Nuray Mert, müslüman ama solcu
Abone olToplumsal ve siyasal meselelerde 'kuşatıcı' ve 'çarpıcı' neşterler atan Radikal Gazetesi yazarı Nuray Mert, kendisini tanımladı: Müslüman ama solcuyum...
Basının eleştirel kalemlerinden Nuray Mert, AKŞAM'ın
modern-milliyetçi-muhafazakar çizgisi üzerine AKŞAM'ın Yazıişleri
Müdürü Emre Yalçın'la konuştu. Toplumun hassasiyetlerinin, sağ
politikaları anlamadan anlaşılmayacağını savunan Mert, buradan yola
çıkarak solun da zaaflarını eleştirdi.
AKŞAM'ın modern milliyetçi muhafazakar olarak
formülleştirilen yeni çizgisinin, fikir ve siyasete nasıl katkıları
olacağını düşünüyorsunuz?
Ben bu üç kavramın da yakınında duran biri değilim.
Muhafazakarlığın merkez sağ olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Yani belki bu terime aşina değiliz ama, siyasi söylemine aşinayız;
muhafazakarlığın karşılığı var Türkiye'de. Hep de vardı, ama
kendilerine muhafazakar demiyorlardı da, milliyetçi-mukaddesatçı
diyorlardı, ya da Türk-İslam sentezcisi. Ben kendimi Müslüman
olarak tanımlarım, ama öte yandan da dünyaya siyaseten soldan
bakarım. Bu ikisi, 'ben yaptım oldu' deyince bir araya gelmiyor,
dolayısıyla da bunu anlatmam kolay olmuyor. Çünkü sol, dinle sorunu
olan bir siyasal bakış. Bütün dini gelenekler de, sağ siyasetlerle
ittifak içinde oldu. Bense Müslüman'ım, fakat bu beni muhafazakar
yapmıyor; yani ben topluma bakışımı sağ siyaset üzerinden
kurmuyorum. Ancak bütün bu itirazlarıma rağmen, nedense ben
muhafazakar çevrelerin de bir ismiymişim gibi bir hava vardır.
Benim Türkiye'deki muhafazakarlığa itirazım, esasen 'muhafazakarlık
kasabalılıkla olmaz' tarzında estetik bir itiraz da değil -ki o da
doğrudur. Yani, Anglo-Sakson geleneğine kıyasla, bizdeki,
taşralı-kasabalı unsurun hakim olduğu bir muhafazakarlıktır. Ama
ben böyle bir noktadan değil, siyasi bir noktadan itiraz ediyorum.
İtirazım sağın kendisine, sağın dünyaya bakışına, dolayısıyla da
muhafazakarlığa. Asıl gerekli olan, Türkiye'ye soldan bakan
siyasetlerin tazelenmesi. Ama bu modern-milliyetçi-muhafazakarlık
ihtiyacının ortaya çıkmasını da anlıyorum. Statükoyu ve
alışkanlıkları temsil ettiği için kitleler sağın arkasındadır. Sağ
politikaları anlamadan toplumu anlamak mümkün değil. Solun çok
büyük bir zaafı bunları hiç anlamak istememesi, görmezden gelmesi.
Oysa en azından sağı tartışma muhatabı alması gerekir; siyaseten
böyle olmalı. Sol belki buradan bir şey öğrenmez ama, kitlelerin
dünyayı nasıl gördüğünü, hassasiyetlerinin ne olduğunu anlayabilir.
Dünya bir ulus devletler sürecinden geçti. Türkiye de bir uluslaşma
süreci yaşadı ve bunun üzerinden iki üç nesil geçti. Şimdi bu
süreci görmezden gelmek mümkün değil; anlamazdan gelmekse
hakkaniyetsizlik. Şimdi mesela, Sevr Sendromu konusunda bu çok
bariz; hatta insan hassasiyetlerini fazlasıyla yadsıyan bir durum
söz konusu. Bu ülkede yakın tarihte bir sürü trajik şeyler yaşandı.
Bir imparatorluk çözüldü. Ona ilişkin bütün sağ okumaları, sol
okumaları ve tartışmaları bir tarafa bırakın, şimdi bu ülkede
yaşayan herkesin büyükannesi veya büyükbabası bu trajik sürece
doğrudan tanık olmuş. Bu, tarihsel perspektif açısından çok yakın
bir vade. Toplumsal hafıza açısından, dikkate alınamayacak, "aşalım
şunları" denebilecek bir vade değil. Üstelik şimdi hakim çoğunluk
denen 'dışlayıcı kültür', 'hakim kültür' zannedildiği kadar da
kendine güven biriktirecek, güven duyacak bir arkaplana sahip
değil. Aksine, toplumsal hafızadan dolayı, kendisini güvensiz
hissetmesi için çok sebep var. Bunu görmezden gelip de, insanları
bu hafızaya gönderme yaparak gösterdikleri bir takım reflekslere,
"Aaa, bu devirde de bu olur mu?" demek çok ciddi bir empati
yoksunluğu. Politik doğruluk adına inanılmaz bir körlük. Hani
hafızaya körlük, tarihsel deneyimlere körlük, insanların haleti
ruhiyelerine karşı körlük. Tartışmanın da buradan başlaması lazım.
