Neden Tayyip Erdoğan?
Abone olSon günlerde yaşanan olaylar sonrasında hakkında birçok eleştiri yapılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a vatandaş sahip çıktı. <br/>Sosyal m...
Son günlerde yaşanan olaylar sonrasında hakkında birçok eleştiri
yapılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a vatandaş sahip çıktı.
Sosyal medyada paylaşım rekoru kıran bir yazı, Neden Tayyip Erdoğan
sorusuna yanıt verir nitelikteydi. İşte o yazı:
"Neden Tayyip Erdoğan?
Fakültede bir kıza âşıktım. Bir gün bahçede oturuyorduk. 28 Şubat
kararlarının bütün sertliğiyle uygulandığı günlerdeyiz. Yıl 2000.
Benim başörtülü sevgilim ve arkadaşları, büyük bir utanç ve
mahcubiyet içinde fakülte bahçesine girerek, başlarını bile
kaldırmadan, duvara sürtüne sürtüne fakülte binasına girdiler.
Hayatında ilk kez başörtüsünü çıkarmış, başına geçirdiği peruk,
görünmesin diye boğazına sardığı şalla, utanarak o günkü sınavına
gidiyordu sevgilim.
Bahçede oturmuş, onu o halde görünce bir erkek olarak, varlığımdan
utandım. Sevgilime devlet eliyle iftiralar atılıyor, yasaklar
getiriliyor, bense evleneceğim kadına hiçbir şekilde yardım
edemiyordum. O utancımı hâlâ unutamam.
"NEDEN BUNU YAPIYORSUNUZ?"
Bir gün başörtülü bir sınıf arkadaşım, ağlayarak sınıfa girdi.
"Neden ağlıyorsun?" diye sorduğumda, kapıdaki görevlilerin
kendisine hakaret ettiğini söyledi. O anda gözüm döndü, direk
dekanın odasına çıktım, görüşmek istediğimi söyledim. Biraz sonra
kabul edildim.
Tüm metanetimi koruyarak, sakin bir dille kapıdaki güvenlik
görevlilerinin kuralları uygularken keyfi davranıp, başörtülü
kızlara hakaret ettiğini söyledim. "Neden bunu yapıyorsunuz?" diye
sordum.
Dekan bey, gayet kibar bir şekilde, görevlilerin sınırı aşmış
olabileceğini, onlarla konuşacağını söyledi. Ek olarak da,
başörtüsü yasağının dayanaklarını, hukuki süreci, AİHM’nin bile
Türkiye’yi bu konuda haklı bulduğunu, yapabileceği bir şey
olmadığını, bu kızların geleceklerini tehlikeye attıklarını
söyledi. "Ben bu kızların hepsine kefilim, hiçbiri başörtüsünü
ideolojik bir simge olarak kullanmıyor." dedim. "Fark etmez" dedi,
"o insanları kullananlar var, onlar da kendilerini
kullandırtmasınlar." Sinirlendim, "Dekan bey" dedim, "madem öyle,
ben de size şu bilgiyi vereyim. Ne yaparsanız yapın, bu kızla
başlarını açmayacaklar." O da sinirlendi, ayağa kalktı, "Öyleyse
söyle onlara, eğer başlarını açmazlarsa ben de zor kullanacağım."
dedi ve beni gönderdi.
“EŞİME BAŞVURU DAHİ YAPTIRMADILAR”
Yasaklar beraberinde toplumsal dışlanmayı da getirdi. Ben, o
başörtülü kızla evlendim. Odur budur eşim bu toplumda asla eşit
fırsatlar tanınan bir Türkiye vatandaşı olmadı, olamadı. İslamcı
camia dışındakiler, devletin öcü gördüğü bu insanlarla ne
hayatlarını ne iş imkânlarını paylaştılar. Muhafazakâr camia da,
“Biz size iş vermezsek sürünüsünüz.” tutumu sergiledi.
Üniversitelere kayıt için bile giremedi eşim, devletin tiyatro
salonlarına alınmadı, yüksek lisans yapmak istiyordu, başvuru dahi
yaptırmadılar. (Bu sorun 2010 gibi, o da herhangi bir düzenleme
olmadan, şifahen çözüldü.)
