Nedim Şener'den Nazlı Ilıcak için olay açıklamalar
Abone olUsta gazeteci Nedim Şener kimin için "kasaba uyanıklığı yapıyor" dedi? Peki kimi "çorbadaki kıl" benzetmesi ile eleştirdi? Hande Aydemir'in sorularına Nedim Şener'in verdiği yanıtlar dikkat çekiyor.
İNTERNETHABER - ÖZEL
İÇERİK
handeaydemirtv@gmail.com
hande.aydemir@internethaber.com
@HandeAydemirTV
Nedim Şener, Türkiye'de araştırmacı gazetecilik geleneğinin temsilcilerinden biri. Yazdığı kitaplar ile yolsuzluk iddialarından gazeteci cinayetlerine kadar pek çok konuda bilinmeyenleri ortaya çıkardı. Yaptığı gazetecilik çoğu zaman birilerini rahatsız etti. Ergenekon hakkında kitap yazarken, adı aynı davanın uzantılarından birine dahil edildi ve Ahmet Şık ile birlikte tutuklanıp cezaevine atıldı. Olaylarla ilgisi olmadığını anlatmaya çalıştığı mahkeme safahatı sürerken 1 yıl Silivri cezaevinde kaldı.
Şimdi Şener'in yargılandığı dava Cemaat'in hükümete yönelik kurduğu kumpas ile ilişkilendiriliyor. Hayatından bir yıl çalınan Nedim Şener ise "intikam peşinde değilim" sözleri ile herkesin dikkatini çekiyor. Röportajın dün yayımladığımız ilk bölümünde Cemaat ve medyası ile ilgili çarpıcı yorumlar yapan Nedim Şener, ikinci bölümde ise Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal, Etyen Mahçupyan gibi isimler için ağır sözler söyledi.
Nazlı Ilıcak'ın oğlu Mehmet Ali Ilıcak için "kasaba
uyanıklığı yapıyor" diyen Nedim Şener, Etyen Mahçupyan
için ise çok daha ağır konuştu. Mahçupyan'ın bir yazısında
söylediği "çorbadaki kıl" benzetmesini tersine
çeviren Nedim Şener "Çorbadaki kılın Mahçupyan olduğu artık
anlaşıldı" diyor.
NAZLI ILICAK İLE OĞLU
KASABA UYANIKLIĞI YAPIYOR
Hande Aydemir - Nazlı Ilıcak ve oğlu Mehmet Ali Ilıcak bakıldığında iki ayrı kutup oluyor. Nazlı Ilıcak denildiğinde sizin aklınıza ne geliyor?
NŞ - Bence, o durum bir kasaba uyanıklığı. Eskiden şöyle yaparlarmış, köylerde ağalar oğullarından birini A partisine diğerini B partisine sokarlar. Hangisi iktidarda olursa olsun işlerine gelir. Yani Mehmet Ali Ilıcak’ın öyle yapması annesinden çok uzak olduğunu göstermez. Oğlu Türkiye’deki haksızlıkları karşı çıkmıyor farkındaysanız sadece Tayyip Erdoğan’la kavga etme diyor o kadar
HA - Oyun mu oynuyorlar?
HA- Yani aralarında, programda ne konuşacaklarını mı belirliyorlar?
NŞ - Hayır, öyle bir anlaşma olacağını sanmıyorum. Ama kamuoyuna siz bu eleştiriyi böyle yansıtıyorsanız bunda bir oyun var demektir. Yoksa pozisyonları bölüşülmüş değil, zaten herkes kendi pozisyonunda. Mehmet Ali Ilıcak, samimi olarak da Erdoğan’ı destekliyor olabilir, sempati duyuyor olabilir. Ama bunu kamuoyuna yansıtıyorsanız iktidara selektör yakıyorsunuz demektir. Eğer annenizle politik ayrılığınız ya da görüşleriniz çok ters ise daha sert bir tepki gösterirdiniz. Ama ben öyle sert bir tepki görmedim. Bu tutumları beni de ilgilendirmiyor.
NAZLI ILICAK'IN PROGRAMINA ÇIKMIYORUM, MİDEM KALDIRMIYOR
HA-Nazlı Ilıcak cezaevinden çıktığınızdan beri sürekli sizi programa çağırıyor siz olumlu yanıt vermiyorsunuz. Kızgın mısınız?
NŞ- Kızgınlık ve kin değil sadece midem kaldırmıyor onun yaptıklarını. Hepimizin yazdıkları ortada. Cemaatin yanında yer alması beni ilgilendirmez, dün de AKP’nin yayındaydı. Dün Susurlukçu polislerle kolkolaydı bugün cemaatçi polislerle. HDP’ye oy verdiğini söyleyip Akşener’le MHP’yi iktidara diyor. Hiçbir ilkesi en kötüsü utanması olmayan bir insan. Onun için kişisel çıkarı her şeyin üzerinde. Böyle bir gazeteci yapısı var Türkiye’de. Ne olursa olsun ayakta kalmalılar. Ama asıl Hrant Dink cinayetinde cemaatçi polisleri aklamak için kitap yazması, onların avukatlığına soyunması işte asıl midemi bulandıran bu.