Ben Türkiye'de milliyetçilik konusunda öyle ciddi bir sol tartışma
olduğunu düşünmüyorum. Olan, politik doğruluk çevresinde gelişen
teorik ve hijyenik bir tartışma.
Türkiye standartlarını gözardı eden bir tartışma
yani...
Hayatı, toplumsal duyarlıkları son derece gözardı eden, sırf
kitabına uygun bir tartışma. Ama gerçek bir toplumsal-siyasal bir
tartışmaya dönüşemiyor. Mesela, dünyaya komplo teorileriyle bakmak,
deşifre edilebilecek bir durum. Açıklayamadığımız, karmaşık bir
şeyle karşı karşıya geldiğimiz durumda -ki politik ve toplumsal
realite fazlasıyla karmaşık- bu insanlara bir düşünce konforu
sunuyor. İnsanların siyaseti algılamasında böyle kolaylıklar sunan,
kısa devre sistemler sunan pek çok şey var, komplo teorileri de
bunlardan biri. Ama bir toplumda herkes de komplo teorilerine
saldırmaya başlamışsa, burada da başka bir şey var demektir. Yani
bunu sadece insanlar zaten sığ görüşlü, toplum derin görüşlü değil
diye açıklayamayız. Hiçbir toplum çok derin görüşlü değildir. Yani
çok ilerlemiş, eğitim düzeyi yüksek, demokrasi gelenekleri gelişmiş
Batı toplumlarında da böyle şeyler nesilden nesile aktarılmıyor.
Sokaklarda Descartes'lar, Kant' lar gezmiyor, sıradan adam geziyor.
Sıradan insanın toplumsal-siyasal algısı, aslında içinde yaşadığı
kültürel çevre neyse, onun çok da sığlaştırılmış bir halidir. Kendi
işittiği şeyi tekrar eder, ona konforlu geldiği sürece. Demek ki
bizim toplumuzda insanlar, aydınlarımızın politik doğru olarak
gördüğü bir siyasi-toplumsal algıyı rahatlatıcı, ikna edici
bulmuyorlar. Neden? Bunu sormak lazım. Bizim insanlarımız daha mı
paranoyak psikolojik olarak? Değil. Burada başka bir şey var ve
bunu eşelememiz lazım. Bir meseleyi belli bir mesafeden
tartışmazsanız, insanlar ya o uçtan ya bu uçtan; ya o kısa
devreyle, ya bu kısa devreyle algılama ihtiyacı duyar. Mesela,
durup dururken neden bir toplumda misyoner faaliyetleri artar? Bu
da bir mevzudur ama bir Allah'ın kulu da çıkıp "Kardeşim bunlar da
fuzuli işler, 70 milyonluk koskoca bir nüfusun Hristiyan filan
olacağı yok. Ama bunlar da nedir?" diye bir sağduyulu soru sormaz
da, 'Bu komplo teorilerine ve milliyetçilere prim vermek olur' diye
bundan köşe bucak kaçarsa, bu insanlar ister istemez bir yerlerden
bir açıklama bulmak zorunda kalır. Mesela ben Patrikhane
tartışmalarını çok önemsedim ve bu konuda yazdım. Orada da çok
ciddi bir problem var. Soldan bakan, liberal ve demokrat biri
olarak azınlıklara bakışım tabii ki milliyetçilerinki gibi
değildir. Yani, "Bunlar bizim egemenliğimiz altında, ne dersek
yapmak zorundalar" değil. İnsanların birbirine bu derece hoyratça
ve dışlayıcı bakmasını dert edinmeli bir liberal demokrat, bir
solcu, hatta kendini abartılı milliyetçi olarak görmeyenler. Ancak
Fener Rum Patrikhanesi denen makamın iktidar mücadelesini, sadece
bu gerekçeyle, "Madem ki bunlar azınlık" diye gözardı etmek de
olmaz. Fener Rum Patrikhanesi bir azınlık sivil toplum kuruluşu
filan değil. Tarihsel bir kurum, iktidar iddiası olan bir kurum.
