Ne kadar istikrar o kadar suikast
Abone olAcaba yeniden bir faili meçhuller dalgasının eşiğinde miyiz? Son yıllarda ivme kaybettiği gözlenen karanlık olaylar, yeniden sahnelenmek üzere zemin mi arıyor?
Yakaladığı siyasi istikrar ve iyileşme yolundaki ekonomisiyle
Avrupa’nın kapısına dayanan Türkiye, yeni provokasyonlara karşı
teyakkuza geçti. “Bu tür eylemler, hep Türkiye önemli siyasi
kararların dönemeç noktalarındayken meydana geliyor.” Derin
konulardaki bilgileriyle tanınan Radikal gazetesi yazarı Avni
Özgürel, yakın tarihte meydana gelen birçok toplumsal olay, faili
meçhul cinayet ve siyasi nitelikli suikastlere bu tanımlamayı
getiriyor. Avni Özgürel’in Radikal gazetesindeki köşesinde bir süre
önce, “Ülkeyi karıştıracak provokatif bazı eylemler olabilir.”
uyarısında bulunmasından sonra, geçtiğimiz günlerde Amerika’da
Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sorulan bir soru ve onun verdiği
cevap, dikkatlerin yeniden bu konuya çevrilmesine yol açtı. Gülen
de Özgürel gibi, “Türkiye’de ekonominin düzlüğe çıkmakta olduğu ve
siyasi istikrarın sağlandığı bu atmosferde yeni faili meçhuller
olabilir ve bazı olaylar baş gösterebilir.” uyarısında bulundu. Bu
iki uyarıyı Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü Ramazan Er’in, “İç ve
dış odaklardan gelebilecek saldırılara karşı istihbarat çalışmaları
sürüyor. Biz muhtemel her türlü olaya karşı tedbirimizi alırız.”
sözleri izledi. Bu yılın mayıs ayında “Dost Tarikatı lideri” olarak
bilinen 80 yaşındaki İhsan Güven ve eşinin öldürülmesi de dahil
olmak üzere son altı yılda meydana gelen siyasi nitelikte önemli
suikast sayısı beş. 1998’de İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı
Akın Birdal, kendilerine “Türk İntikam Tugayı” adını veren bir grup
tarafından Ankara’da gündüz saatlerinde vuruldu. Ölümcül kurşunlar
alan Birdal, hastanede kurtarıldı. 1999’da Cumhuriyet gazetesi
yazarı ve Kültür eski Bakanı Profesör Ahmet Taner Kışlalı, evinin
önündeki arabasının üstüne konulan bombayla hayatını kaybetti. 2001
yılı başında Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, Hizbullah’ın
hedefi olurken, 2002 yılı sonunda bu sefer Ankara Üniversitesi
İnkılap Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Necip Hablemitoğlu
evinin önünde suikaste uğradı. Akın Birdal, Ahmet Taner Kışlalı,
Gaffar Okkan ve İhsan Güven olaylarının failleri yakalanırken,
Hablemitoğlu’nu öldürenlerin kimliğine bugüne kadar ulaşılamadı.
Olayların ivme kaybetmesi yanıltıcı mı? Bu beş olaya, 2000 yılı
başında ortaya çıkarılan Hizbullah’ın mezar evleri ve geçtiğimiz
yıl İstanbul’da meydana gelen 15-20 Kasım bombalama olayları da
dahil edildiğinde, son altı yılın eylemler tablosu ortaya çıkıyor.
1990’ların yoğun olaylarıyla karşılaştırıldığında bu manzara,
Türkiye’nin giderek faili meçhuller ve provokatif olaylar
ikliminden uzaklaşmakta olduğu izlenimi veriyor. Ancak, bir terör
uzmanının deyimiyle, Türkiye bazen aniden bu türden eylemlerle
karşı karşıya kalabiliyor. Aynı uzman, son yıllarda meydana gelen
önemli suikastlerin özellikle aralık ayından mayısa uzanan bir
zaman diliminde meydana gelmiş olmasına dikkat çekiyor. Bu
tanımlamaya en fazla uyan olay Necip Hablemitoğlu cinayeti.
Gerçekten de Hablemitoğlu olayı, bir aralık ayında aniden meydana
geldi ve arkasında derin sırlar bıraktı. Hürriyet’in ertesi gün
attığı “Derin suikast” manşetinden bugüne kadar da, Hablemitoğlu
cinayeti soruşturmasında hiçbir ilerleme sağlanamadı. Hablemitoğlu
olayındaki en ilginç noktalardan biri, ismi Telekulak olaylarında
geçen bir polis müdürünün görevi olmadığı halde herkesten önce olay
mahalline gitmesiydi. Aksiyon’a konuşan Avni Özgürel, aralık-mayıs
sürecinde eylem girişimleri beklentisinde olan terör uzmanınkine
benzer sözler kullanıyor. Özgürel, “Bu tür provokasyonlar daha
gündemden kalkmadı ve Türkiye’nin daha bir süre devam edecek bir
gerçeği. Ve bu eylemler Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ilişkin
değerlendirmelerinde etkili olabilir.” diyor. “Türkiye’de Siyasal
Cinayetler” kitabının yazarı Alpay Kabacalı, 1971’e kadar meydana
gelen suikastleri ele aldığı çalışması için, “Son yirmi yıl
içerisinde işlenen ve çoğunun dosyasına faili meçhul damgası
basılan siyasal cinayetler üzerinde kafa yoranlara ipuçları
verebilecek bir tarih laboratuvarı” değerlendirmesini yapıyor.