HASAN CEMAL VE LİBERALLER DEMOKRASİNİN
ADALET ÜZERİNDE YÜKSELDİĞİNİ UNUTTULAR
HA - Gündemde Can Dündar’dan sonra Hasan Cemal ismi geliyor. Hasan Cemal hakkında ne düşünüyorsunuz?
NŞ - Hasan Cemal, biz Ergenekon Operasyonu’nda
tutuklandığımız zaman bunun yeri olmadığını yazdı, tepkisini
göstermişti.
Ama genel olarak liberal çevrelere baktığını zaman, bir zamanlar
destekledikleri iktidarın değişimini görünce bir hayal kırıklığı
yaşadıklarını düşünüyorum.
Bu çevreler demokrasinin hukuk daha da geniş olarak adalet üzerinde
yükseleceğini unuttular. Özelilkle cemaatin operasyonları döneminde
hukuk ihlallerine sırtlarını döndüler. Böylece vesayet bitecek
demokrasi gelişecek zanettiler. Söylediğim gibi hukukun
üstünlüğünün demokrasinin temeli olduğunu göz ardı ettiler. Sonra
şöyle bir savunmaları vardı: “Biz değişmedik Erdoğan değişti” Bir
aydının görevi kişi, olaylar, olgular neyse bunu çok gerçekçi
tespit etmektir. Özellikle liberallerin hükümetle arasının
açılmasını AK Parti’nin tavrına bağlıyorum.
İstanbul İl Başkanı, artık liberallerle yol ayrımına geliyoruz diye
açıklama yapmıştı. Dolayısıyla onun bir yansıması, öfkesi olduğunu
düşünüyorum. Çünkü eğer liberallerin derdi demokrasi yada düşünce
özgürlüğü falan olsaydı, o yaşadığımız hukuksuzluk döneminde
sesleri çıkardı. Bugün mesela cemaat kapsamında rektörler
tutuklanıyor. Kimse tutuklanmasın tabi ki ama Ergenekon zamanında
da rektör tutuklandı. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin rektörü
tutuklandı ve kimse buna ses çıkarmadı.
HA - Orada bir algı operasyonu mu oldu, kimse ne olduğunu anlayamadı?
NŞ - Anlayamamak diye bir şey yok. Bir suçlama vardır, devlet bir tasarrufta bulunabilir ama gazetecilerin ve aydınların görevi o olayla ilgili tüm olguları, belgeleri okumak ve kendi kanaatini yaratmaktır. Ama bakıyorsunuz bir grup anlayışı var. O grup tarafından suçlu olarak görünüyorsanız, istisnasız herkes sizin suçlu olduğunuzu yazıyor. Eğer desteklenmeniz gerekiyorsa da destekliyorlar. Böyle bir blok hareket söz konusu.
BEĞENDİĞİM DEĞİL OKUDUĞUM YAZARLAR VAR
HA - Peki en beğendiğiniz yazar kimdir? Ya da
özlem duyduğunuz, kendinize yakın hissettiğiniz bir yazar var
mıdır?
NŞ – Beğendiğim değil okuduğum yazarlar vardır.
Her okuduğum beğendiğim anlamına gelme. Okuduğum, güldüğü ve
kızdığım yazarlar var. Bazıları var attığı taklalara gülüyorum.
Bazıları var meslektaşlarını hedef aldığı için kızıyorum. Ama her
kanattan okuduğum çok sayıda yazar var.
HA - Gerçekten mi? Bu benim üçüncü röportajım ve 'herkesi okuyorum' diye ilk defa siz söylüyorsunuz.
NŞ - Ben, Hürriyet’i de, Star’ı da,
Cumhuriyet’i de, Özgür Güdem’i de Yeni Şafak, Akit’i de
okurum, Çünkü ülkedeki herkesten alacağınız bir şeyler var.
Benim bu bakış açısına ihtiyacım var. Benim için iyi yazar ne
öfkesinin ne nefretinin ne siyasetin ne kişisel çıkarların esiri
olmamış kişidir.
Ben maalesef öyle bir adam tanımıyorum ama gün gün beğendiğim
yazılar vardır. Bir de, benim bir olay hakkında kimsenin yorumuna,
bakışına ihtiyacım yok. Onun öfkesine ya da alkışına benim
ihtiyacım yok. Ben her gün manşetinden arkasına kadar tüm
gazeteleri okurum ve benim kendime göre çıkardığım sonuçlar
vardır.
HEM PKK’LILARDAN HEM CHP’LİLERDEN HEM AK PARTİLİLER'DEN AYNI ANDA KÜFÜR YİYEBİLDİM
O nedenle, bazen televizyonda yaptığım açıklamalar insanlar tarafından tepki alıyor. Geçenlerde bir televizyon programına katıldım. Aynı anda hem PKK’lılardan hem cemaatçilerden hem CHP’lilerden hem de Ak Partililer'den aynı anda küfür yiyebildim.
HA- Nasıl yani?
