ilgi çekici tartışmalarından biri krematoryum ve ölümden
sonra yanma hakkıydı. Peki bu ülkede bu hakkı savunan insanlar var
mıydı? Neden insan böyle bir şey istesin ki? Toprağa gömülmekten mi
ürküyorlardı? Budizm’e mi inanıyorlardı? Bu hakkı savunan birisini
bulup bu soruları sormak istedim. Fazla uzağa bakmama gerek
kalmadı, senarist ve yapımcı Meral Okay karşımdaydı. Her zamanki
gibi cesur, samimi ve açıksözlüydü. Konu ne kadar tatsız olsa da,
Meral Okay’la konuşmak her zamanki gibi tatlıydı. Beni yaksınlar,
küllerimi de götürüp Gökova’ya bıraksınlar. Yoksa kavanozda
durayım, kütüphanede başköşede olayım gibi fetişlerim yok yani...
Ne Budizme yakınım ne İslam’a uzağım. Üstelik son derece
inançlıyım. Ben sadece şunu savunuyorum: Öldükten sonra bedenimizle
ne yapacağımız bizim tasarrufumuzda olmalı. Devletin değil! Kim
nasıl karışabilir benim ölüm biçimime ve ritüelime? ‘Günahtır,
ayıptır!’ gibi kavramlar bile sadece beni bağlar. Son yolculuğunuza
nasıl çıkmak istiyorsunuz? -Kafadan soruyorsun yani. Peki o zaman.
Kendi ölüm biçimime ve ritüelime ben kendim karar vermek istiyorum.
Dünyaya gelirken bu kararlara eşlik edemiyoruz. Ama izin versinler
de, son yolculuğumuza nasıl istiyorsak öyle çıkalım: Ben yakılmak
istiyorum! Toprağa karışmak varken, neden yakılmak? Bu fikir size
niye cazip geliyor? - Çünkü ben toprak sevmem, su severim! Su
gördüğümde dünyanın en mutlu insanı olurum. Suyun üstünde, suyun
kenarında, suyun altında kendimi huzurlu hissederim. Beni
yaksınlar, küllerimi de götürüp Gökova’ya bıraksınlar. Yoksa
kavanozda durayım, kütüphanede başköşede olayım gibi fetişlerim yok
yani... Acaba siz kendinizi Budizm’e yakın mı hissediyorsunuz? -
Yok canım. Ne Budizm’e yakınım ne İslam’a uzağım. Üstelik son
derece inançlıyım. Ben sadece şunu savunuyorum: Öldükten sonra
bedenimizle ne yapacağımız bizim tasarrufumuzda olmalı. Devletin
değil! Kim nasıl karışabilir benim ölüm biçimime ve ritüelime?
‘Günahtır, ayıptır!’ gibi kavramlar bile sadece beni bağlar. Ben
özgür irademle diyorum ki, çözümsüz bir hastalığa yakalanmışsam,
ötanazi hakkım olmalı. Bu, benim insan olarak en doğal hakkım.
Organlarımı da bağışlayabilmeliyim ve dilersem toprağa gömülmek
yerine, kül haline gelip suya karışabilmeliyim... Peki arkanızdan
dini ritüel yapmak isteyenler olursa... - Buyursunlar! Benim
arkamdan dua mı okuturlar, namaz mı kıldırırlar ne isterlerse
yaparlar. Bu da geride kalanların tasarrufu. Oraya da bir yaptırım
koymak istemem... Tüm bunlar sizin iyi bir Müslüman olmadığınızı mı
gösteriyor? - Soruyu şöyle de sorabiliriz: Gerçekten iyi bir
Müslüman olduğumuz nasıl anlaşılıyor? İlle de toplu ritüeller mi
gerekiyor? Ben toprağa karışmayı tercih etmediğim ve bunu dile
getirdiğim için kötü Müslüman mı oluyorum? Buna kim karar veriyor?
Ben tepene bir taş konulmasına da sempatik bakmıyorum. Hadi
bakalım. Güdük kalmış bir lahit durumu olarak değerlendiriyorum.
Ama ben böyle düşünüyorum. Herkes benim gibi düşünmek zorunda değil
ki. Herkes son yolculuğuna benim hayal ettiğim şekilde çıkmak
zorunda değil ki. Kim, nasıl istiyorsa öyle çıkabilmeli. Mesele de
bu zaten... Ayıptır sorması sizin cenaze töreniniz nasıl olacak? -
Pekala bir deniz kıyısına gelebilirler. Orada bana bir selam
ederler ve olay biter. Esas olan insanların gönlünden geçirdikleri
değil midir? Sevdiğiniz birini kaybettiğinizde gözünü kapatmanız
onu hatırlamanız için yeterlidir. İlla mezarına mı gitmek gerekir?