Ben bir İmam-Hatip mezunuyum. Fakülte yıllarında Tv Yapım Yönetim
diye bir dersimiz vardı, 1. sınıfta aldığım bu dersten 8 yıl
boyunca geçemedim. En sonunda şöyle geçtim; fakültede çan eğrisi
sistemi uygulandı. Sınıf ortalaması düşük olunca ben de ortalamaya
girdim ve öyle geçtim. Mezun olduktan sonra bir arkadaşımdan
tesadüfen şunu öğrendim; beni aynı dersten 8 yıl boyunca geçirmeyen
hocamız, İmam-Hatip mezunlarını öğreniyor, onları çok çok harika
bir kâğıt vermedikçe (yani dekanlığa dilekçe verip soruşturma
başlatma hakkına sahip olmadıkça) dersten geçirmiyormuş.
Sevindim. Çünkü aynı dersten 8 yıl boyunca kaldığım için kendimi
geri zekâlı gibi hissediyordum. Bu duygudan kurtuldum.
Üzüldüm, çünkü liseden okul birincisi olarak mezun bir insanı, sırf
İmam-Hatipli diye 8 yıl aynı dersten bırakmanın bir karşılığı
olabiliyordu yaşadığım ülkede.
O yıllar, hakimlik sınavı mülakatına giren Hukuk mezunu
İmam-Hatipli gençlere, mülakatta, “Sibel Can’ın eski sevgilisinin
adı nedir?” diye sorulduğu yıllardı.
“ÇAĞDIŞI, BİDON KAFALI, GÖBEĞİNİ KAŞIYAN ADAM”
Bekir Coşkun bizi “çağdışı, bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam”
olmakla suçluyor (Milan Kundera okuyor olmam bile beni bu sıfattan
kurtarmaya yetmiyordu), Nur Serter, “örümcek kafalı” dediği
kızları, at gözlüklerini (!) ve başörtülerini çıkarmaları için
“İkna Odaları”nda ikna ediyordu.
İşte tam bu dönemde Tayyip Erdoğan, bir umut olarak doğdu. Herkesin
yüzüstü bıraktığı, sırtını döndüğü günlerde, bu adam, kendisinin de
şiir kasetinde yer verdiği şiirde söylediği gibi, “Bizim de
yaşadığımız hayattır be kardeşim” deme imkânı sağladı bize.
Kendimizi diğer insanlarla eşit şartlarda görebilme imkânının
adıydı Tayyip Erdoğan. O günlere kadar bize şöyle bakılıyordu: Siz,
bizim üniversitelerimizde ancak temizlikçi, okullarımızda hademe,
apartmanlarımızda kapıcı, kamu kurumlarımızda evrak memuru veya
hizmetli olabilirsiniz. Bundan fazlasını beklemeyin.
“BU YÜZDEN CUMA NAMAZI’NDAN SOĞUDUM”
Babası cami imamı, annesi ilkokul bile okumamış olan İmam-Hatip
Mezunu bir genç olarak ben, bu ülkede yaşayabilecek bir alan
bulamıyordum. Genelkurmay her hafta bildiri yayınlıyor, “Bu ülkede
birinci tehdit irticadır” diye bizi adres gösteriyordu. Yetmedi,
Cuma hutbelerinde, imamlara, “Allah’ım! Ordumuzu yurdumuzu, her
türlü bölücü ve yıkıcı iç ve dış tehditten koru” diye dua
ettiriyordu. Birinci tehdit irticaydı, o da ben ve eşim ve benim
gibi insanlardı. Camide Cuma namazı kılıyorduk, imam, “Allah’ım,
ülkemizi, bu camiye gelenler arasındaki azı insanların şerrinden
koru” der gibi dua ediyordu. O kişi bendim. O gün şunu anladım,
Türkler, “Önce Allah sonra devlet” değil, “Önce devlet, sonra
Allah” diyen bir millettir. Bu yüzden Cuma Namazı’ndan soğudum.
Şimdi bile, (o dua değiştirilmiş olmasına rağmen) bazen o günler
aklıma gelir, Cuma Namazı kılmadığım olur.
Beni, bu halimle kabul edebilen tek adamdı Tayyip Erdoğan. “Siz
bundan daha iyisine layıksınız” dedi bize. Bizi ancak o ve ekibi
anlayabilirdi. Demirel “Başörtülüler Arabistan’a gitsin.” diyerek
bize adres gösteriyordu. Ecevit, “Evinizde başınızı örtmenize
karışıyor muyuz?” diyerek gizli tehditler savuruyordu.
Neydim ben? Kimdim? Ülkem için nasıl bir tehdit olabilirdim? Bunu
hiçbir zaman anlamadım ve şu anda da anlamıyorum. Halbuki Şerif
Mardin, “Türk Modernleşmesi” kitabında, bu ülkenin tarihinde
Nakşibendilik kökenli bir folk İslam olduğunu, bunu göz ardı ederek
bu toplumun anlaşılamayacağını çok zaman önce anlatmıştı.