NŞ - Twitter'dan. Çünkü, Bir kaç saat süren bir programda her konudan konuşuyorsunuz ve herkesin bir olayla ilgili söylediği gerçekler var. Herkes gerçeğin kendi işine gelen kısmını söylüyor. Siz de o olayları sadece gerçek boyutuyla anlatmaya çalışıyorsunuz. Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Amerika’ya gidiyor ve Obama ile görüşecek ya da görüşmeyecek. Muhalif olduğunu söyleyenler, Obama ile görüşemeyecek haberi üzerinden bir sürü köşeler yazıyor, bunu bir tavır olarak görüyor falan… Hükümet yanlıları da Obama ile görüşecek haberi üzerine zafer çığlıkları atıyor. Orada şunu söyledim ben; sonuçta iki ülke müttefiklik üzerinden, kendi ülke ve siyasi çıkarları üzerinden bir görüşme yaparlar. Nitekim ayaküstü, orada burada bir görüşme yapıyorlar. Sonrasında, görüşmeyi reddetti diyen insanlar görüşme gerçekleştiği zaman ses çıkarmıyorlar. Bu sefer öbür taraf sazı eline alıyor 50 dakika oldu diyor. Şimdi, bunu anlattığınız zaman hem muhalifin hedefi oluyorsunuz hem de AKP’nin hedefi olabiliyorsunuz. Çünkü ben televizyonlarda konuşurken ya da yazı yazarken yanında olduğum tek bir grup var, o da halk. Kendim nasıl gazete okumak istiyorsam, yazı okumak istiyorsam o doğrultuda yazmaya çalışıyorum. Kendimi buraya gelirken bindiğim metrobüsteki halktan hiç ayrı tutmuyorum. Giderken, yolda insanlara selam vererek evime gitmek istiyorum. Benim tüm derdim bu. Beni ne muhalif alkışlasın ne iktidar yanlısı alkışlasın ne cemaatçi nefret etsin, ne ulusalcı nefret etsin… Ben sadece gazeteye yazıyı yazacağım, insanlarla gerçekleri paylaşacağım ve geriye çekileceğim. Ortada tartışma konusu ben olmayacağım.
BEN HALA AYNI ADAMIM DEĞİŞEN ONLAR OLDU
HA- Siz tartışma konusu oluyorsunuz…
NŞ - Mesele şu, 2008’den beri ben bir Hrant Dink meselesini araştırdım. O tarihten beri yazdığım gerçeği bugün de söylüyorum. Sadece kavram olarak söylemiyorum. Bu cinayetteki sorumluları isim isim, grup grup yazarken 2008-2009’da ne yazdıysam ben 2014 yılında savcıya tanık olarak ifade verirken de aynı şeyi söyledim. Hala televizyonda çıkıp bu gerçeği anlatıyorum. Çünkü elimde başka gerçek yok. Ama ne oldu? Cemaatle hükümetin kavgalı olmadığı dönemde hep beraber benim üzerime yüklendiler. Yok sen polisleri suçlu gösteriyorsun, yok sen Ergenekon’cusun… Davalar açıldı, yargılandık, tutuklandık da kimse o zaman bunun adını anmıyordu. Dönem değişti ve hükümetle cemaat kavga ettiler ve hükümet yanlıları benim yaptığım araştırmayı hatırladılar. Benim yazdığım kitap üzerinden benim nasıl haksızlığa uğradığımı, bu cinayeti araştırdığım için cemaat tarafından kumpasla içeriye atıldığımı hatırladılar ve bu sefer onlar yazmaya başladılar. Oysa ben aynı adamım. 2008’de ne yazdıysam bugün de bunu yazdım. Çünkü ben halka yalan söylemeyi asla düşünmedim ve bunu söyleyen siyasetçilerden de her zaman nefret ettim. Bunu söyleyen gruplardan da gerçeği çekiştiren gruplarda da nefret ettim. Oysa bugün bakıyorsunuz, insanlar sadece nefretle ya da yandaşlıkla dolu olduğu için aynı olay hakkında bambaşka şeyler yazabiliyorlar. Mesela, insanlarda Tayyip Erdoğan nefreti var diyelim. Erdoğan ne yaparsa yapsın onun üzerinden bir tartışma, polemik doğuyor. Hükümet yanlıları da Erdoğan’ın terörist dediğine terörist, casus dediğine casus diyorlar. Oysa bu toplumun bir ahlakı var. Bu toplumun aklı selim olması lazım. Benim de bu anlamda derdim sadece gerçeğe bağlı kalmak. Ama bunun için ne yapıyorlar? Nedim Şener o zaman Ergenekoncusun, Nedim Şener sen ulusalcısın, Nedim Şener’sen alevisin. Hrant Dink’in hakkını savunuyorsan, Ermenisin. Başka neyim? Cemaatçisin, AKP’lisin, CHP’lisin...
BENİM MAHALLEM YOK, BEN BİR SOKAK ÇOCUĞUYUM
HA- Peki Nedim Şener nedir?
