Murat Karayılan'dan Gülen iddiası
Abone olTaraf'ı tehdit ettiği iddia edilen terör örgütü PKK'nın başındaki ismi Murat Karayılan, Ahmet Altan'ın eleştirilerine mektupla yanıt verdi
Gülen cemaati ile PKK arasındaki mücadele Karayılan'ın
Ahmet Altan'a yazılan mektupla bir kez daha gün yüzüne çıktı.
Mektupta Karayılan, PKK'yı yok etmek istediğini iddia ettiği
Fethullah Gülen için "Fethullah Bey" diye bahsediyor.
Siirt'te 4 kadını öldüren terör örgütü PKK için "kadın katilleri" manşetini atan Taraf'ı, hedef gösterdiği iddia edilen Murat Karayılan Ahmet Altan'a mektup gönderdi.
TEHDİT ETMEDİM
Daha önceki açıklamasında Taraf'ı "kaçkın, dönek ve kontra" diye tarif eden Karayılan, Altan'a bu kez "Ben sizi ya da başka bir kimseyi tehdit etmedim. Kamuoyuna ve halkımıza Taraf gazetesinin şikâyet edilmesi olarak da anlaşılabilir ama tehdit olarak anlaşılacak hiçbir cümlesi yoktur" diye cevap verdi.
KCK'LILARI TANIMIYOR
Altan-Karayılan düellosu |
Terör saldırılarını artıran PKK'yı eleştiren Taraf'a Karayılan sert çıkmıştı. Ahmet Altan da aynı sertlikte cevap vermişti. TIKLAYIN |
Karayılan 10 sayfalık mektupta, tutuklanan KCK'lılar için "Bütün bu tutuklananları ne tanırız, ne biliriz, ne de KCK ile bir ilişkileri vardır" ifadelerini kullandı.
FETHULLAY BEY
Devleti kendileriyle masaya oturmaya çağıran Karayılan, yazısında Gülen cemaatini de rakip görüyor. Erdoğan ve Gülen'in kendilerini yok etmek istediğini ileri sürdüğü mektubunda şunları söylüyor:
"Gelinen aşamada eğer AKP ve Fethullah Bey şiddette ısrar eder, bizi yok etmekten vazgeçmezse savaş tırmanır ve biz kazanmak için kararlıca direnmek durumunda olacağız."
ÖCALAN'IN KOŞULLARI
Karayılan Öcalan için “sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme” koşullarının yaratılması halinde sorunun bir hafta içerisinde çözüm yoluna gireceğini savundu.
SON ÜÇ YIL PKK İLE DOĞRUDAN GÖRÜŞMELER OLMUŞ
"İlk iki yılı dolaylı, son üç yılı da doğrudan olmak üzere resmi olarak devletle bazı görüşmelerimiz oldu" diyen Karayılan, sızdırılan konuşmalarla ilgili olarak da konuştu:
"Heyetler aracılığıyla yapılan bu görüşmelerden bir tanesinin kayıtları, halen kim olduğunu bilemediğimiz birileri tarafından kamuoyuna yansıtıldı. "
KCK OPERASYONLARI SAVAŞIN NEDENLERİNDEN BİRİSİ
Yazıda Altan'ın “Neden müzakereleri yarım bırakıp savaşı şiddetlendirdiniz?” sorusuna da Karayılan, "Ben, görüşme sürecini sonuçsuz bırakan temel olgulardan bahsederken, bunların en başında gelen olgunun diyalog sürecine çomak gibi sokulmuş olan KCK adı altındaki operasyonları olduğunu söyledim" diye cevap verdi.
