Olay yazar Nihat Genç konuştu
Abone olAkşam Gazetesi'nden sürpriz istifasıyla gündeme oturan 'olay yazar' Nihat Genç, suskunluğunu bozdu. Genç'in eleştirilerinden Serdar Turgut'ta nasibini aldı.
Yıllar yılı Leman’da yazdınız. Hâlâ yazıyorsunuz. Yakın
zamana dek büyük medyada hiç görünmediniz, röportaj bile
vermiyordunuz. Derken Akşam’da yazmaya başladınız ve birdenbire
oradan ayrıldınız. Neden?
Hatırlarsınız ‘Azınlık Raporu’ diye bir şey söz onusuydu. Kendime göre düşüncelerim vardı ve Türkiye kaynıyordu. Ve Leman dergisi bana dar geliyordu. Bir yıldan beri SkyTürk beni istiyordu. Ben de kabul tmiyordum. Azınlık Raporu tartışması aydınların sinirlerini germişti, en çok da gerilen bendim. SkyTürk’ün teklifini bir defalığına kabul edip, fikirlerimi söylemek için ekrana çıktım. Program çok tutuldu, etkili oldu, ve kamuoyundan gelen büyük bir baskıyla benim televizyonda devam etmem istendi. İşin doğrusu, televizyonu çıkıp bir saat konuşmak, hayatımda yaptığım en hafif işti. Yani hiç yorucu değildi. Bana sansür uygulamadıklarını görünce her hafta çıkmaya devam ettim. İşte bu sırada Akşam’dan teklif aldım. Teklifi, Serdar Turgut Bey yaptı. Haftanın her günü yazmamı istediler. Ve her gün değilse de, haftada 3-4 gün yazmam için üstümde bir baskı oluştu. Ben de onlara okuyucumun, şahsımın, geliştirdiğim fikir dünyamın bu sert dönemece hazır olmadığını söyledim. Ama birgün büyük medyada bir şekilde yazmaya başlayacağımı ben de biliyordum. Serdar Turgut Beyle şöyle anlaştık: Haftada 1 gün yazayım, yani misafir bir yazar olarak, deneme mahiyetinde devam edeyim. Gerekirse 2-3 de yazarım. Ve bazen haftada 3 de yazdığım oldu, 4 de yazdığım oldu. Ancak, Leman dergisinde 100 binlere seslenen hareketli, elektrikli, coşkulu, delidolu bir üslubum vardı. Bunun bana bir zararı yok.
Ama bu üslup, bir köşe azısı sütununa sığmıyor, tüm sayfaya yayılıyordu. Sanırım bir okuyucu kitlesi de oluştu. Ancak bir müddet sonra benden çok daha kısa yazmamı istediler. Bu durum bana mahsus değil, bütün yazarlara bildirdiler. Mizanpaj gereği. Ben de yavaş yavaş, kısa yazmaya çalışıyordum. Ama becerebileceğim bir şey de değildi. Ama öğrenmek de istiyordum. Serdar Turgut’a bana biraz müsaade etmesini, birkaç ay içinde benim de diğer medya yazarları gibi sorunsuz, meselesiz, ışıksız, hareketsiz, içi boş, eften püften, lagaluga, geyik, yani bomboş yazılar yazıp düzenli bir şekilde paramı almayı başarabileceğimi söyledim. Tabii bu arada bir-iki sert tartışma oldu Türkiye gündeminde. Azınlık Raporundan sonra Ermeni Konferansı tartışmalarında, sert yazılarım oldu. Ve sonra malum, Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi... Doğrusu, kısaca yazmayı beceremiyordum. İki tane yazım, haklı olarak, uzunluğu gerekçesiyle yayınlanmadı. Bir kasıtları ve sansürleri asla olmadı. Yazarlık yapan hepimiz biliyoruz ki bunlar teknik bir sorundur. Ancak, teknik kabul etmeyen bir yazarlık kariyerim var. Derken, Engin Ardıç Bey’in yazısıyla karşılaştım. Benim, Engin Ardıç Bey’i bana ayrılan sütunda evire çevire tekme tokat girişmem lazımdı. Ayrıca onu afişe edecek imkanım vardı. Ancak, “Saddamcı, Apocu” gibi suçlamalar, benim cevap verebileceğim ya da kaldırabileceğim bir suçlama tarzı değil. Bana bu suçlamayı