Oktay Ekşi'nin 53 yıllık fobisi
Abone olHüriyet Gazetesi başyazarı Oktay Ekşi, Nuriye Akman'a özel dünyasının kapılarını açtı. Usta yazar 53 yıldan bu yana bir türlü kurtulamadığı korkusunu anlattı...
Adının Cengiz Han’ın oğlu Ogeday’a, soyadının Yavuz Sultan
Selim’in komutanlarından Ekşioğlu’na dayandığını yeni öğrendiğim
Oktay Ekşi, bana bin yıldır başyazar gibi geliyor. O yüzden, diğer
şapkalarını bir yana bırakıp, söyleşiyi “başyazarlık” üzerine
kurdum. Ekşi’nin Hürriyet’teki 1974-1983 dönem başyazarlığı, SODEP
kurucusu olmak üzere kısa bir dönem kesintiye uğradı.
12 Eylül askeri darbesi SODEP’i seçime sokmayınca 1984’te
gazetecilik mesleğine döndü. Güneş gazetesinde 10 buçuk ay
başyazarlık yaptı, ardından Milliyet’te bir ay yazı işlerinde görev
aldı. Derken Erol Simavi ona tekrar “Hürriyet’e dön” çağrısında
bulundu. Ben 1985’te Milliyet’ten Hürriyet’te geçtiğimde birimiz
Ankara, diğerimiz İstanbul’da otursak da, çeşitli vesilelerle
karşılaştık. Her fikrine katılmasam da, hatta bazen yazdıklarına
kızsam da, onu hep bir beyefendi olarak tanıdım. Her zaman sevgi
dolu, birtakım sahte pozlar takınmayan, neyse o olan bir
centilmendir benim için. Beni kinayeli sorular sormaya kışkırtan
babacan tavrı, gülümseyerek meydan okuması, söyleşiyi bir savaş
olmaktan çıkardı ve zevkli bir oyuna dönüştürdü. Ne güven duymak
için kendi teybini çıkardı masaya, ne konuşmamızı görüntüleme
ihtiyacı duydu ne de yazının son halini görmeyi talep etti.
Efendim 31 yıldır başyazarsınız. Başyazar hüviyetinin artık
ruhunuza sindiğini, kalın bir kabukla sarılmış olduğunuzu, her şeye
bu ayrıcalıklı konumun penceresinden baka baka, saflığınızı
yitirdiğinizi düşünüyorum desem, bana “Haklı olabilirsin Nuriye” mi
dersiniz, yoksa “saçmalama” mı?
Dediklerine katılmadığımı söyleyebilirim. Ben sadece yazımı
yazarken başyazarımdır. Bazı meslektaşlarım var. Yemeği yerken
başyazar, tuvaletteyken başyazar, yatağına yattığı zaman başyazar,
bir sosyal ortamda bulunduğu zaman başyazar, çevreye baktığı zaman
başyazar, pencerenin önüne geldiği zaman başyazar, merdivenden
çıkarken başyazar, inerken başyazar... Üç cümleden birinde “Biz
başyazarlar öyle değiliz, böyleyizdir” derler. Bunlar benimle
alakalı bir şey değil. Yaptığım iş okuyucuya belirli bir sütunda o
sütunun ilkelerine uygun bir şekilde hizmet sunmak.
Başyazarlığı bir elbise gibi çıkartabiliyorsunuz öyle
mi?
Hiçbir sorunum yoktur. Görevim dışındaki zamanlarımda sadece ve
sadece Oktay’dan ibaretim. Hiç öyle üzerimde sıfatlar, yaldızlar,
numaralar, başyazarlıklar bilmem ne yazarlıklar taşımam.
Belki de farkında değilsiniz. Güç, bir süre sonra sahibini
deforme eder.
Bilmem, ettiyse onu başkaları söyleyecek. Bu sıfat beni inandığım
şeyleri, inandığım şekilde yazma olanağına kavuşturduğu için, işimi
o işin gereğine uygun şekilde yapmaya çalışıyorum. Mutluyum. Çünkü
karışanım, herhangi bir şekilde yönlendirmeye çalışanım yok.