MEKTUBU NEDEN YAZDI? ARTAN TERÖR SALDIRILARI İÇİN NE DEDİ? ERDOĞAN'A HANGİ ÇAĞRIDA BULUNDU? MEKTUBUN TAM METNİ SONRAKİ SAYFADA
[PAGE]
Sayın Ahmet Altan’a;
Gazetecilere cevap yazma gibi bir tarzım ve alışkanlığım olmamakla
birlikte ilk kez size birkaç şey yazmanın gerekli olduğuna inandım
ve onun için yazıyorum. Ancak sizin suçlayıcı, beni kibirli,
nobran, tehditkâr bir kişi olarak gösterip yaptığınız suçlamalara
cevap vermeyeceğim. Şimdiye kadar şahsıma dönük yapılan eleştiri ve
suçlamalara da cevap vermiş değilim. Çünkü ben gerçeğimi pratikte
uygulayarak cevap vermeyi yeğleyen bir kişiyim. Yaşam tarzı ve
pratiğin kişinin aynası olduğuna hep inanmışımdır. Size mektup
yazmamın iki nedeni var:
Birincisi, önemli bazı hususlara ilişkin belki de bilgi
yetersizliğinden olabilir yanlış tesbitler yapmış olmanız ve
kamuoyu açısından düzeltme ihtiyacını hissetmemdir. İkinci neden
ise, düşünce sistemindeki egemen ulus izleri ve hareketimize karşı
önyargılarınız olsa da bazı tabuları yıkma çabanız ve gerçeklere
karşı duyarlı ve vicdanlı davranabileceğiniz konusundaki umudumu
tam olarak yitirmemiş olmamdır.
Öncelikle şunu vurgulamam gerekiyor: Biz Kürtler, Mezopotamya’nın
en eski halklarından biri olmamıza rağmen, ağır bir sömürgeci
asimilasyon politikasıyla bitirilmenin eşiğine getirilen bir
halkız. Tarihte olabilecek en büyük haksızlık ve katliamlarla yüz
yüze kalmış bir halkın özgürlük savaşçıları ile kapitalist egemen
ulus-devlet sisteminin baskıcı ordusuyla aynı kefeye konulmamız
bize yapılmış bir haksızlıktır. Bu hususta elde silahın veya başka
bir şeyin olup olmaması değil, insanlık açısından ulvi amaçların
bulunup bulunmadığına ve taşınan zihniyete bakılarak ölçü koymak
daha doğru olacaktır.
“Sen kim olarak bütün Kürtlere emirler yağdırıp talimatlar
veriyorsun” demektesiniz. Eminim ki kamuoyu ve halkımız beni
tanıyor ve kim olduğumu biliyor. Gayet tabii siz de biliyorsunuz
ama tıpkı devlet gibi hareketimizi tanımadığınız için böyle
soruyorsunuz. Yine de ben birkaç cümle ile kısaca yanıt vermeyi
yeterli göreceğim.
BARIŞ YOLUNDA BİR HİZMETÇİYİM
Ben, bir yüzyıl boyunca katliamlarla, sürgün, baskı ve tehditle
sindirilerek konuşturulmayan, parçalanan, bir zamanlar “avukatsız
halk” olarak da tanımlanan Kürt halkının bir temsilcisi olarak
ortaya çıkmış, uzun ve kararlı bir mücadele yürütmüş, bu uğurda 20
bin militan gencini şehit vermiş, hâlâ Önderliği ile birlikte 6 bin
insanı sömürgeci devlet tarafından zindanlara atılmış, haklı
davası, doğru çizgisi ve özgücünden başka hiçbir bir şeye
dayanmayan, halkının özgürlüğü ve mutluluğu için her türlü
fedakârlığı yapan, insanî duygu, düşünce ve yeteneklerini
konuşturarak direnmeye çalışan bir hareketin temsilcisi olmaya
çalışıyorum. Kapitalist modernitenin insanlığı ayaklar altına alan,
çıkar ilişkileri temelinde geliştirdiği bölgesel ve uluslararası
ittifaklarla yok edilmek istenen, çağın en gelişmiş tekniğine sahip
ordulara karşı var olma ve başarma mücadelesini yürüten, özgürlük,
demokrasi ve adalet için yola çıkan bir hareketin üyesiyim. Hiçbir
bireysel çıkar gütmeden dervişane bir mücadele yaşamıyla halkların
kardeşliği ve barışı yolunda bir hizmetçiyim.