yapan adama artık yazıyla değil, yolda yakalayıp suratına tükürmem, bana böyle bir suçlama yapan insanı muhatap almamam, arama çok büyük mesafe koymam lazım. Çünkü ben fikir adamı falan değilim. Ahlak, ve onurumla yazarlığımı inşa ettim. Şövalyeliğimden taviz vermem. İyi kılıç çekerim. Önümüzdeki günlerde de nasıl kılıç çektiğime dair resitalleri, yüzbinlerce okuyucum yakında izleyecek. Ancak Engin ardıç beyin sümüksü yalaka, şamaroğlanı üslubuna karşı, Akşam gazetesi benim söyleyeceklerimi yayınlaması mümkün değil, mümkün olmadığını göreceksiniz. Bu Apoculuk suçlamasını, onur meselesi yaptım ve hiç kimsenin benimle şamaroğlanı diliyle konuşamayacağını söyledim. Ben, asla milliyetçi değil, ama ilkokuldan beri vatansever bir yazarım. Herhalde en çok dikkat etmem gereken şey, üsluptur. Üslubum, onurumdan damıtılmıştır. Özal dönemi yazarları, Reha Muhtar, Mehmet Barlas, Hadi Uluengin, Engin Ardıç gibi yazarlar, tüm Türkiye tarafından tanınmaktadır. Şöhretleri malumdur. Bunların insanlık aşkı var mı, yok mu bilinmez. Özgürlük diye bir dertleri var mı, yok mu bilinmez. Halkın yanındalar mı, değiller mi bilinmez. Ülkelerini seviyorlar mı, sevmiyorlar mı bilinmez. Amerika’nın karşısındalar mı, yanındalar mı bilinmez. Yani bu Özal dönemi yazarları, şekilsiz, nam-ı diğer omurgasız, bana sorarsan, Türkiye’de medyayı çürüten ve halkın gazetecilikten iğrenmesini sağlayan yaratık türleridir. Bunlarla işim olmaz. Ama bunları teşhir eden bunlara karşı çıkan zaman zaman bunlara tokatlar atan bir yazarlık serüvenim oldu. Şimdi bu şamaroğlanı üslubunu, büyük medyada yazıyorum diye, sindirmem, hazmetmem mümkün değil. Gazeteden bazı arkadaşlar telefon edip “Ya Nihat, hiç değilse bir evin oluncaya kadar yazmaya devam etseydin” diye beni iknaya çalıştılar. Onursuz bir insanın evi olsa ne olur? Onursuz bir insanın ülkesi olamaz, onursuz bir insan yazar olamaz. Ben, bağımsız yazarlığım, bana iade edileceği güne kadar burada bekleyeceğim. Büyük medyada yazacağım diye, bu üslubu duymazlıktan gelemem. Ha, bir de şu var: Engin Ardıç 53 yaşındaysa, ben de 50 yaşındayım. Ondan çok daha fazla kitabım var ve kitaplarım yüzbinlere ulaştı. Ayrıca şöhret ve tanınma bir değerse, ki yıllarca şöhretin her şey olduğunu onlar Türkiye’ye öğrettiler, ve bu şöhretlerini medya patronlarının önüne koyup 10 binlerce dolar maaş aldılar, şimdi ben onlardan daha şöhretliyim. Daha çok tanınıyorum. Üstelik onların şöhreti, Antep baklavası gibi bir şöhret. Benim şöhretim, yazarlıkla, ahlakla, siyasetimle ilgili bir şöhret. Hepsine hodri meydan diyorum. Önümüzdeki 10 yıl, gerçek yazarlarla bitler ve böcekler şüphesiz ayrışacak, bu tahtakurularının medyada bu kadar zaman neden ve kim tarafından yazdırıldığı, genç nesil ve halk tarafından sorgulanacaktır. Ben ülkemi ciddiye alıyorum. Savaşım, ölünceye dek sürecek.
Okuyucularınızın çoğu, sizi büyük medyada görmekten memnundu, değil mi?
Okuyucum beni büyük medyada görmek istiyor. Ancak, okuyucum, şunu bilsin ki kendimden taviz veremem. “Ya sen de biraz uzlaş kardeşim” diyorlarsa, bunu okuyucum bana değil, kendi yetiştirdiği çocuklarına söylesin.
Engin Ardıç sizin onun yazısına istinaden gazeteden ayrılmanıza ne tepki verdi? Gazete yönetimi bu işe ne diyor?