Yani toplum perspektifinden bakan insanların, arada sırf o azınlık
meselesi var diye, kalkıp da epistemik bir sıçrayışla, aslında
iktidar talebiyle hareket eden bir kuruma sonuna kadar sahip
çıkması çok ciddi bir savruluş bana sorarsan. Diğer taraftan da bu
koyu milliyetçi savrulmalara, komplo teorilerine çok da iyi bir
zemin teşkil eden bir bahane oluşturuyor. Patrikhane'nin iktidar
mücadelesi, bizim ayrımcılıkla, azınlıklarla ilgili mücadelemizi
hiç ilgilendirmemelidir dediğimiz zaman, soldan, demokrat kesimden
buna itiraz geliyor. Çünkü öyle bir sakatlık var. Türkiye'de sol ve
demokrat çevreler politik doğruluk perspektifine marazi biçimde
takılmış durumda. Tabii ki iktidar dilde başladığı için, dilin
kullanımı, dilin içinde iktidar mekanizmalarını mümkün mertebe
ayırt etmeye çalışmak ve onlara karşı çıkmak önemli şeyler. Ancak
dünyada aklınıza gelen her şeyi, abur cuburu politik doğruluğun
içine doldurmaya çalışıp olan bitenden iyice kopmanız iyice başka
bir şey. Yani, Fener Rum Patrikhanesi'ne karşı bir şey yazmak bence
politik doğruluk ilkesine hiç ters bir şey değil, çünkü onun
kendisi de bir iktidar merkezi. Ama, haydi diyelim aklınız karıştı.
O zaman da biraz daha irdelemeye ihtiyaç olur. Acaba mı, diye
sorarsınız.Çünkü azınlık da var, kurumsallık da var, hangisi
öncedir diye bir düşünmek vardır. Ama Türkiye'deki söylem bir
dakika düşünmüyor, ayrıştırmam gereken bir şey var mı, diye. Bu
konforlu bir durum tabi entelektüeller için: İşte doğrular listesi
var, yanlışlar listesi var. Nerdeyse ikili mantık sistemine
indirgenmiş. Yanlış ve doğrunun dışında ara seçenekler yok. Ara
seçeneklerin ötesinde, klişe halinde listelenmiştir..
Aynı zamanda da, bir problemin içinde diyelim on değişken
varsa bunu bire indirgeyerek o problemi çözmeye kalkmak söz konusu,
değil mi?
Evet. Bu da bir noktadan itibaren realiteyi algılamamanıza
sebebiyet veriyor. O zaman o realiteyi başka birileri birtakım
mitlerle, komplolarla açıklıyor. Siz ona da daha çok
kızıyorsunuz.
Bu hem sağın hem de solun ortak bir sorunu.
Beklentilerinizden biri, buna çözümün soldan gelmesi
mi?
Ben soldan bakan biriyim solun bu eksiklerini söylüyorum; sağı da
zaten eleştiriyorum. Tabi sağ nedir, sol nedir bu hala üzerinde tam
anlaşılmış bir konu değil. Ama kaba bir genelleme yaparak şöyle
diyelim ki fonksiyonel olsun. Sağdan bakış, bir şekilde dünyada
gücün her zaman hakim olacağını, bundan kaçınmanın mümkün
olmadığını, mümkün değilse de güçlüyle birlikte davranmak
gerektiği. Bir diğer varsayımsa, hiyerarşilerin her zaman olacağı.
Bundan kaçmak gerekir mi, bu istenilen bir şey midir, değil midir
konusunda da tartışma olabilir.. Yani istenmez diyen gönülsüz
muhafazakarlar da vardır. Yani keşke olmasa, ama kaçınılmazdır
diyen de vardır; böyle olmalıdır, dünya böyle daha anlamlıdır,
diyen de. Ama hepsinin birleştiği bir şey vardır. O da kaçınılır ya
da kaçınılmaz bir şekilde, dünya böyledir ve biz bunu
değiştiremeyiz, diye bakar sağ dünyaya. Buna niye karşı çıktığımı
anlatıyorum. Ben bunlara böyle bakmıyorum, o yüzden de ben kendimi
solda görüyorum, zaten diyorum. Dolayısıyla benim sağa söyleyecek
başka bir şeyim yok. Temelde söyleyeceğim her şeyi zaten
söylüyorum. Dolayısıyla da bu düzelme soldan başlasın manasında
söylemiyorum. Yani soldan onlara tavsiye edeceğiniz şey zaten,
"bırakın dünyaya böyle bakmayı"dır. Tabii ki o zaman, solun baktığı
perspektifteki arızaların ne olduğuna bakmak lazım. Ben bunu,
yetkili bir insan olduğum için değil, sadece benimle aynı yerde
durduğunu söyleyenlerde böyle bir arıza olduğunu gördüğüm için
söylüyorum. O yüzden de sol eleştirisini öne çıkarıyorum. Zaten
sağda duran bir insan da öncelikle sağın sorunlarını tartışmalı.