NŞ - Sadece Nedim Şener’dir. Sadece
gazetecidir. Bu nedenle ben hep benim bir mahallem yok diyorum. Ben
bir sokak çocuğuyum. Buraya gelirken arkadaşınız bana arabanla şu
sokaktan dön diyor. Ama ben yürüyerek geliyorum. Çünkü ben sokakta
yürüme imkanımı kaybetmemem lazım. Ben Bağcılar meydanında da
yürüyebilmeliyim, Beyoğlu’nda da. Bakırköy’de de yürüyebilmeliyim,
Sultanbeyli’de de.
Ben her yere bir sokağa bir başından gireceğim ve insanlarla
selamlaşarak sessiz sedasız diğer ucundan çıkacağım. Fakat
Beyoğlu’nun bir başından girip sonundan çıkamayacak çok sayıda
gazeteci var.
HA - O zaman siz korkmuyorsunuz?
NŞ- Ben korkudan değil, şereften, onurdan bahsediyorum. Korumasıyla gezip de başına hiç bir şey gelmeyecek gazeteciler de var. Ama mesele korunmadan da yürümek.
GAZETECİ OLARAK İKTİDARLARDAN HESAP
SORUYORSAM
KENDİM DE HERKESE HESAP VEREBİLİR OLMALIYIM
İnsanlar bana baktığı zaman “bu bizim hakkımızı yedi” demeyecek, insanlar bana baktıklarında “bu adam yalancı” demeyecek. Bunun yanında şunu da görüyorum, “ben onun gibi düşünmüyorum ama sağ olsun hep gerçeği anlatıyor” diyen insanlar da var. Benim tek ödülüm bu. Başka hiçbir şey istemiyorum insanlardan. Yani onun gibi düşünmeyeyim ama ona yalan söylememiş olayım. Ben tek başıma dışarı çıkacağım, Türkiye’nin her yerine gideceğim ve hiç bir şeyle karşılaşmadan geri geleceğim. Bazı kötü niyetli aşırı uçtaki insanlar fiziken saldırabilirler. Bu olabilir, bu herkesin başına gelebilir. Ama ben gazeteci Nedim Şener olarak buradan gireceğim öbür uçtan çıkacağım. Kimse benim yüzüme sen şu tarihte yalan söylemiştin diyemeyecek. Gazetecinin her yerde, her zaman, herkese hesap verebilir olmasını önemsemem bu yüzdendir. Çünkü sokakta ancak böyle yürüyebilirsiniz. Eğer ben Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakan’dan, bakanlardan, milletvekillerinden, kamu yöneticilerinden, bürokratlardan hesap sorabiliyorsam, ben hayatımın her evresini hesap verebilen bir adam olmalıyım, bu şekilde yaşamalıyım. Hani deniyor ya anayasada dördüncü kuvvet diye, işte gazeteciler yarı kamu vazifesi yapıyorlar. Siyasetçiden, bürokrattan ya da bir kamu görevlisinden beklediğin namusu, tutarlılığı sen de hayatında göstereceksin. İnsanlar yalan söyleyen siyasetçiden nasıl nefret ediyorsa, yalan söyleyen gazeteciden de nefret eder. Yalan yazdığın için kimse senin yüzüne tükürmeyecek. Asıl mesele budur.
KIYMETİ KENDİNDEN MENKUL MAHÇUPYAN VİCDANDAN UZAK
NŞ - Geçenlerde T24’te bir röportajı vardı.
Kendimle alakalı bölümleri dikkatlice okudum. Yıllarca cemaatin
gazetesinde yazıp kavga çıkınca pozisyon değiştirmiş kıymeti
kendinden menkul birisi. Kibrinden taviz vermeden “Ergenekon ve
Balyoz davaları sırasında mesafeli durmalıydım” diyor. Duramazdı
çünkü iktidar neredeyse orada durduğu için duramazdı. Bir adamın
kavramsallaştırma elemanı olması her şeye iktidar açısından bir
açıklama getirmeye çalışmasının onu aydın yapmayacağının en somut
örneği. Çünkü vicdandan uzak.
HA – Siz yaşadığınız süreçte Hrant Dink’in kardeşiyle yakındınız.
NŞ- Tabi ki. Ben Hrant cinayetini araştırırken
tek yanında durduğum, Hrant Dink’in kardeşleri Hosrof Dink ve
Yervant Dink’tir. Dink cinayeti ile ilgili bakışımda onlardan başka
benim dayandığım yoktu. Ben de kimsenin yanında olmadım.
Cezaevine düştüğünüzde size, aileniz dışında üç kişiyle görüşme
hakkı verirler. Yani her hafta sizi ziyarete gelebilecek dışarıdan
üç kişi vardır. Ben Silivri’de yatarken ziyaretçilerimden biri
Murat Sabuncu’ydu, biri bir yakınımdı, diğeri de Hosrof Dink’ti.
Haftada bir ya da iki haftada bir mutlaka benim yanıma gelirdi.
Ailemle görüştüğüm gibi onunla da görüşürdüm. Yani her zaman
yanımda olmuştur. Zaten cezaevinde beni kurtaran şey Orhan Dink’in
desteğidir.
