Internet Haber Mobil Uygulama
Internet Haber mobil uygulamasını denediniz mi?
Internet Haber mobil uygulamasını denediniz mi?
Türkiye’de son on yılda en çok duyduğumuz hedef “vesayetten kurtulmak.”
Mesele, evvela, “askeri vesayetten kurtulmak”tı. 2010-11 yıllarında da başarıldı. Asker kışlasına döndü, bir “vesayet kurumu” olmaktan çıktı.
Ardından Gezi Parkı gösterileri geldi. Bu olaylar, iktidar tarafından, yeni bir “vesayet” hatta “darbe” girişimi olarak yorumlandı. Ve o mantıkla muhatap alındı. Daha doğrusu muhatap alınmadı; bastırıldı.
Son dokuz ayı ise “paralel devlet” tartışmasıyla geçirdik. Bu da yeni bir “vesayet odağı” ve hatta “darbe” kaynağı olarak siyasi dile yerleşti.
Peki ama durup bir sormamız gerekmiyor mu:
Niçin bu kadar çok “vesayetçi” var?
Niye temizle temizle bir türlü bitmiyor bu adamlar?
İktidar cephesinin bu soruya verdiği yaygın cevap, aşağı yukarı şöyle bir şey:
- Türkiye’nin önünü kesmek isteyen küresel güçler var. Bunlar, yüzyıldır, hatta iki yüzyıldır, “şu Türklerin potansiyelini bastıralım, Müslüman dünyanın lideri ve mazlum halkların hamisi olamasınlar” diye kirli planlar yapıyorlar. İçimizde de bol miktarda işbirlikçi “hain” buluyorlar. Dolayısıyla biz vesayetin birini temizliyoruz, bunlar ötekisini organize ediyor. Ama artık yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Son vesayeti de bitirince Türkiye uçacak.
Benim size önereceğim cevap ise biraz daha farklı.
Önce şuradan başlayayım:
Ben de demokrasi dışı “vesayet”lere karşı biriyim. O yüzden askeri vesayete (daha doğrusu Kemalist vesayete) karşı yıllarca fikren mücadele ettim. Yazdıklarım ortada.
Gezi olaylarına gelince… Bu olayları sadece bir “vesayet” talebi gibi görmedim. Gezi’deki vandal, küfürbaz, militan çizgiye karşı çıkmakla beraber, “siyasi gösteri hakkı”nın demokrasinin bir gereği olduğunu vurguladım.
Son dönemin yakıcı meselesi olan “paralel yapı”ya gelince…
Her şeyi ak-kara gören bazılarının sandığının aksine, bu “yapı”yı ne inkar ettim, ne onun destekçisi oldum. Aksine, ta 2010 yılındaki Hanefi Avcı vakasından beridir, yargı-polis ekseninde fanatik bir klik olduğunu ifade ettim, eleştirdim, bunu kabul edilemez saydım.
Ancak, “askeri vesayet” üzerine gidilirken yapılan yanlışların misliyle tekrarına (cadı avlarına, nefret kampanyalarına) karşı çıktım. Bir de iktidarın “paralel” gerekçesiyle kalıcı olarak “yargı denetimi”nden çıkmasına, hatta yargıyı kendi çizgisine göre dizayn etmesine karşı çıktım. Halen de karşıyım. (O yüzden de umuyorum ki önümüzdeki HSYK seçimlerini ne “iktidar listesi” kazansın ne “cemaat bloku.”)
Gelelim başta sorduğumuz soruya: Niçin bu kadar çok “vesayetçi” var?
Bence cevap, milli batıl inancımız olan komplo teorilerinde değil, “vesayetçilik” yapanların siyasi kültüründe ve dahası onları buna iten siyasi yapıda yatıyor.
Bu siyasi kültürde “vatana ihanet” yok. Bilakis büyük bir “vatanseverlik” var. Ama bu vatanseverlik, kendisinden farklı düşünen ve davrananlara hemen “ihanet” atfediyor. Vatanı sevmenin tek bir yolu ve formülü olduğunu sanıyor çünkü.
Bu siyasi kültürde “devleti paylaşmak” fikri yok. “Devlete hakim olmak” fikri var. Devlet kurumları, ya “bizim elimizde” ya da “onların elinde” oluyor.
Bu kültürde “güven” yok. Onun yerinde “kuşku” esas. “Devlet bunların elinde olursa canımıza okurlar” diye düşünüyor her taraf, karşılıklı olarak. Onun içinde iktidarda ise otoriter, muhalefette ise hırçın davranıyor. “Vesayetçi” ve hatta “darbeci” oluyor.
İşte Türkiye bu yüzden en azından yüzyıldır “orman kanunları” ile yönetilen vahşi bir siyaset arenası.
Saydığer tarihçi Şükrü Hanioğlu, Gezi olayları sırasında Sabah gazetesinde yazdığı “” adlı çok önemli yazısında tam da bu probleme dikkat çekerek şöyle yazmıştı:
“Siyasetin total ve kapsayıcı bir ‘iktidar’ı ele geçirme aracı ve tüm toplumsal alanları tek başına şekillendirme olarak kavramsallaştırılması birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Bir türlü kıramadığımız baskıcı iktidar-komplocu muhalefet sarmalı ise şüphesiz bu sorunların önde gelenlerinden birisidir. Bu sarmal, kavram ve süreçler değil, kişilikler üzerinden tartıştığımız siyasetimizin de sürekli biçimde yeniden ürettiği bir kısır döngüdür.”
Evet; “baskıcı iktidar-komplocu muhalefet sarmalı”.
Temel problem bu kısır döngü.
Ve bu, uzaktaki karanlık mahfillerin başımıza ördüğü bir çorap değil. Elbirliğiyle kazdığımız ve içine gömüldüğümüz bir çukur.
İşte, şu günlerde çok medhiye düzülen “Yeni Türkiye”, eğer eskisinden hakiki bir kopuşu ifade edecekse, bunu ancak yüz yıldır kırılmayan sarmalı kırarak başarabilir.
Yani hep çatışmış bir topluma ilk defa uzlaşı getirerek, bir “toplumsal sözleşme” armağan ederek.
Bu zor işte de her kesime düşen sorumluluklar var elbet.
“Vesayet” peşinde oldukları düşünülen çevreler (en başta cemaat), böyle bir hedefleri olmadığını, sadece normal demokrasilerin sivil toplum ve meşru muhalefet kanallarına talip olduklarını ikna edici biçimde göstermeliler.
Buna mukabil en büyük sorumluluğu taşıyan iktidar ise, hedefinin otoriter bir rejim olmadığını, iç düşmanlarla yaşamak istemediğini, normal bir demokraside makul bir gelecek istediğini yine ikna edici biçimde göstermeli.
Belki bunları imkansız görebilir, Polyannacılık sayabilirsiniz.
Ama, yüz yıllık deneme-yanılma sürecimizin de gösterdiği gibi, başka çare yok ki…