Anlamadılar, anlamadınız. Hâlâ da anlamak istemiyorsunuz.
“TAYYİP ERDOĞAN’A NİÇİN OY VERDİM?”
Tayyip Erdoğan’a niçin oy verdim? Kendisini şahsen tanımam, bilmem.
Arkadaş olsak, belki de benden hoşlanmaz, kim bilir… Bir kez
karşılaştım kendisiyle o da (sanırım 1999 yılıydı) Ankara
Altınpark’ta Belediyeler Fuarı’ndaydı. Hakkında dava açılmıştı, bir
yere giderken, tek başına görmüş, “Tayyip Bey” diye seslenerek
yanına gitmiş, tokalaşmış, “Sizi seviyoruz ve destekliyoruz”
demiştik. O da, “Allah razı olsun” deyip gülümseyerek uzaklaşmıştı.
Ne bir programına bizzat katıldım, ne aynı masada yemek yedik, ne
de bir sohbetimiz oldu. Ama ben bu adama inandım. Benim gibiydi,
Anadolu’dan gelmiş bir ailenin İmam-Hatipli bir çocuğuydu. Bülent
Arınç ve Abdullah Gül de bizim gibiydi. Sezai Karakoç okumuş, Allah
dostlarına hürmet etmiş, geçmişinden utanmayan, atalarıyla övünen,
bugünü de anlamaya, yaşamaya ve bir şeyler üretmeye çalışan
insanlardık.
Tayyip Erdoğan, diğerlerinin görmezden geldiği, ötekileştirdiği,
hatta bazılarının “ülkemizden defolun” dediği, toplumun büyük
kesiminden birisi olarak bana bu ülkede bir yaşama alanı sundu.
Namaz kıldığım için utanmayacaktım, eşim başörtülü olduğu için
mağdur edilmeyecektim.
“BİZ BU İNSANLARI NİYE ANLAMIYORUZ?”
Tayyip Erdoğan benim için, “nefes alabileceğim bir alandı. Bize bu
ülkedeki herkesle eşit yaşama vaadi sunuyordu. Ben de inandım. Ve
destekledim. Ama siz, bizi anlamadınız, dinlemediniz bile. Ben
hayatım boyunca kimseye, “Sizi bu ülkede istemiyoruz” demedim. Ama
hem ben hem de (gurur duyduğum) başörtülü eşim, “Sizi bu ülkeden,
bu şehirden kovacağız” lafını yüzüne karşı dinlemiş insanlarız. Ak
Parti ekibine önerilerde bulunan Gülse Birsel, acaba bir gün olup
da, başını ellerinin arasına alarak, “Biz bu insanları niye
anlamıyoruz? Kim bunlar ve bizden ne istiyorlar?” diye sormuş mudur
kendisine, merak ediyorum. (Hemen aktarayım, eşimle birlikte,
seyrettiğimiz tek dizi Yalan Dünya’dır.)
Tayyip Erdoğan, benim inançlarımı istismar ederek siyasî rant mı
elde ediyor, çaresizliğimi maddî menfaatlere mi dönüştürüyor, benim
üzerimden İslam anlayışımızı mı değiştiriyor, bunlar şu an umurumda
değil. Gelecekte bu konuda ne düşünürüm, ona da Başbakan kendisi
karar verecek.
“BU ÜLKENİN 76 MİLYONUNUN HER BİRİ BİZİM İÇİN ONURLU BİR
İNSANDIR”
“Bu ülkenin 76 milyonunun her biri bizim için onurlu bir insandır”
diyerek Başbakan Erdoğan’ı kötüleyen Sayın Kılıçdaroğlu! Tayyip
Erdoğan’ı kahraman yapan biz değiliz, sizsiniz. Bizi dinlemediniz,
hep yönetilmeye mahkûm cahil insanlar güruhu olarak gördünüz.
Menderes’in mirasına yaslanarak, 40 yıl boyunca muhafazakâr
insanların oyunu alan Sayın Demirel! Bize ve eşlerimize “Gidin
Arabistan’da okuyun” diyeceğinize, devletin zirvesindeki kişi
olarak, “Ben bu ülkenin evlatlarını size yedirmem. Gidin, makul bir
çözüm bulun.” deseydin, diyebilseydin, şimdi başımızın tacı
olabilirdin. Ama demedin, diyemedin. Şimdi, İmam-Hatip mezunu olan
Abdullah Gül, aynı köşkte, bira içip “ağaçları kestirmem” diye
bağıranları sahipleniyor.