Hem Engin Ardıç hem de Serdar Turgut telefon etme nezaketini, “Yahu yanlış bir şey oldu” ya da bir kere arayıp “Yahu Nihat fazla duygusal davranıyorsun” deme inceliğini göstermedikleri gibi, benim bu iğrenç saldırı karşısında gönderdiğim açıklamayı hem yayınlamadılar, hem de benim istifa kararımdan çok mutlu olmuş bir görüntü çizdiler. Mutlu olduklarını, yazılarından çıkartıyorum. Onlar, gerçekten mutlu insanlar. Yazılarındaki ironik zenginlik ve geyik fazlalığı beni de neşelendiriyor. Keşke bu neşeyi 70 milyon paylaşabilsek. Yoksul halkımız, üniversiteye giden gençlerimiz, “Kürt Sorunu”muz, işgalci Amerikancılar, herkes bu neşeden nasibini alıp, evrensel bir dünya kardeşliği kurabilsek. Ve sonra Batılı filozoflar bize “Yahu dünyaya çekidüzen veren bu muhteşem neşenizin kaynağı nedir?” diye antropolojik araştırmalar yapıp bize sorular yöneltseler, biz de batılılara şöyle desek: “İşte savaşları durduran, yoksulluğu gideren, Afrika’yı doyuran, bu büyük neşemizin kaynağı, Özal’ın mucizesidir, çünkü Özal sadece başbakanlık yapmadı, bir de Hadi Uluengin, Reha Muhtar, Engin Ardıç gibi dünya dıngıllarında olmayan bir yazar kuşağımız olduğunu ve onların Punkçı Mevlana, Punkçı Bektaşi üsluplarıyla bütün ülkemize kardeşlik öğrettiklerini gösterdi. Başyazılarıyla buna her gün şahit olmaktayız. Buyurun, Amerikan askerlerinize siz de okutun. Siz de Felluce çöllerinde, katıla katıla gülmekten yıkılın. Siz de nükleer bombaları bırakıp Engin Ardıç ve Serdar Turgut gibi kahkaha bombalarıyla Ortadoğu’yu neşeye boğun...”
Serdar Turgut’la aranızın iyi olduğunu söylüyordunuz fakat?
Gerçekten, samimi, dürüst bir insan. Ancak, onu büyüten meyveler ve onun beslenme şekli çok başka. Onunla arkadaşlık yapmak isterim. Ama ben böyle bir günde nedense insanları dava arkadaşı gözüyle görüyorum, ahlak arkadaşı olarak görüyorum. Ahlak da bir beslenme şeklidir. Bu beslenme şeklimiz, bizi farklı yerlere koymuş olabilir. Güzel olan da budur. Ama onur ve ahlak noktasında benim espri yeteneğim yoktur. Yapan olursa da ağzını burnunu dağıtırım. İroniyi her yere sokamayız. İroniyi eğer her yere sokuyorsanız, o zaman siz eşeklik ediyorsunuz. Serdar Turgut’un bana dair yazdığı son yazısına da cevabım budur. Ben onurum kırıldı diyorum, herif hâlâ dalga geçiyor, ne diyebilirim? İyi dalgalar. Allah sizi dalgalı dalgalı büyütsün. Engin Ardıç geçen günlerde Faşizmi ve Faşistliği anlatmaya çalışıyordu. Mümkün değil, beceremez. Ben ona Faşistin kim olduğunu söyleyeyim. Faşist, siz açken veya siz işkence altındayken size fıkra anlatan adamdır.
Yeniden büyük medyada yazmayı düşünüyor musunuz? Yoksa tövbe mi ettiniz? Teklifler var mı?
Değil yeniden büyük medyada, ekmek parasına, genelevde dahi çalışırım. Ben, bir insanın her yerde işini düzgün ve dürüstçe yaptığı takdirde başarabileceğine inanıyorum. Bu yüzden, her yerde yazabilirim. Ben sadece yazılarımdan sorumluyum. Ve artık bu gerçeği bütün dünya biliyor: Yazarları gazete gazete değil, yazar yazar diye ayırıyorlar ve tanımlıyorlar. Uzun yıllar içerisinde hukuk bilgim, sataşma bilgim, mesafe bilgim, düzey bilgim, fazlasıyla derinleşti, olgunlaştı.
Büyük medyadan teklifler var mı?
Birçok. Ve şimdi ismini veremeyeceğim büyük televizyonlardan, SkyTürk’teki programım yüzünden, biraz ayaküstü, biraz ağız arama, biraz “Ne dersin?” diye fikrimi yoklama türünden teklifler alıyorum. Ama yazılı basından almam mümkün değil. Çünkü benim yazarlığım, hem holding çeşitliliğine karşı, hem de fikir dergisi olan, ideolojik çeşitlilikteki gazetelerle savaşla geçti.
