Nurgül Yeşilçay GQ Türkiye dergisinde Ebru Çapa'ya röportaj verdi. Birbirinden seksi pozlar eşliğinde birbirinden samimi açıklamalar yapan Yeşilçay, obsesif kompulsif olduğunu itiraf ediyor. Tiyatro okuduğu halde "Tiyatro üstün bir sanat değil" diyen Yeşilçay'ı Ebru Çapa kısaca şu cümleyle anlatıyor. "Ayakları yere basan bir uçuk, oksimoronun Türkçe sözlükte karşılığı olsa, tam oraya vesikalık fotoğrafı yapıştırılası insan Nurgül Yeşilçay “Bilinçli şuuarsuzluğun” derinliğinden bildiriyor." Dizisinin sona ermesi, sevgilisiyle tartışması-barışması, eski eşi üzerine hakkında çok şey yazılıp çizilen Nurgül Yeşilçay, uzun bir aradan sonra konuştu. Bir ‘oğlan’ın peşine takılıp oyunculuğa adım atan Yeşilçay, “Ben teşhisi konulmuş obsesif kompülsifim. Bana bir sorumluluk ver, dön arkanı git. Başka türlüsünü beceremiyorum” diyor Her ikisi de ilkokul öğretmeni rahmetli anne ve babası Bolu’da tanıştıklarında, yine her ikisi de evli ve her ikisinin de ikişer çocuğu var. Aşk ferman dinlemeyince, ikisi de birer çocuklarını alıp oradan göçüyorlar. Arkada bıraktıkları çocuklarını bir daha görebilmek, ne annesine ne de eski eşi intihar eden babasına nasip oluyor. Böylesi bedelleri göze almış bir aşkın mahsulü olarak dünyaya geliyor Nurgül Yeşilçay ve iki yaş küçük erkek kardeşi. Afyon’da doğup İzmir’de, dört çocuklu memur bir ailede, uslu bir kız çocuğu olarak büyüyor: “Hiç dayak yemedim, hiç azar işitmedim, gerçi gerektirecek bir şey de yapmadım. Dört yaşındayken dört işlem, okuma yazma, her b.ku biliyordum. Ablalarım öğretti, onlarla oynaya oynaya yani. Her yıl okula gidip ağlıyordum, beni de alın diye, almıyorlardı. Sonunda aldıklarında birinci sınıfı okumadan ikiye geçtim.” Yedi yaşındayken, boyunu aşan bir karar alıyor: “İnsanlar hayatta fazla zorlanıyor, ben öyle olmayacağım!” Vakitsiz bir ‘uyanma’ hali ki dün gibi hatırlıyor. Teneffüs vakti, tesadüfen okulun sokağından geçen annesini gördüğü ama farklı bir gözle gördüğü gün: “Baktım, omuzları çökük, başka bir kadın , hiç anneme benzemiyor. Memursun, bir çocuğun derdi bitiyor, diğerinin başlıyor. Devamlı hayat gailesi, devamlı bir şey... O kadar üzüldüm ki anneme o an, o zaman yukarıdakiyle anlaşma yaptığımı biliyorum.” Oyuncu olmak, o sırada yaptığı anlaşma dahilinde bir şey değil ama. Oyunculuk aklının ucundan bile geçmiyor o sırada. İlkokulda resim ödülleri almış, devamlı bir şeyler çizen bir çocuk olduğu için kendi de dahil herkes ressam olacağını sanıyor. Öyle hemencecik geçen bir heves de değil bu. Lisede okurken bir ressamın yanına çırak yazılıyor. Gel gör ki üniversiteye yakın, tiyatrocu bir oğlana aklı kayınca, sırf ona yaransın, oturup konuşacak iki çift lafları olsun diye, tiyatro okumaya karar veriyor. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü’ne girdikten sonra çocuğu hatırlamıyor bile: “Hiçbir bilincim yoktu. Stanislavski kimdir bilmezdim, hiç oyun moyun okumamıştım, aman aman tiyatroya da gitmiyordum. Sinema oyunculuğu bölümü olsaydı, ona gidebilirdim. Hiçbir zaman tiyatro oyuncusu olmayı istemedim. Tiyatronun üstün sanat olduğuna falan da inanmıyorum.” “Sinema büyülü bir şey olmalı, anti gerçekçi... Kusturica’nın Underground’da yaptığı gibi, savaşı adamın birinin kıçına çiçek sokarak anlatsın bana sinema, kıçı kıç olarak görmek istemiyorum. Büyük olsun her şey: Kostümler, makyajlar, el kol hareketleri...”