Peki şöyle bir hayaliniz yok mu: Sevdiklerinizle koyun koyuna
yatmak... - Benim öyle meraklarım yok. Çok isterlerse Yaman’ın
taşının altına benim de adımı yazabilirler. O kadar. İnsan son
nefesini verince, ruh bedenden ayrılıyor ve o fiziki bedeninin
zaten bir değeri kalmıyor. O yüzden de ben toprağa karışacağıma,
sudaki organizmalara karışmayı tercih ediyorum. Herkes bu yolculuğu
yapmak zorunda değil. Ama insanların tercihlerine saygı duymak
zorunda. Bir de tabii işin şöyle bir yanı var: Binlerce dönüm arazi
gidiyor mezarlıklara. Zaten şu anda üst üste, yan yana durumlar
var. Oralar orman olarak kullanılsa ya... Yine de ‘adres’inizin
belli olmasını istemez misiniz? - Su. Su gördükçe beni anımsarlar.
Tamamdır. Zaten gerçek adres bence insanların kalbidir... Onları
iyileştiremedim; ne aşkla, ne tıpla, ne duayla...O yüzden ötanaziyi
de savunuyorum Ölünce annemi o çocukluğumda hatırladığım Ava
Gardner’a benzeyen haliyle göreceğim. Yaman’ı da en yakışıklı, en
filinta haliyle. Onlar da benim en güzel zamanlarımı görecekler.
Yaman vefat ettikten sonra ben bir yıl filan, onun eski halini
hatırlayamadım. Bende hastalıklı kayıt vardı, o son hali. Hekim
arkadaşlarım ‘Bir müddet sonra beyin bu kayıtları silecek, yeniden
onun o eski hali gözünün önüne gelecek’ dedi. Öyle de oldu. Son
döneminde o 100 küsur kiloluk adam 61-62 kilo olmuştu. Ben onu
kucağımda taşıyordum, o halini çok az insana gösterdim. Görmelerini
istemedim, o da zaten kendisini göstermek istemedi... Ötanaziyi
savunmanızın özel bir sebebi var mı? - Var tabii. Ben çok sevdiğim
iki insanı kaybettim... Kimlerdi onlar? - 10 yıl önce eşim Yaman, 9
ay önce de annem. İkisi de kanserden gitti. Feci bir süreçti.
Gözünün içine bakıyorlar, günden güne eriyorlar. Sen korkularına
eşlik ediyorsun ve elin kolun bağlı o sürecin dolmasını
bekliyorsun. Öyle ki komaya girdikleri zaman, zil takıp oynayacak
hale geliyorsun. Artık acı çekmiyorlar diye. Onu da çekip
çekmediklerini bilmiyoruz. Şuur bazen açılıyor, bazen kapanıyor.
Annem aylarca hastanede makinelere bağlı olarak yaşadı. Ve
yalvarıyordu, ‘Yeter artık!’ diyordu. 3 yıldır kanserdi.
Kemoterapiler, ameliyatlar. Son periota geldiğinde artık evde
bakılacak durumu da kalmamıştı. Resmen hastanede makinelerle zorla
yaşatılıyordu... İmkanınız olsa acısını dindirmek ister miydiniz? -
Elbette. Ötanaziye hiç düşünmeden ‘Evet!’ derdim. Ağzından sadece
‘yeter’ kelimesi çıkıyordu. O kadar bıkmıştı. O kadar yorulmuştu.
Belli ki, bir an evvel huzura kavuşmak istiyordu. Bizler ise onun
artık iflas etmiş fiziksel bedenini medikal katkıyla sonuna kadar
zorluyoruz, ‘Dur biraz daha kal. Yok öyle hemen gitmek!’ diyoruz.
Oysa fişler çekilse bu kadar acı çekmeyecek. Bazı hastalıklarda
hastanın komadan çıkıp normale dönme ihtimali var. Bunda böyle bir
şey de yok. Artık bütün vücudu sarmış bir kanser vakasından söz
ediyoruz... Yine de insan bir terüddüt eder... - Valla çok emin
değilim! Çünkü ben, ruhunu teslim ettikten sonra yüzündeki mutluluk
ifadesini gördüm. O acıdan kaskatı olmuş yüz 15 dakika sonra beni
odaya aldıklarında melek gibiydi. Acısı bitmişti. O simsiyah olan
teninin rengi bile pespembe olmuştu. Aynı şeyi Yaman’da da yaşadım.