Çünkü, Hrant Dink’in arkasında bir Ergenekon bağlantısı vardı.
Ergenekon sanıklarının ismi geçiyordu, Veli Küçük ismi
gibi...Bunlar Hrank Dink’in hayatını sokakta dar eden insanlardı.
Ben de o insanlarla beraber yargılanan bir sanık olmuştum. Bir
anlamda Hrant Dink’in katline giden yolda rol alan insanlarla
beraber aynı davanın sanığı haline dönüştürülmüştüm. Yani ben Hrant
Dink için gerçeği araştırırken aslında Ergenekon için faaliyet
gösteriyormuşum algısı yaratmaya çalıştılar. Eğer cemaat
dağılmasaydı ve bu günkü konumlarını koruyor olsalardı, Nedim Şener
bu araştırmalarını Ergenekon için yapmış diye düşünecektiniz.
Bundan da öte ben Hosrof Dink’le ve Yervant Dink’le yakınım ve o
insanlar da Nedim Şener demek ki bizim yanımıza bu amaçla gelmiş,
bizi kullanmış diye düşüneceklerdi. Hayatta bundan daha büyük
ahlaksızlık olamaz.
HA - Yani siz görüşmelerde destek aldınız.
NŞ- Tabi ki, her zaman destek aldım. Ben
gözaltına alındığım zaman Rakel Dink bizim evimizi ziyaret etti.
Orada bir problem yok. Fakat düşünsenize, Ergenekon operasyonunda
tutuklanmış bir adam, cinayetle ilgili kitap yazmış, demek ki bir
operasyon kitabı yazmış gibi bir algı… En kötüsü de ben o aileye
yalan söylemiş bir adam olarak algılanacaktım. Ama Hosrof Dink,
bana kurulan kumpası ilk fark edenlerden biriydi ve görüşmecim
olmasını kendisi istedi. Dolayısıyla, o benim Silivri sürecimde en
büyük desteğim oldu.
Etyen Mahçupyan ise hükümetle kavga edene kadar Hrant Dink’in
katledilmesinde sorumlu olan cemaatçileri savunan Zaman gazetesinde
yazarlık yapmaktan, olaylara onların önüne koyduğu paket ile
bakmaktan çekinmemiş birisidir. Utanmadan bir de bize yapılanlar
için “hukuken yanlıştı ama bu siyaseten onları aklamaz” gibi zırva
laflar ediyor.
Bizim tutuklanmamızın Ergenekon operasyonlarına nasıl zarar
verdiğini ve onun entelektüel birikimini dayandırdığı o
operasyonların nasıl çekeceğini gördüğü için bizi suçlu ilan etme
yolunu seçti. Bir çamur atıyorlar ve onlar kendini aklasınlar
diyorlar. Ama zaman, bunun bize kurulan bir kumpas olduğunu
gösterdi. Etyen Mahçupyan’ın da ne hale geldiğini gösterdi. Sonra
da kendimi tutamıyorum, gıcık oluyorum diyor. Kendisine entelektüel
havası veren bir adamın sıkıştığı zaman, neden böyle yapıyorsun
denildiğinde, gıcık oluyorum diye konuyu savuşturması onun ne kadar
entelektüel olduğunu gösterir.
Bir Hrant Dink’e bakıyorum bir de Etyen Mahçupyan’a bakıyorum
dağlar kadar fark var. Biri yiğitdin önde gideni, bu toprağın
insanı diğeri ise cemaatin gazetesinde operasyona destek veren ve
bugün iktidarın arkasında yer almaya çalışan bir insan. Ve hala o
yazılar yanlıştı diyemiyor.
ÇORBADAKİ KILIN ETYEN MAHÇUPYAN OLDUĞU ANLAŞILDI
HA - Nasıl desin?
NŞ - Diyemiyor çünkü kibrinden. O yanılmışlık
duygusunu dışarı vurmamaya çalışıyor. Hiç umrumda değil. O yazıyı
yazdığı zaman zaten benim gözümde sıfırlanmıştı Etyen Mahçupyan.
Kendi terimiyle söylüyorum, asıl çorbadaki kılın Etyen Muhçupyan
olduğu anlaşıldı sanırım.
HA- Siz böyle düşünüyorsunuz ama o kendisiyle
alakalı adlandırmayabilir bunu.
NŞ - Zaten orada hata yaptığını kabul etmiş
olsa ben de bu şekilde adlandırmayacağım. Asıl mesele
utanmazlıkları. İnsan olan utanır. Ben bunu yaptım, hataydı,
yanlışlıktı der. Ama ne diyor o röportajda? Bizim önümüze bir paket
kodu ve biz o paket üzerinden karar verdik, diyor. Aydın denilen
insan önüne konulan paket üzerinden yorum yapmaz. Olgalar ve
gerçekler üzerinden kendi kanaatini oluşturur yorum yapar. Nazlı
Ilıcak’tan ne farkı var Etyen Mahçupyan’ın?