Kaynak: www.sekizsutun.com.tr
Hatırlarsınız ‘Azınlık Raporu’ diye bir şey söz onusuydu. Kendime göre düşüncelerim vardı ve Türkiye kaynıyordu. Ve Leman dergisi bana dar geliyordu. Bir yıldan beri SkyTürk beni istiyordu. Ben de kabul tmiyordum. Azınlık Raporu tartışması aydınların sinirlerini germişti, en çok da gerilen bendim. SkyTürk’ün teklifini bir defalığına kabul edip, fikirlerimi söylemek için ekrana çıktım. Program çok tutuldu, etkili oldu, ve kamuoyundan gelen büyük bir baskıyla benim televizyonda devam etmem istendi. İşin doğrusu, televizyonu çıkıp bir saat konuşmak, hayatımda yaptığım en hafif işti. Yani hiç yorucu değildi. Bana sansür uygulamadıklarını görünce her hafta çıkmaya devam ettim. İşte bu sırada Akşam’dan teklif aldım. Teklifi, Serdar Turgut Bey yaptı. Haftanın her günü yazmamı istediler. Ve her gün değilse de, haftada 3-4 gün yazmam için üstümde bir baskı oluştu. Ben de onlara okuyucumun, şahsımın, geliştirdiğim fikir dünyamın bu sert dönemece hazır olmadığını söyledim. Ama birgün büyük medyada bir şekilde yazmaya başlayacağımı ben de biliyordum. Serdar Turgut Beyle şöyle anlaştık: Haftada 1 gün yazayım, yani misafir bir yazar olarak, deneme mahiyetinde devam edeyim. Gerekirse 2-3 de yazarım. Ve bazen haftada 3 de yazdığım oldu, 4 de yazdığım oldu. Ancak, Leman dergisinde 100 binlere seslenen hareketli, elektrikli, coşkulu, delidolu bir üslubum vardı. Bunun bana bir zararı yok.
Ama bu üslup, bir köşe azısı sütununa sığmıyor, tüm sayfaya yayılıyordu. Sanırım bir okuyucu kitlesi de oluştu. Ancak bir müddet sonra benden çok daha kısa yazmamı istediler. Bu durum bana mahsus değil, bütün yazarlara bildirdiler. Mizanpaj gereği. Ben de yavaş yavaş, kısa yazmaya çalışıyordum. Ama becerebileceğim bir şey de değildi. Ama öğrenmek de istiyordum. Serdar Turgut’a bana biraz müsaade etmesini, birkaç ay içinde benim de diğer medya yazarları gibi sorunsuz, meselesiz, ışıksız, hareketsiz, içi boş, eften püften, lagaluga, geyik, yani bomboş yazılar yazıp düzenli bir şekilde paramı almayı başarabileceğimi söyledim. Tabii bu arada bir-iki sert tartışma oldu Türkiye gündeminde. Azınlık Raporundan sonra Ermeni Konferansı tartışmalarında, sert yazılarım oldu. Ve sonra malum, Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır gezisi... Doğrusu, kısaca yazmayı beceremiyordum. İki tane yazım, haklı olarak, uzunluğu gerekçesiyle yayınlanmadı. Bir kasıtları ve sansürleri asla olmadı. Yazarlık yapan hepimiz biliyoruz ki bunlar teknik bir sorundur. Ancak, teknik kabul etmeyen bir yazarlık kariyerim var. Derken, Engin Ardıç Bey’in yazısıyla karşılaştım. Benim, Engin Ardıç Bey’i bana ayrılan sütunda evire çevire tekme tokat girişmem lazımdı. Ayrıca onu afişe edecek imkanım vardı. Ancak, “Saddamcı, Apocu” gibi suçlamalar, benim cevap verebileceğim ya da kaldırabileceğim bir suçlama tarzı değil. Bana bu suçlamayı yapan adama artık yazıyla değil, yolda yakalayıp suratına tükürmem, bana böyle bir suçlama yapan insanı muhatap almamam, arama çok büyük mesafe koymam lazım. Çünkü ben fikir