Yüzünde çok hınzır bir gülümseme vardı. Onun ölümü tam olarak nasıl
oldu? - Teşhisin konulmasıyla gitmesinin arasında 45 gün vardı. Her
şey küt diye oldu. Onun bilgileri sınırlıydı. Sadece pankreasta
olduğunu biliyordu. Oysa teşhis, pankreas ve karaciğerde metastaz
diye konuldu. Ve bana 10 günlük süre verildi. ‘Hiçbir şey yapmayın,
komaya girecek ve ölecek’ dediler. Bunun üzerine ben ‘Bana böyle
bir şey tebliğ edemezsiniz, bu mümkün değildir!’ dedim. Ve üç tane
merkeze Yaman’ın bütün raporlarını yolladım. Houston ‘Getirme’
dedi, ‘Kargoda döner.’ Bu netlikle. Paris’teki bir hastane de aynı
şeyi söyledi. Londra’da da bir Sir Roger Williams vardır, iki
senede bir kraliçenin önünde diz çöküp nişan alır. İşte o ‘Pankreas
kanserine yönelik bir kemoterapi biçimi geliştirdim, denemek
isterseniz gelin’ dedi. 48 saat sonra Londra’daydık. Kemoları
başladı. O dönemde pankreas kanseri olduğunu biliyordu ama
metastazları bilmiyordu... Nasıl bir ruh hali o? Anlıyor da
anlamazlığa mı geliyor? - Bir oyun bu. Ama benim için zor bir
oyundu. Çünkü karşımdaki adam oyuncuydu. Hiç fire vermeden oyunumu
kurmam lazımdı, çünkü gözümün dibine bakıyor, yoksa bana yalan mı
söylüyor diye anlamaya çalışıyordu. Ve ben onun gözündeki korkuyu
gördükçe, hayatın içinde ne kadar beceriksiz ve zavallı olduğumu
fark ediyordum. Çünkü elimden hiçbir şey gelmiyordu. Onu
iyileştiremedim. Ne aşkla, ne tıpla, ne duayla... Onun gözlerinde
gördüğünüz tam olarak neydi? - Acı ve korku. Huzur bulması lazımdı.
Ama bulamıyordu. Tarifi olmayan acılar çekiyordu. Canını çıkarıp
vermek istiyorsun, ama nafile. Ben 25 gün süreyle her gün
monitörden kanser hücrelerinin nereye doğru sıçradığının grafiğini
izledim. O görmedi. Şimdi bunları yaşadıktan sonra keşke imkanım
olsaydı ona bu acıları çektirmeseydim diyorum... Sizce şöyle bir
şey var mı: Bazıları ölümden daha az korkuyor, bazıları daha fazla
korkuyor? - Ben bilemem bu sorunun cevabını. Ama şunu biliyorum: Şu
anda ölümden filan korkmuyorum. O kadar boktan şeyler yaşadım ki şu
hayatta. Eskiden araba süratli gitse bile gerilirdim, 160’a
çıktığında ‘Eyvah kaza olacak’ derdim, artık bu tip korkularım
kalmadı... Ölmek için mi yaşıyorsunuz yani! - Yok canım, hepimiz o
ya da bu şekilde bize bahşedilen zamanı dolduruyoruz. Tabii ki
sağlıklı doldurmak isterim. Ama hep yakınlarıma söylemişimdir, eğer
çözümsüz bir hastalığa yakalanırsam, tedavi kabul etmem diye. Ki
kanser olma riskim bayağı yüksek, annem ve anneannem kanserden
vefat etti. Üstelik başıma böyle bir şey gelirse, o sürecin nasıl
bir şey olduğunu da biliyorum. Ve o şartlarda asla yaşamak
istemiyorum. Ne kendim yaşayayım ne de yakınlarıma yaşatayım. İnsan
hayatı onurlu bir şey. Ben o yüzden ötanaziyi savunuyorum. Doğumuma
ben karar veremiyorum ama ölüm biçimime, bir hastalık vuku
bulduğunda ben karar verebilmek istiyorum. Böyle bir vasiyetiniz
olacak mı? - Elbette.