Takdir edersiniz ki bu hareket, Türkiye’de ve Bölge’de, duruşu,
eylemi ve sözleriyle etki yapabilen bir harekettir. Dolayısıyla bu
hareketin düşüncelerini açıklamam, hangi konuda ne gibi görüşlere
sahip olduğunu, neleri düşündüğünü belirtmem kadar doğal bir şey
yoktur. Kaldı ki, bu bir görevimdir.
TARAF’I TEHDİT ETMEDİM, ELEŞTİRDİM
Tabii burada dikkat çeken şey, herkesin her gün konuştuğu hususlar
hakkında ve özellikle de bize yoğunca küfürlerin edildiği bir
ortamda, zaman zaman bizim de düşünce belirtmemizin ve cevap
hakkımızı kullanmanın niye tuhaf karşılandığı ve tehdit olarak
görüldüğüdür. Belirtmeliyim ki, ben sizi ya da başka bir kimseyi
tehdit etmedim. Ben, bin bir belayla, büyük bedeller ödeyerek
özgürlük mücadelesini bir düzeye getirmiş olan Kürt halkının
davasına karşıtlık yapılmaması için çağrı yaptım. Bu, aynı zamanda
kamuoyuna ve halkımıza Taraf gazetesinin şikâyet edilmesi olarak da
anlaşılabilir ama tehdit olarak anlaşılacak hiçbir cümlesi
yoktur.
Bunları belirttikten sonra, “bizim-sizin ne yapıp yapmadığı”
polemiğine girmeden, düzeltmeyi gerekli gördüğüm asıl hususlara
değinmek istiyorum:
Bizim hareket olarak BDP’nin meclise gitmemesine ilişkin içe dönük
bir talimat yayınladığımız yönündeki haberinizin doğru hiçbir
tarafı yoktur. Bu haber tamamen sizin ilgili elemanlarınızın
ürettiği masaüstü bir haberdir. Bu tür haberleri “iç’ten alıyorum”
deyip de ortama yayan ve size verenler doğru konuşmamaktadırlar.
Biz, vekillerin seçilmiş olduklarına göre, nihayetinde meclise
gidebileceklerine hep inandık. Bunun tersi herhangi bir düşüncemiz
ve görüşümüz olmamıştır. Dolayısıyla savunmadığımız bir görüşü
talimat haline getirip birimlerimize iletmemiz söz konusu
olamaz.
Sayın Altan;
İlk iki yılı dolaylı, son üç yılı da doğrudan olmak üzere resmi
olarak devletle bazı görüşmelerimiz oldu. Heyetler aracılığıyla
yapılan bu görüşmelerden bir tanesinin kayıtları, halen kim
olduğunu bilemediğimiz birileri tarafından kamuoyuna yansıtıldı.
Normalde bu tür görüşmelerin belli bir düzeye gelene kadar gizli
kalması konusunda bir hemfikirlik vardı. Zaten dünyadaki benzer
örneklerde de belli bir dönem gizli tutulmuş, belli bir sonuca
gelince kamuoyuna açıklamışlardır. Ayrıca İmralı’da Önderliğimizle
de aynı heyetin görüşmeler yaptığı kamuoyu tarafından
bilinmektedir. Zaten her iki görüşme hattı birbirine paralel bir
biçimde gelişen ve birbirini tamamlayan görüşmeler biçiminde
pratikleşmiştir.
Ancak belirttiğiniz gibi biz görüşmeleri kesmedik. “Neden
müzakereleri yarım bırakıp savaşı şiddetlendirdiniz?” demektesiniz.
Buna “KCK operasyonları olduğu için müzakereleri bıraktık”
biçiminde cevap verdiğimi belirtiyorsunuz. Her şeyden önce ben,
“KCK operasyonları olduğu için müzakereleri bıraktık” gibi bir
cümle kullanmadım. Çünkü biz müzakereleri bırakmadık. Ben, görüşme
sürecini sonuçsuz bırakan temel olgulardan bahsederken, bunların en
başında gelen olgunun diyalog sürecine çomak gibi sokulmuş olan KCK
adı altındaki operasyonları olduğunu söyledim.