Buna ikna olmam zor. Çünkü başyazar olarak sizden kendi
fikrinizi değil, gazetenizin politikasını, patronunuzun bakış
açısını yazmanız beklenir. Bazen aba altından sopa göstermeniz,
bazen sırt sıvazlamanız ve alkışlamanız gerekir. Bu arada siz
kaybolursunuz. Çünkü bu kurumsal tavır alışlar sizin doğal
davranışınız olur.
Şimdi pek öyle değil, biraz da öyle. Bu işin sütunundan kaynaklanan
kurallar var. Eğer bir gazetenin başyazarlığı görevini yerine
getiriyorsanız, o gazetenin genel politikasıyla uyumlu olmanız
lazım. Uyumlu değilseniz zaten size işverenin o işi vermemesi
lazım. O sizin yazdığınızla yüzde 80, yüzde 95 uyum içinde
hissediyorsa sizi orada istihdam etmeye devam eder. Erol Simavi
döneminde de Aydın Doğan’ın döneminde de benim onların hayata
bakışıyla uyumlu olmayan yazılarım çıkmıştır. Ama bunların oranı
benim buradaki iş ilişkimi kesecek düzeye gelirse zaten hiç kimse
beni burada tutamaz.
Demek ki burada kalabilmek için bu uyumu daima en aşağı
yüzde 80’de tutmak zorundasınız.
Belki. Ama benim böyle bir sıkıntım yok. Çünkü inandığımı
yazdığımda, benim fikrim onlarla büyük çapta uyumlu oluyor.
Patronla böyle yüksek bir uyum oranı yakalamak, bir
gazeteci için övünülecek bir şey mi?
Elbette, çok da güzel bir şanstır. Geçenlerde bir yazı çıktı.
Konusunu hatırlamıyorum. Ben 180 derece sağa bakıyorum. Ertuğrul
Özkök 180 derece sola bakıyor. Birbirimize taban tabana zıt
yazmışız. Sabah gazeteyi aldığım zaman fark ettim bunu. Hatta bazı
sütunlara da düştü. Bu ne biçim şey? Bunların birbirlerine karşı
acaba itiş kakış mı var? Hiç alakası yok. Biz konuşurken de
birbirimize ters düşeriz, yazarken de. Zerre kadar gerilim olmaz.
Benimki gazeteyi belirli bir ölçüde bağlayıcı sayıldığı için, ben
istediğim her şeyi yazamam. Varsayalım ki, okuyucunun kimi
değerleriyle çatışan düşüncelerim var. Diyelim ki Bekir Coşkun’un
ya da Emin Çölaşan’ın sütununda olsam pervasızca yazarım bunu. Ama
bu sütunda yazamam. Bir sınırım, başyazarlığın bana verdiği bir
sorumluluk var.
Bu fevkalade şizofrenik bir durum değil mi?
Hayır. Gayet keyifliyim böyle olmaktan dolayı. Abdi İpekçi’nin
öldürülmesi 79’un 1 Şubat’ıdır. 1990 Ocak’ında Muammer Aksoy
öldürüldü. 15 seneden beri ben kendi hapishanesiyle birlikte
yaşayan insanım. 15 senedir polis koruması altındayım. Çünkü o
tarihte yapılmış bir ihbar belirli ölçüde doğru çıktı. Devlet
koruma koydu. Eve girdiğim nokta hariç, hayatım boyunca her hali
polis ile geçen bir insanım. Bu birçok insanı çok mutsuz ediyor.
Benim bir sıkıntım yok.
Kendinizi böylece daha önemli hissediyorsunuz, belki o
yüzden.
Hayır hayır, rahat hissediyorum.
Bilinçaltınızda korunmaya değer bir adam olmak fikri yok mu
yani?