adamı falan değilim. Ahlak, ve onurumla yazarlığımı inşa ettim. Şövalyeliğimden taviz vermem. İyi kılıç çekerim. Önümüzdeki günlerde de nasıl kılıç çektiğime dair resitalleri, yüzbinlerce okuyucum yakında izleyecek. Ancak Engin ardıç beyin sümüksü yalaka, şamaroğlanı üslubuna karşı, Akşam gazetesi benim söyleyeceklerimi yayınlaması mümkün değil, mümkün olmadığını göreceksiniz. Bu Apoculuk suçlamasını, onur meselesi yaptım ve hiç kimsenin benimle şamaroğlanı diliyle konuşamayacağını söyledim. Ben, asla milliyetçi değil, ama ilkokuldan beri vatansever bir yazarım. Herhalde en çok dikkat etmem gereken şey, üsluptur. Üslubum, onurumdan damıtılmıştır. Özal dönemi yazarları, Reha Muhtar, Mehmet Barlas, Hadi Uluengin, Engin Ardıç gibi yazarlar, tüm Türkiye tarafından tanınmaktadır. Şöhretleri malumdur. Bunların insanlık aşkı var mı, yok mu bilinmez. Özgürlük diye bir dertleri var mı, yok mu bilinmez. Halkın yanındalar mı, değiller mi bilinmez. Ülkelerini seviyorlar mı, sevmiyorlar mı bilinmez. Amerika’nın karşısındalar mı, yanındalar mı bilinmez. Yani bu Özal dönemi yazarları, şekilsiz, nam-ı diğer omurgasız, bana sorarsan, Türkiye’de medyayı çürüten ve halkın gazetecilikten iğrenmesini sağlayan yaratık türleridir. Bunlarla işim olmaz. Ama bunları teşhir eden bunlara karşı çıkan zaman zaman bunlara tokatlar atan bir yazarlık serüvenim oldu. Şimdi bu şamaroğlanı üslubunu, büyük medyada yazıyorum diye, sindirmem, hazmetmem mümkün değil. Gazeteden bazı arkadaşlar telefon edip “Ya Nihat, hiç değilse bir evin oluncaya kadar yazmaya devam etseydin” diye beni iknaya çalıştılar. Onursuz bir insanın evi olsa ne olur? Onursuz bir insanın ülkesi olamaz, onursuz bir insan yazar olamaz. Ben, bağımsız yazarlığım, bana iade edileceği güne kadar burada bekleyeceğim. Büyük medyada yazacağım diye, bu üslubu duymazlıktan gelemem. Ha, bir de şu var: Engin Ardıç 53 yaşındaysa, ben de 50 yaşındayım. Ondan çok daha fazla kitabım var ve kitaplarım yüzbinlere ulaştı. Ayrıca şöhret ve tanınma bir değerse, ki yıllarca şöhretin her şey olduğunu onlar Türkiye’ye öğrettiler, ve bu şöhretlerini medya patronlarının önüne koyup 10 binlerce dolar maaş aldılar, şimdi ben onlardan daha şöhretliyim. Daha çok tanınıyorum. Üstelik onların şöhreti, Antep baklavası gibi bir şöhret. Benim şöhretim, yazarlıkla, ahlakla, siyasetimle ilgili bir şöhret. Hepsine hodri meydan diyorum. Önümüzdeki 10 yıl, gerçek yazarlarla bitler ve böcekler şüphesiz ayrışacak, bu tahtakurularının medyada bu kadar zaman neden ve kim tarafından yazdırıldığı, genç nesil ve halk tarafından sorgulanacaktır. Ben ülkemi ciddiye alıyorum. Savaşım, ölünceye dek sürecek.
Okuyucularınızın çoğu, sizi büyük medyada görmekten memnundu, değil mi?
Okuyucum beni büyük medyada görmek istiyor. Ancak, okuyucum, şunu bilsin ki kendimden taviz veremem. “Ya sen de biraz uzlaş kardeşim” diyorlarsa, bunu okuyucum bana değil, kendi yetiştirdiği çocuklarına söylesin.
Engin Ardıç sizin onun yazısına istinaden gazeteden ayrılmanıza ne tepki verdi? Gazete yönetimi bu işe ne diyor?