KCK operasyonlarının 2 yıl önce başladığı, ancak görüşmelerin
devletin bu sorunu çözeceği aşamada bizler tarafından kesildiği
yönündeki sözlerinizi, gerçekten böyle düşünüyor veya böyle
bildiğiniz için mi sarf ettiniz, yoksa ön yargılarla “zaten
terörist örgüttür, savaşmak istiyorlar, savaştan başka bir şey
anlamıyorlar” düşüncesiyle mi belirtiyorsunuz tam olarak
bilemiyorum. Ancak ben sizin vicdanınızın sesini de
dinleyebileceğinizi düşünerek, kendimi gerçekleri izâh etmekle
mükellef görüyorum. Emin olun ki, belirteceğim hususlarda hiçbir
eksik, yanlış ve politik tutum yoktur. Size süreci bütün netliğiyle
izâh etmeye çalışacağım.
Sayın Altan;
Biz özelikle savaşmak isteyen, savaşasilaha âşık ve savaşla sonuca
gitmek isteyen noktada olan bir hareket değiliz. Silahlı bir
direniş hareketi olarak ortaya çıktığımız doğrudur. Bize göre
silahlı mücadele ‘90’lara gelindiğinde oynaması gereken rolü
oynamış ve Kürt sorununu gündemleştirmiştir. Bu nedenle
hareketimizin önderliği Başkan Apo, 1993’ten beri Kürt sorununun
barışçıl-siyasal çözümü için çabalar sergilemekte ve bizler de buna
dahil olarak 18 yıldır barışçıl çözüm için çeşitli çabalar
göstermekteyiz. Ancak şu bir gerçek ki; 1984’ten başlayan ve 1999
süreci itibariyle dağda sisteme kavuşmuş olan bir gerilla
örgütlenmesi vardır. Bu güç, IRA ya da ETA gibi birkaç yüz kişiden
oluşan bir güç değil, binlerle ifade edilen bir güçtür. Bu gücün
var olması, Kürt sorununun temel gerçeklerinden biri olduğu gibi;
biz, Kürt sorununun barışçıl çözümü temelinde bu gücün de yeni bir
düzenlemeye tabii tutulmasına hep açık olduk. Çünkü Kürt sorununun
çözümüyle gerillanın birbiriyle çok yakından bağlantısı vardır.
Bunu görmeyenler gerçekçi çözüm yolunu da bulamazlar. Bu güç,
özgürlük için dağa çıkmış, herhangi bir yenilgiyi yaşamadığı gibi,
davasını milyonlara mal etmeyi başarmış bir güçtür. Böyle bir
konumda olan bir gücün kendiliğinden dağıtılmasını bekleyemezsiniz.
Ancak ve ancak Kürt sorununun çözümü temelinde bu gücün toplumsal
yaşama dahil edilmesi düşünülebilir. Bu da ancak diyalog ve bir
toplumsal uzlaşmayla mümkündür. Bunu reddeden devletin, gerillayı
silah zoruyla ortadan kaldırmaya dönük hiçbir çabasının sonuç
almadığı bilinmektedir.
HÜKÜMET SAMİMİ DEĞİL
Kısacası biz, Kürt sorununda hep barışçıl bir arayışa sahip
olurken, ne yazık ki bu ısrarlı tutumumuz, karşımızdaki güçlerde
bir yanılgıya yol açtı, onlarda barışçıl yöntemlerle çözüm
zihniyeti bir türlü gelişip olgunlaşmadı ve resmi bir politikaya
dönüşmedi. Bu sorunun çözümünde samimiyet çok önemli. Karşımızda
samimi gibi görünen bazı kişilerin çabaları olsa da, hükümetin
samimi bir çözüm zihniyetini taşıdığını görmüş değiliz. Tersine
kuşku dolu davranışları çok daha fazla görülmüştür. Açık ki bir
güven bunalımı da vardır. Bu nedenle karşılıklı samimi duruşlarla,
güven arttırıcı tutumlar olmadan, salt kuru diyaloglarla bir sonuç
almanın da mümkün olmadığı görülmüştür.