Ak Parti’nin imkânlarından faydalanıp iyi bir kadro ve geniş
imkânlara sahip olmuş biri değilim. 2004’te, bir kamu kurumunda
sendikalı geçici işçi (kurumdaki karşılığı at bakıcısıydı), 2007’de
sözleşmeli personel, 2001’de büro personeli kadrosuyla çalıştım.
(Benimle birlikte bu kadroyu alanların yarısı Ak Parti’den nefret
eden, asla oy vermeyen ve vermeyecek olan kişilerdi. Bizzat
çalıştığım kurumdan biliyorum.) Şu an aynı kadroyla çalışmaya devam
ediyorum. Yoksulluk sınırıyla açlık sınırı arasında bir yerlerde
duruyorum sanırım.
“GÜLSEL BİRSEL, BU ÜLKENİN YÜZÜ OLUYOR AMA BİZ OLAMIYORUZ”
Buna rağmen, bulunduğum her ortamda Ak Parti kimliğinin temsilcisi
olarak, bütün eleştirileri göğüsledim. Ak Partili olup da, Cyrano
de Bergerac’tan övgüyle bahseden, Bertolucci ve Fellini’nin
filmleri üzerinden Roma’yı, Godard, Resnais, Traffaut filmleri
üzerinden Paris’i anlatan yazılar yazdım. Hatta Gülse Birsel’in
Yalan Dünya’da kullandığı Nessun Dorma’yı ben de radyo programımda
kullandım. Gülsel Birsel, bu ülkenin yüzü oluyor ama biz
olamıyoruz. Bunu bize izah edemediniz.
Tayyip Erdoğan izah etti. Bu adam, benden utanmadı, beni yanına
aldı, “Sen Türkiyesin! Haydi, birlikte yürüyelim” dedi. Ve siz,
Başbakanın bu toplumu anlamadığını söyleyenler! Siz bu toplumu ne
kadar anladınız ki, O’nu eleştiriyorsunuz! Siz bu toplumun %
50’sini yok sayarak bu ülkeyi yöneteceğinizi zannettiniz. Sizin
dışlayıcı, ötekileştirici, hatta aşağılayıcı tavırlarınız sürdükçe
Tayyip Erdoğan daha da güçlenecek. Ve siz böyle yaptıkça ben O’ndan
vazgeçmeyeceğim.
Çünkü Tayyip Erdoğan bir kişi değil, bir değerdir. Bir düşünce
tarzı, bir yaşam şeklidir. Ve beni temsil ediyor. Bana “Ak Partili
misin?” diye soranlara şu cevabı veriyorum: “Ben Ak Partili
değilim, ben Ak Parti’nin kendisiyim.” Anayasa Mahkemesi, Ak
Parti’yi kapatma davasını görüşürken, bir arkadaşımla şöyle bir
karar aldık; Eğer bir gün, bu ülkede, Tayyip Erdoğan idam cezasına
mahkûm edilirse, biz de Kızılay’ın Güvenpark’ında, “Bizi de asın”
diye pankart açacağız.
Meslek hayatım boyunca, tanıştığım sosyal demokrat kökenli
arkadaşları tarafından, “Senin AKP saflarında ne işin var?”
sorusuna muhatap kalmış, onlara “Benden çok daha iyileri var. Ben
sıradan bir Ak Partiliyim” cevabını vermiş birisi olarak, şunu
anladım: Bize yaşadığınız ülkeyi ve toplumu tanımıyorsunuz
diyenler, toplumu tanıma konusunda bizden daha kötüler.
Erbakan’a ya da Tayyip Erdoğan’a oy vermiş birisinin, Kieslowski
izliyor, Leonard Cohen dinliyor, Bukowski okuyor olabileceğini
tahmin bile edemiyorlar.
“ACABA HANGİMİZ BU TOPLUMA YABANCIYIZ? “
Ak Parti ekibinin kendisini anlamadığını düşünenler, şu gerçeği
kaçırmamalıdır: “Başbakanı yedirtmeyeceğiz” sözü, sadece bir kişiyi
değil, bu toplumda oldukça yekûn tutan bir yaşam şeklini, bir
inanma biçimini savunuyor. “Mahalle baskısı” tabirine sımsıkı
sarıldığınız Şerif Mardin’in, “Folk İslam” ve “Saray İslâmı”
tabirlerini de anlamaya çalışsaydınız, bu gerçeğe biraz yaklaşma
fırsatı yakalayabilirdiniz.