Nasıl ki Kabacalı’nın çalışması 1990’a kadar olan olaylar için bir
tarih laboratuvarı ise, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne üyelik sürecini ve siyasi istikrarı hedef alacak çeşitli
olayların karakteri hakkında bize ipuçları verebilecek bilgiler de
1980’den 2003 yılına kadar meydana gelen olaylarda yatıyor.
Demokratikleşmeyi bloke eden eylemler Örneğin Türkiye’nin
demokratik açılımlar arifesinde olduğu 1990’lı yıllarda laik
kimliği ön planda olan gazeteci, yazar ve düşünürlerin peş peşe
suikaste uğramaları birer tesadüf değildi. Avni Özgürel’in, “Onun
ölümüyle, Türkiye’de yaşanan hadiseleri sorgulayan bir kalem
ortadan kaldırıldı.” sözleriyle değerlendirdiği Uğur Mumcu
cinayeti, laik-antilaik çatışmasını 1993’te doruğa çıkaran son
derece stratejik bir eylemdi. Hedef, laik-antilaik çatışmasıyla
demokratik açılımları bloke etmekti. Aynı dönemde emekli
generallerin, Milli İstihbarat Teşkilatı mensuplarının ve çok
sayıda polisin saldırıların hedefi olması, ülkenin güvenliğinden
sorumlu üç önemli kurumu yılgınlığa düşürüp pasifize etmeyi ve
Türkiye’de iç savaş şartları ile birlikte “ihtilal” ortamını
oluşturmayı hedeflemekteydi. Ancak toplumsal olaylar yetersizdi.
Üstelik, 1993 başında PKK’nın ateşkes ilan etmesiyle, terör de ivme
kaybetmişti. 1993 mayısında evlerine dönen 33 askeri taşıyan
otobüsün Bingöl’de taranmasıyla PKK terörü yeniden tırmanırken, iki
ay sonra Sivas’ta Madımak Oteli’nin yakılması ilk toplumsal olay
denemesi oldu. Mezhep çatışmasını devreye sokan Madımak’ı, 1995
martında İstanbul’da Gazi Mahallesi’nde meydana gelen olaylar
izledi. Gazi olayları, yirmi ay önce Sivas’ta yarım kalan planı
tamamlayacaktı. Olayların kısa sürede Ümraniye’ye de sıçratılması,
bütün İstanbul’un hedef alındığını göstermekteydi. İstanbul ve
Ankara’da Kürt kökenli bazı işadamları ve aydınların birer birer
ortadan kaldırılması, mezhep çatışması ile eş zamanlı olarak
Türk-Kürt çatışmasını da batıdaki büyük şehirlere kaydırma
çabasıydı. Ne var ki, 1990’larda yoğunluk kazanan bütün bu
olaylarla Türkiye’de istenen şiddet ortamı oluşturulamadı. Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Talat Şalk’ın deyimiyle, güvenlik
güçleri ve DGM savcılarının çalışmaları Türkiye’yi 1993-95 arasında
birkaç defa ihtilalin eşiğinden döndürdü. Böylece Türkiye direkten
dönerken, bütün demokratikleşme çalışmaları engellendi. Fikir
özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak için Meclis’te yapılan
çalışmalar yıllara yayılırken, ileri demokrasi yolundaki diğer
adımların hiçbiri atılamadı. Yine üniversitelerdeki türban yasağı
toplumda oluşturulan keskin kutuplaşma sayesinde bugünlere kadar
süregeldi ve çözümsüz kaldı. Şüphesiz bütün bu olaylardan
bazılarının failleri yakalandı. Ancak, olayları ateşleyenlerin ya
da suikast emirlerini verenlerin kimliklerine hiçbir zaman
ulaşılamadı. Mahkemedeki sanığı aşan gerçek Ankara’da Uğur Mumcu,
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı’yı öldürmekle
suçlanan sanıkların yargılandığı davada, Mumcu ailesini temsil eden
Avukat Turgut Kazan, “Biz de bu davada gerçeğin peşindeyiz.”
demekteydi. Sanıklar mahkemede olduğuna göre, peki gerçek
neredeydi? Belki de gerçek, sanıkları aşan bir yerlerdeydi. Bu gibi
olaylarda sanıkların dahi bazen ne amaçla hareket ettiklerini
bilmediklerinin çarpıcı bir örneğini Avni Özgürel şöyle anlatıyor:
“Bir eylem yaparsınız, bu eylem İslamcı gözükür. Sinagog
bombalanmış, bombalayan da beş vakit namazında bir adam.