Sizler tam da devletin Kürtlerin taleplerini karşıladığı aşamada
işi bozduğumuzu iddia ediyorsunuz ama gerçekler böyle değildir.
Savaşı başlatan taraf biz değiliz. 14 Mart’ta Şırnak-Güçlükonak’ta,
18 Mart’ta Bingöl- Adaklı’da, 1 Nisan’da Hatay-Hassa’da, 20
Nisan’da Maraş-Pazarcık’ta, 27 Nisan’da Dersim-Pülümür’de, 15
Mayıs’ta Şırnak- Uludere’de, 14 Mayıs’ta Sivas-İmranlı’da devletin
operasyonları sonucunda 49 arkadaşımız şehit düştü. Bu
arkadaşlarımız, dönem itibarıyla hiçbir askerî aktivite içinde
bulunmayan, sadece yaşamsal ihtiyaçları için hareket eden
arkadaşlarımızdı. Ancak Kürt halkının taleplerini karşılayacaktı
dediğiniz devletin güçleri tarafından -birçoğu savaş hukukunda yer
almayan (kimyasal silah, vb.) yöntemler kullanılarak-
katledildiler. Silvan’daki çatışma da yine devletin gerillalarımızı
imha etmek istediği bir çatışma olarak cereyan etmiştir. Ancak iki
taraf çatışınca sürekli bir tarafın kayıp vermesi gerekir diye bir
kural yoktur; bazen diğer taraf da kayıp verebilir. Silvan’da olan
da buydu.
Fakat bir yıl öncesinden, seçim sonrasında şiddet kullanarak bizi
geriletmeyi kararlaştıran AKP, Silvan olayını kendisine bir gerekçe
yapmıştır. Böyle bir sürecin devreye konulması istenmeseydi, daha
kış aylarında İran’la anlaşma yapılmaz, özel ordu ve polis
örgütlenmeleri için çok büyük miktarlarda bütçe ayrılmazdı. Tabii
siz bana değil, Başbakanınıza inanacaksınız. Ona bir şey demiyorum
ama ben gerçekleri izah etmeye devam edeceğim.
Doğrudur, KCK Operasyonu adı altında Kürt siyasetine karşı
tutuklama furyası 14 Nisan 2009’da başladı. “Niye 2 yıl boyunca
görüşmeleri bırakmadınız da şimdi bıraktınız” diye bana
soruyorsunuz. Bu konuyla ilgili öncelikle belirtmeliyim ki, görüşme
heyeti kendisi de sürekli bu operasyonlara karşı olduğunu ve
durdurulması için çaba gösterdiklerini belirtiyordu. Hatta mahkeme
başladığında aşamalı olarak bırakılacakları belirtiliyordu. Fakat
mahkeme başladığında, tutukluların serbest bırakılmasını değil,
anadilde savunma yapma talebi gerekçesiyle savunma hakkının bile
verilmediğini gördük. Artı yeni operasyonlar da durmadı.
Madem devletin Kürtçe anadil hakkını da içeren bir çözüm zihniyeti
vardı, neden insanların kendi anadiliyle savunma hakkı karşısında
bu kadar sorun çıkardı. Bu konuda sorunu çözmek çok mu zordu? Çok
iyi biliyorum ki bu sorunu yaratan hâkimler heyeti, hükümete de
yakın bir heyettir. Bu sorunu pekala çözebilirlerdi ama nihayetinde
KCK tutukluları bir rehin olarak kaldı. Şimdi ise KCK Operasyonu
adı altındaki siyasi soykırım operasyonu tırmandırılarak en
tehlikeli bir düzeye getirilmiş bulunmaktadır. Bir taraftan siyasi
çözüm için görüşmeler sürerken, öbür taraftan siyasi çözümün gücü
olacak olan Kürt siyasetçilerini KCK üyeliği safsatasıyla içeri
atmak bir çelişki değil midir?