O da polislerin önüne koyduğu dokümanlar üzerinden suçluyordu
insanları. Bana, Nazlı Ilıcak’tan farkını söylesin. Hiç bir farkı
yok. O nedenle Etyen Mahçupyan’ın adını Hrant Dink ile değil Nazlı
Ilıcak’la yan yana getirmek en doğrusu.
BEN YILLARCA İKNA EDEMEDİM, ERDOĞAN İKİ
GÜNDE
TERÖR ÖRGÜTÜ OLDUĞUNA İKNA ETTİ
HA - Geçtiğimiz gün HaberTürk’te, “ben yıllarca sizi Gülen örgütünün bir terör örgütünü olduğuna ikna edemedim ama Cumhurbaşkanı Erdoğan iki günde ikna etti” diye bir serzenişin oldu. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
NŞ - Orada Süleyman Özışık, “Ben AKP binalarını gezdiğim zaman halkın yüzde 60’ı Can Dündar’ın hain olduğuna inanıyor” dedi. Ben de “bunu başaran Tayyip Erdoğan’dır” dedim. O casus dedikçe ona inanan kitle Can’ın casus ve hain olduğuna inanıyor. Hatta yüzde 60’sa bu düşük bir oran. Tayyip Erdoğan söylediği için bunu kendi kitlesinin yüzde yüzünün kabul etmesi lazımdı. 2013’e kadar birbirleriyle son derece yakın ilişkileri olduğu halde, Erdoğan birden bire bunlar FETÖ, terör örgütü, inlerine gireceğiz deyince 1 yıl içerisinde Erdoğan’ın kitlesi cemaatin gerçekten terör örgütü olduğuna inandı. Bana anlatmayın ben onların nasıl bir örgüt olduğunu çok iyi biliyorum ve anlatmaya çalışıyorum. Biz gazeteci olarak birkaç kitap yazarız, haber yaparız, anlatıp kenara çekiliriz. Ama Tayyip Erdoğan’ın toplum üzerindeki ve kendi kitlesi üzerindeki etkisi çok daha farklı. İnsanların hiç bir şey okumasına gerek kalmadan onun bir örgüt olduğuna inandırabiliyor. Ben de bunu söyledim.
HA - Ve inandırdı mı?
NŞ-Yalnız inandırmakla kalmadı nefret etmelerini de sağladı.
CEZAEVİNDEKİ KIRILIŞ NOKTAMIZI HİÇ
UNUTMUYORUM
HA - Cezaevinde unutamadığınız bir gününüzü
anlatabilir misiniz?
NŞ - Her günü unutulmaz aslında. Cezaevine girdiğiniz zaman bunun bir hayal olduğunu düşündüm, garip bir duyguydu. Tutuklama kararı çıkmış, biz gitmişiz ve bizi ilk defa iki numaralı cezaevine koydular. Oranın ilk misafirleri biz olduk. Daha inşaat malzemeleri üzerinde olan bir yerdi. Bir hata var, düzelecek ve bizi çıkaracaklar diye düşünüyoruz. O nedenle inşaat artıklarını temizlemiyoruz. Yani koğuşta hiç bir temizlik yapmıyoruz. Verilen çarşaf ve battaniye ile yetiniyoruz çünkü nasıl olsa geçecek, bir kaç güne çıkacağız diye düşünüyoruz. Bu ilk haftaya kadar sürdü. Çünkü ilk hafta tutuklamaya itiraz edildi sonra tutuklamanın devamına yönelik bir karar geldi. O zaman anladık ki biz en az 1 yıl buradayız. Sonra, bir süre için burası bizim evimiz diye düşünmeye başladık ve kezzapla tuvaleti temizleyip, yaşanır hale getirmeye çalıştık. Bu kırılış noktasını hiç unutmuyorum.
DEMİRÖREN BEN CEZAEVİNDEYKEN BENİ İŞTEN ÇIKARTTI
HA - Ve Milliyetin ardından hala Posta’dasınız. Posta’yı aileniz gibi görüyor musunuz?
NŞ – Elbette, ben zaten 2010 yılında Milliyet’te çalışırken Posta’da yazmaya başlamıştım. Yazımın başlangıcı da 19 Ocak 2010’dur. Tam Hrant Dink’in öldürülme günüdür. İlk yazım da onunla alakalıydı zaten. Orada da, biz bu karanlığı aydınlatmaya bir elektrik düğmesi kadar yakınız demiştim. Düğmeye basarsak karanlık aydınlanacak demiştim 2010 yılında. Ama maalesef benim hayatımı karartmaya çalıştılar. Ama bugün artık o düğmeye basmayı başarabildik. Şimdi beni tutuklatanlar ve tutuklayanlar, bu cinayetten sanık olarak yargılanmaya başlayacaklar.
HA - Peki neden Hürriyet değil Posta?
NŞ - Bakın, ben cezaevindeyken Demirören beni
işten çıkardı. Gazeteyi aldığı zaman yaptığı ilk şey, ben
cezaevindeyken beni işten çıkarmaktı. Düşünebiliyor musunuz? Ben
15-20 yıllık elemanım ve cezaevindeyim… Ben hayatımın sonuna kadar
Milliyet’te Abdi İpekçi ruhuyla gazetecilik yapmayı planlarken
Demirören’in gazeteyi alır almış yaptığı ilk ve tek tasarruf beni
hapisteyken işten çıkarmaktır. Demirören aldıktan sonra ilk
çıkarılan ben oldum. “Nedim Şener’i istemiyoruz” dediler. Ama
sağolsunlar Doğan Grubu ben cezaevindeyken kadromu Posta’ya aldı.
Maaşımı alayım mağduriyet yaşamayayım diye yaptılar. Onunla
geçiniyorum çünkü. Bir de işten çıkarılmış olarak cezaevinde kalmış
olsaydım mağduriyetin ne noktaya gelebileceğini düşünün. Demirören
bunu düşünmedi ama Doğan Grubu sağolsun beni Posta’ya kadrolu
olarak aldı. Dolayısıyla benim için böyle bir önemi ve değeri
var.
SADECE YOLSUZLUK OLAYI DİYE BAKARSANIZ OBJEKTİF OLMAZSINIZ
HA - Siz aslında hep iktidarları rahatsız eden bir gazeteci oldunuz. Çiller döneminde de pek çok yolsuzluk kitaplarınız yayınlandı. Hatta kamuoyunda da sizin o haberleriniz araştırmacı-gazeteci olarak yansıdı.Ama uzun zamandır bir araştırma niteliğinde yazılarınız yok.
NŞ - Belli dönemlerde bu tür haberler zaten
medyada yoktu. O zamanlar iktidarlara yakın gazetecilik
yapılıyordu. Bu durum AKP’nin cemaat ile kavgasına kadar da
böyleydi. Fakat özellikle 17-25 Aralık’tan sonra ortalık bu tür
haberleri yazanlardan geçilmiyor.
Önemli olan sizin yaptığınız şeyin objektif olmasıdır. Mesela 17-25
Aralık’la ilgili olarak iddiaları gündeme getireceksiniz ama öbür
yandan olayın bir cemaat olayı olduğunu da yazacaksınız. Salt
yolsuzluk olayı olarak baktığınız zaman objektif olmuyorsunuz.
Bunun özellikle 17- 25 Aralık operasyonu ve Selam Tevhid
operasyonuyla bir proje olduğunu düşünebilirsiniz. 17- 25 Aralık
operasyonu başladığı zaman yolsuzluk konusu olan operasyonlar,
polisler tarafından bülten olarak servis edildi. Aynı metin birçok
gazetede yer aldı. Yüz milyar dolarlık yolsuzluğa denk geliyor diye
bir çok gazete yazdı. Daha sonradan ben bu bülteni görülsün diye
Yasin El Kadı kitabına koydum. Çünkü operasyon bu şekilde
yürütüldü.
Bir gazeteci böyle bir durumda nerede durması bilmeli. Zaten polis,
savcı bir operasyon yapıyor ve artık orada gazeteciliğe gerek
kalmıyor. Bu, bir zaman bavulla haber taşıyanlardan bir farkınız
kalmadığını gösterir. Bu nedenle gazeteci kendi araştırdığı şeyin
üzerinden yayınlar yapar, habercilik yapar. Ama eline bir şeyler
tutuşturulduğunda, bir çok gerçeğin içine bir çok yalan sızıyor.
Mesela sıfırlama tapesi çok konuşuldu ve ben de bunun üzerine bir
yazı yazdım. Sonra Can Dündar, Ocak 2015’de 17 Aralık savcısı Celal
Kara ile bir röportaj yaptı. “Sizde bu tape var mı” diye sordu.
Celal Kara, tapenin kendisinde olmadığını söyledi, “olsa olsa 25
Aralık savcısında bulunur” dedi. Sonra cemaatin gazetelerinden
Millet Gazetesi, 25 Aralık savcısı Muammer Akkaş ile bir röportaj
yaptı. O da böyle bir kayıtın ellerinde olmadığını söyledi. O tape
bir çok konuşmalardan bir ekleme olabilir ama bütünlük halinde bir
tape ne 17 aralık savcısında ne de 25 aralık savcısında var.
GAZETECİNİN BİLGİ KAYNAĞI DA TEMİZ OLMALI
Yazdıklarımız arasına sahte şeyler sıkıştırdıkları için tutuklanmış insanlar olarak, Sıfırlama Tapesi’nin olmadığı ama varmış gibi anlatılan bir operasyonun ortasında siz neye inanacaksınız? Fezlekeler parça parça internette dolaştı. Alıp kullanmak istiyorsunuz ama ya araya bir şey koydularsa ya eksilttilerse diye düşünüyorsunuz. Böyle bir yolsuzluk olayına dünyada hiç kimse, hiç bir gazete sırtını dönmez. Ama burada kaynak cemaat. Yani gazetecinin bilgi kaynağının da temiz olması lazım. 17- 25 Aralık operasyonun toplumu kısmen ikna edememesinin nedeni budur. Muhalif olanlar burada bir hırsızlığın olduğuna iknalar zaten. Biz de diyoruz ki burada bir yolsuzluk var. Dört bakanın istifasını sen istemişsin, bunları bir daha milletvekili yapmamışsın, zaten burada bir yolsuzluk durumu var. Ama devamında bunun Tayyip Erdoğan’ı hapse götürmeyi amaçlayan bir süreç olacağı da çok açık. bunun içindeki tapeyi sen her iki dosyada da bulamıyorsanız, neye güveneceksiniz? Dolayısıyla, gazetecilik yapacaksanız operasyonu bütün boyutlarıyla yazmanız gerekiyor. Bir de şu andaki çatışma gerçekler değil algılar üzerinden yürüyor. Mesela ihbarlar geliyor başka konularla alakalı, araştırıyoruz ve doğru olmadığını görüyoruz. Fakat hazırlanmış bir doküman...