Baktığınızda eylem İslamcı. Veya bir eylem sol olarak gözükebilir.
Bir işadamı vuruluyor, Türkiye’nin önemli bir holdinginin başındaki
adam. Ama iş öyle değil. Size bir örnek anlatayım. İngiltere’de,
Dışişleri Bakanlığı’nda görevli bir casus yakalandı. Adam bir
İngiliz ırkçısı; ama Sovyetler Birliği hesabına çalışmakla
suçlandı. Ve adam Sovyet casusu olduğunu öğrendiği gün cezaevinde
intihar etti. Meğer kendisi ırkçı Güney Afrika rejimine bilgi
veriyorum diye Güney Afrika’nın Londra Büyükelçiliği’nde çalışan ve
aslında Sovyet casusu olan birisiyle anlaşmış. Birisinin amacı
ırkçı bir rejime destek, İngiltere’nin siyasetini anlatıyor. Ama
öbürü, o bilgiyi ondan alıp Sovyetler Birliği’ne gönderiyor. O
faaliyeti yapan kişinin dahi yaptığı işten haberi olmuyor.
Sağcılık, solculuk, İslamcılık adına eylem yaptığınızı
zannedebilirsiniz. Ama yaptığınız esas olarak kime yarıyor. O eylem
neyin hizmetinde? Buna da bakmak lazım. Türkiye’de bu gibi
olaylarda gerçeği ortaya çıkarmak o kadar kolay değil. Alın Özal
suikastini. Devletin başbakanı başına ne geldiğini bilmiyor. O
soruşturmayı MİT’ten, Emniyet istihbaratından ayrı özel dostluk
ilişkileriyle öğrenmeye çalışıyor.” Örneğin 2 Temmuz 1993 cuma
günü, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nin yapıldığı Sivas’ta Paşa
Camii’sinin önünde cuma namazından çıkan kalabalığı tahrik ederek
vilayet binasına ve Aziz Nesin’in kaldığı Madımak Oteli’ne
yönlendirenler, perdeleri ateşe verilerek yakılan otelde 37 kişinin
ölümüne yol açanlar kimlerdi? Olaydan bir gün önce dağıtılan ve
halkı Aziz Nesin’e karşı “dinlerinin gereklerini yerine getirmeye
çağıran” bildiriyi kimler yazmıştı? Yine 12 Mart 1995 gecesi,
İstanbul’da Gazi Mahallesi’ndeki Doğu Kıraathanesi’ni silahla
tarayan ve 61 yaşındaki Halil Dede’yi öldürerek Gazi olaylarını
başlatanlar kimlerdi? Halkın polisle çatışmasına ve 15 kişinin
ölümüne yol açan bu olaylar nasıl bir tuzaktı ki, Türkiye’nin bütün
büyük gazeteleri, ertesi gün “Biz bu hain tuzağa düşmeyeceğiz.”
manşetiyle çıktılar? O gün Sivas’ta ne oldu? Madımak olayını
soruşturan Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin (DGM) altı savcısı
Nusret Demiral, Talat Şalk, Nuh Mete Yüksel, Dilaver Kahveci, Ülkü
Coşkun, Kemal Ayhan ve Tevfik Hancılar’ın ortak imzasını taşıyan 20
Temmuz 1993 tarihli mütalaada, “İslam dünyasında tepkiye yol açan
Şeytan Ayetleri kitabını Türkiye’de yayımlayan Aziz Nesin’in bu
toplantıya davet edilmesine Sivas’ta yaşayan vatandaşların
hassasiyet göstereceği ve bir büyük olayın meydana geleceği önceden
biliniyordu.” deniliyor. Altı DGM savcısı, olaydan bir gün önce
Sivas’ta dağıtılan “Müslüman Kamuoyuna” başlıklı bildirinin,
Madımak felaketinin yaşanmasındaki ikinci tahrik unsuru olduğunun
da altını çiziyor. Ancak, bu bildiriyi kimlerin yazıp dağıttığı
bugüne kadar ortaya çıkmadı. Ankara DGM’deki duruşmalar sırasında
sanıklardan Yunus Karataş’ın, “Hadiseden bir gün önce arkadaşım
Ramazan Aslan’la evinde gece geç saatlere kadar içki içtik. Saat
18:00-19:00 gibi uyandık.” demesi ilginçti. Karataş’ın uyandık
dediği saat, otelin önündeki en gergin saatlerdi. Ama savcılara
göre Karataş, otel önünde bulunan bir otonun üzerine çıkarak otelin
perdelerini tutuşturan kişilerden biriydi, çünkü video kayıtlarında
ve fotoğraflarda gözükmekteydi. Öte yandan Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi ile Cumhuriyet Üniversitesi Araştırma
Hastanesi’nin raporlarına göre sanıklar Yusuf Şimşek ve Faruk
Belkavlı epilepsi, yani sara hastalarıydı. Ama savcılara göre
Şimşek, otele taş atan, güvenlik görevlilerinin oluşturduğu
barikatı birkaç defa aşarak otele girip cam ve çerçeveleri kıran,
içerideki koltuk ve masaları dışarı atanlardan biriydi. Belkavlı
ise otelin önünde tekbir getirmiş, “Şeytan Aziz, Sivas Aziz’e mezar
olacak, asker dinsize siper olamaz.” sloganlarını atan ve itfaiyeyi
engelleyenlerden biriydi. Gazi olaylarının ardındaki büyük tuzak
Görgü tanıklarına göre, 12 Mart 1995 günü İstanbul’da Gazi
Mahallesi’ndeki kahvehaneler ve pastane ayna anda iki taksideki
şahıslarca tarandı. Bu taksilerin birinde üç kişi vardı. Şahıslar
arabaya bindikten sonra taksi şoförünü silahla vurmuşlar ve
bağlayıp arabanın bagajına koymuşlardı. Öte yandan, olay günü
gündüz saatlerinde bölgede Amerikan tıraşlı, iyi giyimli ve
ellerinde telsiz olan bazı şahıslar dolaşmıştı. Üstelik bu kişiler
yakalarına bir siyasi partinin rozetini takmışlardı. Gazeteleri
arayıp olayı üstlenenler, “Biz Türk İntikam Tugayıyız.” demişlerdi.
Bu isim, 1980 öncesindeki bazı suikastler için de kullanılmıştı.
İlginç olan, arabası gasp edilen taksiciyi vuran silahın temiz
olmasıydı. Bu silah, o güne kadar herhangi bir olayda
kullanılmamıştı. Tugaycılar temiz ve iz bırakmadan çalışmıştı. Peki
Gazi olaylarını tezgahlayan bu Tugaycılar kimlerdi? Olayların
ertesinde “Bu hain tuzağa düşmeyeceğiz” manşetiyle çıkan büyük
gazetelerin birinci sayfasında yer alan “Sağduyuya davet” başlıklı
yazılardaki şu cümleler, bu kişilerin kimlikleri hakkında yeterince
ipuçu veriyor: “Yine o hain parmak. Yine o karanlık senaryo. Yine
aynı film. Biz toplum olarak bu filmi daha önce seyretmiştik.
Sonucu hep birlikte yaşamıştık. Hatıralarımız hâlâ çok taze. Bir
daha aynı tuzağa düşmeyeceğiz. Bir daha aynı senaryonun tekrarına
izin vermeyeceğiz. Sağduyu hakim olacak, kardeşlik ve barış
tutkumuz bu karanlık planı bozacak. Bu defa tuzağa düşmeyeceğiz, bu
filmi yeniden seyretmeyeceğiz.” Belki güvenlik güçleri on yıldır
Gazi olaylarının gerçek faillerini ve o akşam tetiği çekenleri
henüz bulamadı. Ama, medya ve toplum daha olayların ertesinde bu
güçleri teşhis etmişti. Çünkü senaryo ve film, 1980 öncesi
sahnelenenlerle aynıydı. 22 Aralık 1978 tarihinde Kahramanmaraş’ta
sinemada Şeyh Şamil filmi gösterilirken patlayan bomba ile başlayan
ve 107 kişinin ölümüyle sonuçlanan Alevi-Sünni çatışması, bu filmin
ilk versiyonuydu. Maraş olaylarını Çorum izlemişti. 4 Temmuz 1980
cuma günü yoldan geçen bir arabadan Alaattin Camii’ne bomba
atılmasıyla başlayan olaylar sonucunda Çorum’da ölenlerin sayısı
otuzdu. Tıpkı 12 Mart 1995 akşamı İstanbul’da Gazi Mahallesi’ni
tarayanlar gibi, Alaattin Camii’ne bomba atanlara da hiçbir zaman
ulaşılamadı. Ama güvenlik güçleri de tıpkı medya ve toplum gibi
gerçek faillerin eşkâlini belirlemişti. Nitekim dönemin Emniyet
Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın şu sözleri bunu gösteriyor: “Sağ-sol
çatışması yok artık. Türk-Kürt kavgasını kışkırtmayı da
başaramadılar. Geriye bir tek Alevi-Sünni, laik-antilaik olayı
kaldı. Şimdi bunu tahrik etmeye çalışıyorlar.” Özellikle Madımak
olayının çok önemli bir özelliği daha vardı. Hafızalarında Çorum ve
Maraş olaylarını canlandıracak bir görüntü olmayan 15-20’li
yaşlardaki gençler için Madımak, bu kuşağın bilinçaltında devamlı
yer edecek bir tablo ve ilerideki olayların potansiyel bir
sebebiydi. Gazi ve Akın Birdal’daki ortak imza 1995’teki Gazi
olaylarının ardından 1996’da Sabancı Holding Yönetim Kurulu üyesi
Özdemir Sabancı’nın vurulması, ülkeyi belli bir çizgiye çekmeye
çalışan güçlerin sermaye kesimine en önemli mesajıydı. Sabancı
suikasti sanığı Mustafa Duyar, İstanbul DGM’ye gönderdiği ve
“Önümüzdeki celse bu suikastin ne olduğunu açıklayacağım.” dediği
mektubundan hemen sonra cezaevinde öldürüldü. İki yıl sonra, 28
Şubat sürecinin yaşandığı dönemde, “Türk İntikam Tugayı” yeniden
sahneye çıktı. Bu kişilerin hedefinde Akın Birdal, eski Bakan Salih
Yıldırım ve Türkücü Mahsun Kırımızıgül vardı. Akın Birdal’ı vuran
ekip yakalanınca diğer iki suikasti yapamadı. Aynı ekip, HADEP
Sarıgazi Teşkilatı’nı da basıp toplu bir katliam yaparak toplumsal
bir infial meydana getirmek istedi. Plan ve proje, Madımak ile Gazi
olaylarının bir benzeriydi. 2000’li yıllara geldiğimizde ise bu
sefer güney illerinden İstanbul’a taşınan Hizbullah sahneye çıktı.
Açılan mezar evleri toplumda dehşet uyandırırken, televizyonlarda
ilginç dini görüşler öne süren Konca Kuriş ve barışçıl kimliği ile
tanınan Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım’ın Hizbullah
tarafından kaçırılıp öldürülmeleri muhtemel büyük provokatif
eylemlere yönelik hazırlıklardı. İstanbul polisinin 2000 yılı ocak
ayında Beykoz’daki Hizbullah karargahına yaptığı baskın, bu
eylemler serisini başlamadan bitirdi. Cumhuriyetin kuruluşundan
beri, siyasete ve ülkeye yön vermek, ülkede istikrarsızlık
oluşturmak isteyen güçler bu şekilde çeşitli suikastler ve kitlesel
olaylar meydana getirirken; meydana geliş biçimiyle basit gibi
gözüken bazı olaylar ve suikastler de önemli siyasi sonuçlar
doğurdu. Örneğin 1952’de bir lise öğrencisi olan Hüseyin Üzmez’in
Malatya’da Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’a beş kurşun
sıkması Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasına sebep oldu. Ayrıca
o tarihte hem Malatya ve Elazığ’da hem de İstanbul, İzmir ve
Bursa’da irtica operasyonları yapıldı. Türkiye’yi 12 Mart 1971
muhtırasına getiren eylemler serisinin ilklerinden olan ve 16 Şubat
1969’da meydana gelen “Kanlı Pazar” olayı, sağ-sol çatışmasının
mayasını attı. İstanbul’a gelen Amerikan 6. Filosu’nu protesto
eylemleri yapan soldaki kitle örgütleri, o gün de Beyazıt’tan
Taksim’e uzanan bir “Emperyalizme Hayır” yürüyüşü yapacaktı. Aynı
gün, Mehmet Şevket Eygi yönetimindeki Bugün gazetesinde, “Cihad’a
hazır olun” başlığı altında şu yazı yayımlandı: “Büyük bir
fırtınanın başlamak üzere olduğu, topyekün savaşın kaçınılmaz hale
geldiği ve silahlanmak gerektiği bir dönemde yaşıyoruz. Allah
yolunda cihad farzdır ve silahlar patlayacaktır.” Yürüyüş yapan sol
gruplar Taksim’e geldiklerinde bombalar patlamaya başladı. Ardından
bazı sivil gruplar da polisle birlikte göstericilere saldırdı. Aynı
dönemde Sarp Kuray’ın başrolde olduğu ve Deniz Harp Okulu’nda
meydana gelen 69 subay bildirisi olayında da gerekçelerden biri
yine Şevket Eygi’nin yazılarıydı. Olaylara karışan Deniz Harp Okulu
öğrencilerinden Hasan Şener Güneş, bunu şöyle anlatıyor: “Harp
Okulu üçüncü sınıfında iken bir akşam üzeri büyük dershane
binasının üst katında toplanmamız söylendi. Başkan olarak kürsüye
gelen arkadaş Bugün gazetesinden Şevket Eygi’nin yazısını okudu.
Yazıda, ‘Komünizm artık Harp Okullarına da sızmıştır’ deniyordu. Bu
gazeteyi o güne kadar okumamış olan çoğu kişi üzerinde yazı büyük
bir infial uyandırdı. Hele sıranın üzerine çıkan Sarp Kuray’ın
açıklamasıyla sinirler daha çok gerildi ve konu gurur meselesi
haline geldi. Kuray, ‘Aynı kişi bir gün önce sütununda komünistler
annesi ve babası belli olmayan kişilerdir’ demişti. Şimdi de
komünizmin Harp okullarına sızmış olduğunu söyleyerek hakaretini
alenen bize yöneltti’ dedi. Kuray, gazetenin davranışına Harp Okulu
öğrencileri olarak sert bir bildiriyle cevap vermemizi önerdi ve bu
kabul edildi. ”Üç kritik eylem Olaylar, 12 Mart 1971 muhtırasıyla
hükümetin istifasına kadar sürdü. Böylece Türkiye 10 yıl sürecek
olan siyasi karmaşa, istikrarsızlık ve kaoslardan sonra, 12 Eylül
1980 ihtilalini yaşadı. Alpay Kabacalı, 12 Mart muhtırasına gelinen
süreci anlatırken; “1971 başında eylemlerin niteliği tümüyle
değişmişti. Bunlar artık gençlik hareketleri ya da sağ sol
çatışması olmaktan çıkmış, anarşi hareketlerine dönmüştü. Artık
faili meçhul patlamalar birbirini izliyordu. Bütün bu olaylar
sonuçta, 12 Mart muhtırasıyla hükümeti düşürerek Türkiye’yi
antidemokratik bir rejime sürükledi.” diyor. Bu provokatif olaylar,
zayıf hükümetleri de fırsat bilerek 12 Eylül’e kadar Türkiye’yi
getirdi. Avni Özgürel, 1980 öncesi eylemlerden özellikle üç
tanesine dikkat çekiyor: “Abdullah Çatlı’nın da karıştığı Ankara’da
İşçi Partili yedi gencin öldürülmesi olayının hiçbir siyasi amacı
olamaz. Sadece ve sadece Türkiye’deki kamplaşmayı, düşmanlığı
derinleştirmeyi hedefleyen bir eylemdir. Bana göre Türkiye’de Abdi
İpekçi hadisesi bir dönemeç noktasıdır. Başbakan Bülent Ecevit, o
zamana kadar kontrgerilla sözcüğünü dilinden düşürmüyordu. Abdi
İpekçi’nin öldürülmesinden sonra bir daha ağzına almadı.
Hatırlayın, Ecevit’e İzmir’de bir kurşun sıkılmıştı. Hatta özel bir
kurşundu. Bülent Bey, İpekçi olayına kadar her konuşmasında,
kontrgerilla diye konuşmasına başlayan bir insan. Abdi İpekçi
eyleminin amacı, Bülent Ecevit’e dur demekti. Öte yandan Gün
Sazak’ın kaybı, Milliyetçi Hareket Partisi için bir vurgun
kıymetindedir. Gün Sazak’ı öldüren kişi, daha sonra Almanya’da bir
başka suçla alakalı olarak yakalandı. Mahkemede yargılanırken, o
yargılamanın Alman televizyonu tarafından kayda alınmasını
gerektirecek bir şey de yoktu. Bütün mahkeme salonunu içine alan
bir bakış açısı ile kamera duruşmayı çekti. O sırada o genç kalktı
ve kendisini pencereden attı, öldü. Mahkeme salonunda pencereyi de
açık bırakmışlar.” Fethullah Gülen, “Türkiye’de yeniden bazı
olaylar ve faili meçhuller olabilir” uyarısında bulunduğu
konuşmasında çok ilginç bir anekdot daha anlatıp şöyle diyor:
“Türkiye’de ‘hocalar hocası olarak bilinen bir zatın 1968’li
yıllarda bir konferansını dinlemiştim. Türkiye ekonomisinin az
düzlüğe çıkacak gibi olduğu ve istikrar vaat eder hale geldiği
periyotlarda ülkede karışıklıkların meydana getirildiğini,
demokrasinin inkıtaa uğratıldığını, milletin vehimlendirilip
kalblere korku salındığını, topyekün toplumun paranoya yaşamaya ve
herkesin birbirinden endişe duymaya başladığını, ülkede güven ve
istikrar kalmayınca düzlüğe çıkmış ekonominin gerisin geriye gidip
eski hâlini aldığını anlatmıştı.” Başbakanların başına illa suikast
gelmez Avni Özgürel, 1965’te tek başına iktidara gelen Süleyman
Demirel’in ikinci defa seçimleri kazanmasına rağmen 1971
muhtırasıyla işbaşından uzaklaştırılması olayına benzer bir yorum
getiriyor: “Türkiye’de başbakanların başına illa suikast gelmez.
1965’te Süleyman Demirel çok büyük bir oy desteğiyle iktidara
geldi. 1969’da hakeza öyle. Ama uluslararası siyasetin kendisinden
beklediğinden farklı bir tavır içine girdi. Arkasından başına
gelenlere bir bakın. Karısının kendisini aldattığı iddia edildi.
Demirel, koskoca bir Günaydın gazetesiyle kavgaya girdi. Nazmiye
Hanım’a atılmadık iftira kalmadı. Onun ardından dosyalı muhalefet
diye partisi parçalandı. Adalet Partisi’nin içinden Demokratik
Parti çıktı. 12 Mart muhtırasının ertesinde Ankara Radyosu, Adalet
Partisi (AP) genel idare kurulu Süleyman Demirel’i görevden almak
için toplandı dedi. Adam başbakan, almak için toplandık diyen de
yok, ama radyonun haberi buydu. O badireden sonra AP iktidarı
kaybetti. Ve Türkiye 10 yıl süren bir koalisyonlar kargaşasını
yaşadı.” CELAL KAZDAĞLI (ERGENEKON KİTABININ YAZARI): BAZISI ŞOKE
EDER, BAZISI SAF DIŞI BIRAKIR Bizim yakın tarihimizin ayrılmaz bir
parçasıdır, siyasal cinayetler. Her dönem farklı yöntemlerle
karşımıza çıksalar da daima var olmuşlardır. 1960’ların ortasından
başlayıp 2000’lere kadar gelen tarihimiz bir açıdan suikastlerin ve
siyasal cinayetlerin tarihidir. Bir tür iç savaş da diyebiliriz biz
bu cinayetlere ve toplumsal çatışmalara. Bu tür olayların en ortak
yanı faili meçhul olarak kalmasıdır. Ama onun dışında farklılıklar
gösterir. Kimi toplumu şoke eder, korkunun esiri haline dönüştürür;
Abdi İpekçi cinayetinde olduğu gibi. Kimi adını duyurmak ve
militanlarına moral vermek için intikam duygusunu tatmine
yöneliktir. Buna en uygun örnek 12 Mart’ın başbakanı Nihat Erim
suikastidir. Bazen de ortadaki bir engeli kaldırmaktır amaç. En
güçlü rakibi saf dışı bırakmak yani. Uğur Mumcu’ya, Ahmet Taner
Kışlalı’ya, Necip Hablemitoğlu’na yapılan suikastler, engel
kaldırmaya yönelik cinayetler gibi duruyor. Kimi zaman da yeşeren
bir ümidi yok etmektir amaç; iyiye, güzele, yarına dair hayaller
kurulmasın diye. Gaffar Okan suikasti için “Güzel bir geleceğe
kurulan hayale son veren cinayet.” demek, herhalde yanlış olmasa
gerek. Bir de istikrarı hedef alan, huzuru bozmaya yönelik
suikastlerden söz edilebilir. Son dönem İstanbul’da yaşanan bombalı
saldırılarda olduğu gibi. Bu tür cinayetler, toplumsal olaylarla
desteklenmek istenir. Çoğu zaman da o cinayete dönük tepkiler bu
tür toplumsal olayları tetiklemek için uygun bir vasatı oluşturur.
Siyasal cinayetler ve toplumsal olaylara baktığımız zaman, bunların
daha çok, toplumun çeşitli kesimlerinin sorunlarını medeni bir
ortamda tartışarak bir noktaya varma imkanı bulamadıkları
dönemlerde ortaya çıktığını görüyoruz. Tarihin dönüm noktalarının
kurşun yerine fikirlerle yazılması insanlığın tercihidir. Ne yazık;
Türkiye uzun yıllar bu imkanı elde edemedi. KURŞUNLA SİYASÎ
HESAPLAŞMANIN YÜZ YILI Ergenekon kitabının yazarı Celal
Kazdağlı’nın deyimiyle siyasi cinayetler yakın tarihimizin ayrılmaz
bir parçası. Neredeyse bu olaylar Türkiye’de bir “siyasi gelenek”
haline geldi. Atatürk’ten Turgut Özal’a kadar pek çok başbakan ve
cumhurbaşkanı da suikastlerin hedefi oldu. Gazetecilere yönelik
suikastler de Meşrutiyet dönemindeki meşhur üç gazeteciye suikastle
başladı. Osmanlı’nın ilk döneminde Enver Paşa liderliğindeki
İttihatçıların iktidarı ele geçirme yöntemleri Babıali baskını ve
suikastlerle oldu. Hatta İtttihatçı silahşor Yakup Cemil baskın
sırasında Enver Paşa ile tartışan Sadrazam Nazım Paşa’yı şakağından
vurup yere serince bu manzaraya Enver Paşa bile isyan ederek, Yakup
Cemil’e, “Sen delirdin mi?” diye bağırıyor. “Türkiye’de Siyasal
Cinayetler” kitabının yazarı Alpay Kabacalı, “İkinci Meşrutiyet
dönemi başlarında üç gazetecinin, yani Ahmet Samim, Hasan Fehmi ve
Zeki Bey’in öldürülmesi önemli. Üç gazetecinin öldürülmesi gibi
cinayetler ve Babıali baskını ile İttihat Terakki tam iktidar
oldu.” diyor. Cumhuriyet döneminde en ilginç siyasi cinayetlerden
biri Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in vurulmasıydı. “Birinci
Meclis’te Yapılan Darbe ve Ali Şükrü Bey Cinayeti” kitabının yazarı
Ahmet Kekeç, “Ali Şükrü Bey’in öldürülmesiyle başlayan kargaşa
ortamı, Türk parlamento tarihinin belki de en demokratik, en
katılımcı meclisinin feshiyle sonuçlandı. Bu Meclis’te hem ciddi
bir muhalefet, hem de önemli bir meşveret sistemi vardı. Çünkü
başta Cumhuriyet’in ilanı olmak üzere, ‘Atatürk devrimleri’ olarak
bilinen birçok köklü reform, bu dönemden sonra, yani ‘İkinci
Meclis’ döneminde gerçekleşmiştir.” diyor. Meclis’teki bir diğer
olay, 9 Şubat 1925 günü bir kavga sırasında Kars milletvekili Halit
Paşa’nın vurulması oldu. Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı Kel
Ali’nin de katıldığı kavga olayı Meclis’te infial uyandırdı.
Tarihçi Cemal Kutay bu olayı değerlendirirken şöyle diyor: “Halit
Bey’in toprağa verilmesinden bir hafta sonra Şeyh Sait olayı çıktı.
Fethi Bey istifa etti ve ikinci İsmet Paşa hükümeti kuruldu.
İstiklal Mahkemeleri Kanunu yeniden düzenlendi. Kel Ali daha sonra
İzmir Suikasti davasını da gören Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı
seçildi. Ve bu şartlar içinde Halit Paşa olayının cevap bekleyen
soruları yüksek sesle sorulamadı.” İttihatçıların İzmir’de
Cumhurbaşkanı Atatürk’e yönelik suikast girişimlerini konu alan
İzmir suikasti davaları siyaset tarihimizdeki bir diğer önemli
olay. 1926 Haziran’ında ortaya çıkan bu olay üzerine açılan davada
Kazım Karabekir gibi İstiklal Savaşı’nın önde gelen komutanları da
tutuklandı. Olaya doğrudan katıldığı öne sürülen milletvekilleri ve
diğer kişiler İzmir’de yargılanıp idam edilirken, bazı İttihatçılar
Ankara İstiklal Mahkemesi’nde ayrıca yargılandılar. Kazım
Karabekir, İzmir’deki davada beraat etti. Uğur Mumcu, “Gazi Paşa’ya
Suikast” kitabında, “Ankara’daki İttihatçılar davası, tümüyle
Kuvayımilliyeci-İttihatçı hesaplaşması ile geçmiş, Cavit Bey gibi,
Doktor Nazım gibi İttihatçılar suikast ile uzaktan, yakından bir
ilgileri olmadığı halde mahkemece ölüm cezalarına
çarptırılmışlardır.” diyor. Alpay Kabacalı da, “Bu iki dava ile
ittihatçılar tasfiye edildi.” yorumunu yapıyor. Ankara’daki bir
diğer ilginç olay da, Doktor Neşet Naci’nin dönemin Genelkurmay
Başkanı Kazım Orbay’ın oğlu Haşmet Orbay tarafından öldürülmesiydi.
Bu olay, dönemin Genelkurmay Başkanı Orbay’ın istifası ve cinayeti
örtbas etmekle suçlanan kudretli Ankara Vaisi Nevzat Tandoğan’ın
intiharı ile sonuçlandı. Tandoğan, “Bu memlekete komünizm gelecekse
onu da biz getiririz.” dediği öne sürülen kişiydi. Cinayete ışık
tutacak bir sırrı 1986 yılında bizzat oğul Orbay açıkladı. Haşmet,
“Ben MİT elemanıydım. Harici kısımdaydım.” dedi. Ancak, Haşmet’in
mi yoksa doktorun mu Ruslara bilgi verdiği hiç aydınlanmadı.
Siyasetin suikastler tarihindeki bir diğer konu, bazı cinayetlerin
bizzat devlet tarafından, ya da “derin devlet” adı verilen devletin
içindeki bazı gruplarca işlendiği iddiaları. Bu konudaki en çarpıcı
olay, 1948’de meydana gelen gazeteci Sabahattin Ali cinayeti. Eski
politikacılardan Samet Ağaoğlu, olaydan sonra Adnan Menderes’in
kendisine, “Sabahattin Ali’yi devlet öldürttü.” dediğini
belirtiyor. “Derin devlet cinayetleri” tartışması günümüze kadar
sürdü. Benzer bir tartışma Amerika’da da yapılmıştı. Başkan Kennedy
ve kardeşi Robert Kennedy’nin ölümleri hep Amerikan derin devletine
bağlandı. Bu tartışmalar, ABD’nin yabancı devlet başkanlarına
yönelik eylemlerini de içine aldı. Sonunda Başkan Gerald Ford
1970’li yıllarda yayımladığı kararnamede, yabancı bir ülke
yöneticisinin yaşamına yönelik girişimleri yasakladı. Ülke dışında
suikast yapılmasını yasaklayan bu kararname sebebiyle Başkan
Clinton zamanında Üsame bin Ladin’in Afganistan’da yeri tespit
edilmesine rağmen Clinton suikast emri vermediği için Ladin
vurulamadı. Aynı şekilde bu düzenleme sebebiyle Başkan Bush, Irak
lideri Saddam Hüseyin’i doğrudan suikastle ortadan kaldıramadı.
Kaynak: Aksiyon