Değil değil. Devlet, sizinle ilgili istihbarat raporlarını altı
ayda bir değerlendirir, aldıkları kararı size tebliğ eder. Daha
önce, tehditler yoğunken arkamda takip arabası vardı. Bir aşamada
dediler ki ‘buna gerek yok.’ Bir aşamada dediler ki ‘evini de
koruma altında tutmamız lazım.’ Biz kaldırttık onu. Hürriyet’in
kendi koruma düzenini koyduk. Devletin koruma polisi yakın koruma
olarak hâlâ sürer. Ben kendi hapishanesini taşıyan insan olmaktan
mutluyum.
Duygunuzu ifade ederken seçtiğiniz kelime beni şaşırtıyor.
Bunda mutlu olunacak ne var ki?
Ben kendiyle barışık bir insanım. Çevremde polis var, ‘şu kaçamağı
yapayım’ ihtiyacı duyan birisi değilim. Gayet rahatım. Bundan
dolayı mutluluğumu kaybetmem.
Biraz evvel Özkök ile farklı görüşleri dile
getirebildiğinizi söylemiştiniz. Şimdi bazen birinizin sağa,
birinizin sola bakıyor olması, gazetelerin ticari müesseseler
olduğu hatırlanırsa, bütün kanatları dengede tutabilmek, okurun
nabzını tutabilmek için profesyonel bir yaklaşım değil
mi?
Yelpazeyi Ertuğrul genişletti. Ben rahmetli Nezih Demirkent ile de
çalıştım. O gazetede tek ses çıkmasını isterdi. O tek ses de benim
kalemimden çıkardı. Her gün yazı işleri toplantısından sonra Nezih
Demirkent’le odasında yarım saat konuşur, yazacağım konuyu tayin
ederdik. Anlaşamazsak, yazı işlerine derdim ki, bugün yazı yok.
74’ten, 81’in sonuna kadar böyle oldu. Sonra Çetin Emeç geldi. Ben
yazacağım konuyu ona söylerdim. ‘Şunu yazmayı düşünüyorum. Bilgin
olsun’ derdim. Çetin karışmazdı başka bir şeye.
Hiç bozuşmaz mıydınız?
Hayır hayır, hiç vaki değil.
Zaten bir başyazarın asıl görevi yönetimi nerede
kızdıracağını, nerede kızdırmayacağını önceden bilmek değil
midir?
Öyle bir ihtiyaç yok. Senin idrakine bırakılmıştır bunlar. O günkü
yazımdan dolayı patron gece yatağında sağdan sola dönerken “bu
adamı kovalım” diye düşünürse, ertesi gün benim işim biter. Ben 53
seneyi, ‘ertesi sabah kovulabilirim’ düşüncesiyle yaşadım. Hiçbir
zaman bu kapıdan içeriye ben bugün 24 saat burada kalacağım diye
girmedim.
Kovulmadığınıza göre rolünüzü iyi oynadınız
demektir.
Hayır, bu ne demektir biliyor musun? Korku bu kadar sağlammış ki
içimde, her gün kovulmayacak kadar iyi yapmaya çalışmışım
işimi.
Tabii nereden baktığınıza bağlı!
(Kahkaha atıyor)
Siz kovulma içgüdüsüyle böyle düşünüyorsunuz. Ben de
diyorum ki, vaay kovulmamak için kim bilir ne tavizler vermiştir?
Neleri yutmuş, yazamamıştır?
Onu diyenlere saygı duyarım, ‘o da öyle bakıyor’ derim. Benim
limitlerim var. Başka sütun yazarları gibi özel hayatımı
yazamam.
Gönlünüzün çektiği sanatçının Anıtkabir’e gömülmesini
isteyen keyif yazıları yazamadığınız için Özkök’ü kıskanıyor
musunuz?
Hiç kıskanmıyorum. O yiğit o yoğurdu öyle yiyor diye bakıyorum. Ben
kendi sütunumdan benim görevim bunun böyle yapılmasını gerektiriyor
diye bakıyorum.