Çünkü zaten bulunduğu yeri sol olarak belirlemişse, sağa eleştiri
olarak orada duruyordur.
Peki basında, bir gazetenin çıkarak,
modern-milliyetçi-muhafazakar görüşün sözcüsü olacağını söylemesi,
kendine böyle bir misyon biçmesini bu bağlamda nasıl
yorumlarsınız?
Anagörüş (mainstream) basını ben de çok eleştiriyorum. Hep aynı
şeyler tekrarlanıyor. Oysa Türkiye'deki anagörüşlü medya içinde de
epey bir çeşitlilik var. Ancak bir noktadan itibaren, bu kişisel
bir meseleye dönüşüyor. Hareket alanı içerisinde de, insanların
yeterince esnek davranmadığını görüyorsunuz. Bu da basının sorunu
değil. Yani insanlar, düşünce özgürlüğüne dair şikayetlerini dile
getirir; alanını genişletmek için her zaman da şikayet etmeliyiz
zaten. Ama Türkiye'de bundan çok daha ciddi bir sorun var. Mevcut
sınırlar içerisinde de yeterince esneyerek, özgürlük alanını tam
kullanarak gitmiyoruz. Yani ya çok birbirinin benzeri şeyler tekrar
ediliyor, ya da uçlardaki fikirler gündeme geliyor. O anagörüş
dediğiniz şeyin içindeki alan o kadar da ihmal edilebilir bir alan
değil.
Bu alan yeterince kullanılmıyor mu?
Bu alan yeterince değil de, yeterince esneyerek kullanılmıyor. Yani
kimse bana mesela, "AB eleştirisi yapamazsın, bizim medya grubumuz
AB'den yanadır" demiyor. İnsanların kendilerine koydukları
sınırlar, o kadar klişeler üzerinden gidiyor ki, Türkiye'deki
insanlara o kadar da sansür uygulamaya gerek yok. Kurumların pek de
bir şey yapmasına gerek kalmadan, insanlar zaten kendilerini çok
dar bir yere hapsetmiş oluyorlar, oraya gelene kadar. Zaten
birbirlerini sansürlüyorlar. Benim AB konusundaki itirazlarıma,
esnek düşünen birkaç AB'ci arkadaşım dışında aklı başında pek çok
arkadaşım hala, "E canım sen de, bu MHP ile..." diyor; hiç alakası
yok oysa. Yani yığınla şey yazıyorum, bunların karşılığının olması
lazım, onların konuşulması lazım. Ama olan ne: "Kimdir AB'ciler.
MHP'li olmamak için AB'ci olmak lazım" gibi o kadar sığ sularda
dolaşıyorlar ki.
Değişkenlerin sayısını teke indirgeme durumu
yani...
Evet. Din konusunda da öyle. Ben özel olarak bu konuyla
ilgileniyorum, ama İslamcı değilim. Ve ben başından beri, 90'lardan
itibaren, Refah yükselişe geçtiğinde İslami kesimin içinde çok
tartışma vardı ve laikliği çok önemsediğimi söylerdim. Resmi görüşe
uymayan pek çok öneride de bulunuyorum. Hem laikliğin önemli
olduğunu düşünüyorum, hem de dinsel özgürlüklerin alanının bu
ilkesel çerçeve içerisinde esnetilebileceğini, niye esnetilmesi
gerektiğini; bunun niye doğru ve hakkaniyetli olduğunu anlatmaya
çalışıyorum. Hal böyleyken hala gazeteye bana gelen mesajlara
bakıyorum. Mesela ben sendika hakkı yazmışım, onlar bana
türbansever diye cevap yazıyor. Ne alakası var? Bu klişelerle
tasniflerle bir şey tartışmak mümkün değil.
Yani basında da öncelikle bu klişelerden, bir konudaki pek
çok değişkeni göz ardı ederek tartışmaları basitleştirmekten
kurtulmak mı gerek?
Gerçekten de bu memlekette neler oluyor, kim neden rahatsız, kim
hangi konuda neler düşünüyor, diyen pek yok. Kısa devreye bağlıyız.
Bu bakımdan da belki gazeteniz, bir ara alan açarak böyle bir
ihtiyaca cevap vermek açısından faydalı olabilir. Yani Türkiye'nin
daha iyi bir muhafazakarlığa ihtiyacı var, daha rafine bir
sağcılığa ihtiyacı meselesi değil de, kategorik red. Alışkanlığı
kırma. Belki de en net söyleyebileceği şey o.
Söyleşi: Emre Yalçın
Kaynak: