Kürt sorunu ve yeniden başlanan müzakere süreci hakkında yapılan
en yaygın saptamalardan biri, sorunun kendisinin ve çözümünün
“batılı güçlerin bir dizaynı olduğu ve bu sorunu çözen yada
sorunun devamını sağlayan aktörlerin bu dizayna ayak
uydurduğu” dur.
Yani Başbakan Erdoğan’ın ve muhalefet partilerinin eline birer
yol haritası tutturulduğu, onların da bu plan çerçevesinde hareket
ettikleri iddiasıdır.
İlk bakışta, içi dolu gibi görünen bu tespit, bizleri ne yazık
ki yanıltmakta ve önemli ayrıntıları kaçırttırmaktadır.
Sosyolog Immanuel Wallerstein, “kapitalizmin belirli
dönemleri vardır” der. Bu dönemlerden birinde, dünya
sistemine hükmeden hegemon bir devlet vardır. Ve para-meta
hareketliliği kusursuza yakın işler. Sisteme karşıt ters
yönlü hareketler olsa da, bu süreçte küçük aktörlerin etkisi
belirleyici değildir. Belirleyici olan, jandarma devletinin
iradesidir.
Wallerstein’in “Kapitalizmin krizi” dediği
diğer bir dönemde ise; jandarma devlet gücünü kaybetmiştir. Hegemon
devletle kapışmaya hazır devletler türemiştir. Para ve metanın
hareketlilik kazanacağı yeni alanlar aranmaktır. Bir sıkışma söz
kokusudur.
İşte böyle durumlarda “küçük aktörler” etkin
hale gelir. Attıkları her bir adım “kelebek
etkisi” yaratır ve sistemin bütününü etkiler. Böylelikle
jandarma devlet, kısmi de olsa "tek başına belirleyici
olma" etkisini yitirir.
İşte bizim Kürt sorununu çözme iradesi gösterdiğimiz şu
günlerde, içerisinden geçtiğimiz süreç; Wallerstein’ın bahsetmiş
olduğu “kapitalizmin krizi” sürecidir.
ABD’nin yanında dengeleyici güçler olarak Çin ve Hindistan’ın
yükselişi,
Rusya’nın kendi elindeki gücünü ve safını koruma çabaları,
Gelişmekte olan devletlerin bölgesel ve küresel sistemde yer
etmek istemeleri,
Avrupa’daki finansal kriz,
Kürtlerin Irak Savaşı ile başlayan, Arap Baharıyla devam eden
devletleşme süreci,
Sünni ve Şii gruplarının küresel politik güçlerini arkalarına
alarak kalkıştıkları iktidar olma mücadelesi,
Enerji bölüşümünden yüksek pay almak isteyenlerin kavgası,
Sıkışan paranın ve metanın akacağı yeni alanların açılması,
İran’ın bölgesel gücünü ve iktidarını yitirmek istememesi,
İsrail’in güvenliğini güvence altına alma arzusu,
Türkiye’nin hem ekonomik istikrar ve barışı sağlamak; hem de dış
politika da bölgesel bir güç haline gelmek adına, Kürt sorununu
ekseriyetle çözme iradesi göstermesi bu dönemin işsaretleridir.
***
Tüm bunları alt alta topladığınızda, her bir aktörün hareketinin
“kelebek etkisi” yaparak okyanusun diğer tarafında
dalgalanma yaptığını ve etki uyandırdığını göreceksiniz.
Yani, dünya sisteminin yeniden düzenlendiği bu karmaşık süreçte,
bir devletin yapmış olduğu tek bir planın diğer taraflarca
uygulandığını söylemek doğru olmaz.
Ama sistemin aktörlerinin “oluşacağını öngördükleri
yapılanmadaki” yer kapma mücadelelerinden
bahsedebiliriz.
Bu nedenle, Arap Baharını emperyalist bir süreç gibi
algılayanlar, aslında o devletlerin içerisinde hükümetleri devirmek
isteyen çıkar gruplarını unutmamalıdır.
Ya da “batılı güçler Ortadoğu’da mezhep çatışması
çıkartıyor” iddiasında bulunanlar, ilgili mezheplerin
Ortadoğu’daki yeni yapılanmadan faydalanıp, bunu fırsat bilerek bir
iktidar mücadelesine giriştiklerini görmezden gelmemelidir.
Bu nedenle Türkiye’yi müzakere sürecinde
sadece “eline yol haritası verilen bir
devletmiş” gibi suçlamak haklı bir tespit
değildir.
Türkiye'de tüm bu denklemler içerisinde, "ön gördüğü
gelişmelere" göre kendince politikalar
üretmektedir.
Çünkü dikkatli bakılırsa bu süreç, küçük çıkar gruplarının
birbiriyle mücadele verdiği büyük bir sistem savaşıdır.