HA - Bunu hazırlamak çok kolay zaten.
NŞ - 90’lı yıllarda böyle değildi. Gazeteci her
kaynağına bu konuda mesafeli durmalı. Biz bir belgeyi aldığımız
zaman bunu kaynağından check ederdik. Ama şimdi öyle değil. Şimdi
Balyoz belgelerinde olduğu gibi askeri belgelerden çalındığı
söylenen belgeler doküman olarak yayınlanıyor fakat bunu check
edebileceğiniz bir kaynak yok. Problem bu.
BARANSU'NUN BAVULUNDAKİ BELGELER
DARBEYİ ÖNLEYEN BELGELER FİLAN DEĞİLDİ
HA - Peki bavul bavul belgelerde gitti. Mehmet
Baransu’dan bahsediyorum... Nasıl bir gazetecilikti? Size aynı
belgeler gelseydi, o şekilde götürür müydünüz?
NŞ - Öncelikle, cemaatçilerin biz darbeleri önledik havasından çıkmaları lazım. 2003’teki Balyoz planının yapıldığı ya da o seminerin konuşulduğu olay 2009’da nasıl darbeyi önlemiş oluyor? Varsayalım bir plan var; planlayan insanların çoğu da emekli olmuş. Ya da 2002’de, 2003’te Genelkurmay içinde konuşulmuş bir takım darbe planlarını önledik falan filan… bunların hepsi bir tasfiyeye yönelik operasyonlardı. Amaç belli bir zihniyette olanları tasfiye etmeye yönelikti. Bu anlamda Balyoz belgeleri, Genelkurmay’dan getirilmiş ve üzerinde eklemeler yapılmış dokümanlardı. bunların eğer böyle bir planı varsa haber gibi verirsiniz. Ama Taraf Gazetesi bunları tasfiyeye yönelik operasyonlar olarak yayınladı. İktidar, bunu böyle kullandı. Dolayısıyla burada bir gazetecilik değil bir operasyon vardı. Bunun da zaten hukuki sonuçlarını görüyoruz. Bu işe karışmış olanların bir kısmı hapiste bir kısmı da kaçmış durumda.
BİR B PLANI İLE YOLA ÇIKMADIM
HA - Diyelim ki siz Nedim Şener olarak artık gazetecilik yapamayacaksınız. B planınız ne olur?
NŞ - Hiç düşünmedim. Ama araştırmalara yönelirdim herhalde. Çünkü kitap yazmak benim günlük gazetecilik faaliyetim dışında halka doğruları anlatmak için sığındığım bir alan. Onun dışında bir B planı ile çıkmadım yola.
HA - Ailenizin korkusu oluyor mu? Eşinizin, çocuklarınızın…
NŞ - Zaman zaman endişeler yaşıyorlar. Sosyal medya üzerinden yazıklarım, gazetede yazıklarım veya PKK ile ilgili, cemaatle ilgili yazıklarım… Bunların hepsi bir güç odağı. Hükümeti kızdıracak bir laf etmiş olmak, Can Dündar’a ya da oradaki gazeteciliğe sahip çıkıyor olmak, insanlarda acaba başına bir iş gelir mi endişesi yaratıyor. Ama beni durduramayacaklarını bildikleri için çok müdahaleleri olmuyor.
HA - Radikal’in kapanması…Kağıdı iki yıl önce kapatmışlardı şimdi ise ne yazık ki internet siteleri de kapandı. Burada ne görüyorsunuz? Doğan Grubu küçülüyor mu? yoksa yeniden kendine gelip daha güçlü bir kadroyla mı çıkmayı düşünüyor?
NŞ- Radikal çok satış yaptığı dönemden itibaren çok okur kaybetti. Çünkü liberal, sol bir anlayıştayken yöneticileri değişti. Okurları eleştirdi ve uzaklaştı. İnternet medyası da çok fazla ilgiye açık bir alan, bir sürü alternatif var ve orada rekabet de çok güçlü. Bir çok internet sitesi ticari anlamda tıklama alabilmek için, reklam gelirini arttırmak için çok değişik haberler içine girebiliyor. Radikal’de bu da olmadığı için bir ticari kaybının olduğunu düşünüyorum. Zaten rakamlar onu gösteriyordu. Kar etmiyorsa onu yaşatmanın da çok büyük anlamı kalmıyor.