Hem Engin Ardıç hem de Serdar Turgut telefon etme nezaketini, “Yahu yanlış bir şey oldu” ya da bir kere arayıp “Yahu Nihat fazla duygusal davranıyorsun” deme inceliğini göstermedikleri gibi, benim bu iğrenç saldırı karşısında gönderdiğim açıklamayı hem yayınlamadılar, hem de benim istifa kararımdan çok mutlu olmuş bir görüntü çizdiler. Mutlu olduklarını, yazılarından çıkartıyorum. Onlar, gerçekten mutlu insanlar. Yazılarındaki ironik zenginlik ve geyik fazlalığı beni de neşelendiriyor. Keşke bu neşeyi 70 milyon paylaşabilsek. Yoksul halkımız, üniversiteye giden gençlerimiz, “Kürt Sorunu”muz, işgalci Amerikancılar, herkes bu neşeden nasibini alıp, evrensel bir dünya kardeşliği kurabilsek. Ve sonra Batılı filozoflar bize “Yahu dünyaya çekidüzen veren bu muhteşem neşenizin kaynağı nedir?” diye antropolojik araştırmalar yapıp bize sorular yöneltseler, biz de batılılara şöyle desek: “İşte savaşları durduran, yoksulluğu gideren, Afrika’yı doyuran, bu büyük neşemizin kaynağı, Özal’ın mucizesidir, çünkü Özal sadece başbakanlık yapmadı, bir de Hadi Uluengin, Reha Muhtar, Engin Ardıç gibi dünya dıngıllarında olmayan bir yazar kuşağımız olduğunu ve onların Punkçı Mevlana, Punkçı Bektaşi üsluplarıyla bütün ülkemize kardeşlik öğrettiklerini gösterdi. Başyazılarıyla buna her gün şahit olmaktayız. Buyurun, Amerikan askerlerinize siz de okutun. Siz de Felluce çöllerinde, katıla katıla gülmekten yıkılın. Siz de nükleer bombaları bırakıp Engin Ardıç ve Serdar Turgut gibi kahkaha bombalarıyla Ortadoğu’yu neşeye boğun...”
Serdar Turgut’la aranızın iyi olduğunu söylüyordunuz fakat?
Gerçekten, samimi, dürüst bir insan. Ancak, onu büyüten meyveler ve onun beslenme şekli çok başka. Onunla arkadaşlık yapmak isterim. Ama ben böyle bir günde nedense insanları dava arkadaşı gözüyle görüyorum, ahlak arkadaşı olarak görüyorum. Ahlak da bir beslenme şeklidir. Bu beslenme şeklimiz, bizi farklı yerlere koymuş olabilir. Güzel olan da budur. Ama onur ve ahlak noktasında benim espri yeteneğim yoktur. Yapan olursa da ağzını burnunu dağıtırım. İroniyi her yere sokamayız. İroniyi eğer her yere sokuyorsanız, o zaman siz eşeklik ediyorsunuz. Serdar Turgut’un bana dair yazdığı son yazısına da cevabım budur. Ben onurum kırıldı diyorum, herif hâlâ dalga geçiyor, ne diyebilirim? İyi dalgalar. Allah sizi dalgalı dalgalı büyütsün. Engin Ardıç geçen günlerde Faşizmi ve Faşistliği anlatmaya çalışıyordu. Mümkün değil, beceremez. Ben ona Faşistin kim olduğunu söyleyeyim. Faşist, siz açken veya siz işkence altındayken size fıkra anlatan adamdır.
Yeniden büyük medyada yazmayı düşünüyor musunuz? Yoksa tövbe mi ettiniz? Teklifler var mı?
Değil yeniden büyük medyada, ekmek parasına, genelevde dahi çalışırım. Ben, bir insanın her yerde işini düzgün ve dürüstçe yaptığı takdirde başarabileceğine inanıyorum. Bu yüzden, her yerde yazabilirim. Ben sadece yazılarımdan sorumluyum. Ve artık bu gerçeği bütün dünya biliyor: Yazarları gazete gazete değil, yazar yazar diye ayırıyorlar ve tanımlıyorlar. Uzun yıllar içerisinde hukuk bilgim, sataşma bilgim, mesafe bilgim, düzey bilgim, fazlasıyla derinleşti, olgunlaştı.
Büyük medyadan teklifler var mı?
Birçok. Ve şimdi ismini veremeyeceğim büyük televizyonlardan, SkyTürk’teki programım yüzünden, biraz ayaküstü, biraz ağız arama, biraz “Ne dersin?” diye fikrimi yoklama türünden teklifler alıyorum. Ama yazılı basından almam mümkün değil. Çünkü benim yazarlığım, hem holding çeşitliliğine karşı, hem de fikir dergisi olan, ideolojik çeşitlilikteki gazetelerle savaşla geçti.
Kaynak: www.sekizsutun.com.tr