İnsanların Oktay Ekşi’nin ne düşündüğünü merak ettikleri
için değil de, gazetenin politikasını anlamak için sizi okumaları
bir burukluk yaratmıyor mu?
Hiçbir şey yaratmıyor. Ben çok rahat, keyifli bir şekilde gelirim.
Bazen geç saatlere kadar süren konu bulma sıkıntım olur sadece.
Hürriyet’e neden bir başyazar lazım?
Bilmem. Belki birden fazla lazım da, onlar bir taneyle sınırlı
tutuyorlar.
Dünyanın önemli gazetelerini düşünün. Onlarda başyazarlık
müessesesi yok.
Mecbur muyuz New York Times gibi anonim yazmaya? 66 yılında
İngiltere’den döndüm. Ankara’da Yeni Gazete’nin Ankara büro
şefiydim. Rahmetli Nezih Demirkent yazı işleri müdürü. Benden evvel
konulmuş kurala göre, büro şefi imzasız yorum yazıyor. ‘Benim’
dedim, ‘her konuda yorum yapma gibi bir şeyim söz konusu değil. Ben
habercilikten yetişmiş bir insanım. Yorum yazma gibi bir iddiam
yok. Bu uygulamayı değiştirelim, konunun uzmanına yazdıralım. Ben
de o yazıyı edit edeyim.’
Yabancı gazetelerde olduğu gibi, editoryal bir yazı
mı?
Orada bir gruba yazdırılıyor. Ama New York Times, London Times gibi
gazetelerde yine de başyazar konumunda istihdam edilen gazeteci
var. Dışarıdan alınan bilgi var. Pişiren yine onlar. Demirkent’le
mutabık kaldık. O dönem akademisyenlerden çok yararlandım. Ne oldu
biliyor musun? Hayata birbirlerinden çok farklı bakan insanların
aynı noktada çelişen görüşleri yayınlanmaya başladı. Uzmanlık
alanları diye yazıyı alıyorsun. Bakıyorsun ki bir kavşakta
birbirine ters laflar edilmiş. Baktık ki çok başarılı bir uygulama
değil. Şu kanaate ulaştım: Gazetecilik geleneğinde taa Ahmet Mithat
efendilerden gelen kurumlaşmış, okuyucuyu alıştırmış ve artık
ihtiyaç haline gelmiş başyazarlık diye bir kavram var.
Demode olmadı mı yani artık?
Hayır, hayır. Türkiye’de okuyucu, kime küfretmesi gerektiğini, kimi
sevmesi gerektiğini bilmek istiyor. Anonim olduğu zaman sanki
karanlıktan sıkılmış gibi oluyor.
Ama bu, okura çocuk muamelesi çekmektir. Ergin insan kime
küfredeceğini, kimi öveceğini annesi babası mı söylesin
ister?
Hayır, okuduğu zaman, ben bu adamı adam zannettim veya bu adam
benim tahmin ettiğimden daha güvenilir, daha muhtevalı birisiymiş
demeyi, onunla birebir kendi dünyasında iletişim kurmayı istiyor.
Öteki sütunlar için de geçerli bu.
“Biz” demek sizde bir üslup olmuş. Bunu demode bulduğumu söylemek
zorundayım.
Özgürsün, istediğini söyle.
“Biz” demek bir büyüklük iddiası taşıyor. Çünkü büyükler;
büyüklükleri, küçükleri rahatsız etmesin diye “biz” derler
kendilerine.
Bazıları onu bir krallık, bir hanedan üslubu gibi algılıyorlar. Hiç
alakası yok. Orada tam tersine kendini geri plana itiyor, daha
yumuşak olmaya çalışıyorsun. Biz dediğin zaman, ego geriye çekilmiş
oluyor.
Kabul etmiyorum. “Biz” dediğiniz zaman, “ben ve patronum”
diyorsunuz.
Bilmem, öyle algılayanlara bir şey demem de, hiç aklımdan geçmedi
böyle.