Bu belirttiklerimden ötürü, görüşmelerin sonuçsuz kalmasının bir
nedeni bu operasyonlar olurken, ana neden, 18 yıllık barışçıl çözüm
arayışının damıtılmış bir sentezi olan çözüm protokollerinin
Başbakan tarafından kabul edilmemesi ve cevapsız bırakılmasıdır.
Eğer devlet belirttiğiniz gibi, “Özerklik vereceğiz, anadil hakkı
vereceğiz, Apo’yu serbest bırakacağız” deseydi, mutlaka
operasyonları da durdururdu ve tek bir mermi bile patlamazdı. Açık
söylemeliyim ki, bunu ilk kez sizden duyuyorum. Protokollerin bu
hususları içerdiği doğrudur. Ancak devlet ve hükümet adına
görüşmeyi yapan heyet, bu protokollere olumsuz yaklaşmamasına
rağmen, hükümet bunlara cevap verme gereği bile duymamış ve
üslubunu gittikçe sertleştirmiştir.
BAŞBAKAN BİR ÇAĞRI YAPSAYDI...
Takip etmiyor musunuz, izlemiyor musunuz, bilemiyorum. Sorun bu
aşamada tıkanınca Önder Apo, 18 Temmuz tarihli avukat görüşmesinde
“Başbakan bir çağrı yapabilir; ‘biz bu işin silahlarla
çözülmeyeceğine inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik anayasal
yöntemlerle çözeceğiz’ derse, bir haftada hallederiz” dedi. Siz bu
çağrıyı duymadınız mı? Tabii ki duymuş olmalısınız. Belli ki
hesabınıza gelmediği için duymazdan ve görmezden geliyorsunuz. Bunu
sadece sizin için belirtmiyorum; bu konuyla alakalı olarak bizi
suçlayan herkese söylüyorum. Hareketimiz adına Önderliğimiz bunu
söyledi mi, söylemedi mi? Söylediği kesindir. Çünkü yayınlanmış,
belgelenmiş bir şeydir. Peki, Başbakan’dan ya da bırakalım
Başbakanı, hükümet çevresinden bu açıklamaya dönük olumlu anlama
gelebilecek herhangi bir sinyal verildi mi? Hayır. Tersine sert bir
üslupla terörün ezileceği mesajları verilmedi mi? Bunu da
izlemediniz mi? Tam da bu süreçte yaşanan parlamenterlerle ilgili
kriz hakkında AKP temsilcilerinin kullandığı üslubu lütfen bir
hatırlayın. Kısaca, bütün bu sürece bakıldığında AKP’den ve
devletten yana bir çözüm zihniyeti sergilenmemiştir; “özerklik,
anadil hakkı ve Önder Apo’nun serbest bırakılması” gibi temel çözüm
halkaları bir yana, yumuşak bir mesaj bile verilmemiştir.
Peki, bütün bunlar ortadayken siz neye dayanarak devletin bize
“özgürlük vereceğiz, anadil hakkı vereceğiz, Apo’yu
özgürleştireceğiz” dediğini söylüyorsunuz? Nerede bunları söyledi?
Biz böyle bir şey görmedik, duymadık. Eğer bu konuda bir bilginiz
varsa açıklayabilirsiniz. Kusura bakmayın ama belli ki bunlar,
önyargılarla dolu hisler içinde salt bizi suçlamak için dizdiğiniz
cümleler oluyor. Eğer böyle değilse kaynağını açıklamanız bizi de
sevindirecektir.
Önder Apo’nun, “komisyonların kurulması için heyetle mutabakata
vardık” dediği ve sizin üzerinde çok polemik yaptığınız şey,
görüşme heyetinin Anayasa ve Barış Komisyonları’nın kurulmasına
sıcak yaklaşmasıdır. Ancak bu da pratikleşmedi ve ortada kalan bir
olgu oldu.
KÜRTLER SÜREKLİ OYUNA GETİRİLDİ
Sayın Altan;
İsmini zikretmek istemediğim bazı yazarlarınız sürekli bir biçimde
savaşı bizim başlattığımızı iddia ederek ve bu konuda bazı
arkadaşlarımızın yaptığı konuşmaları referans göstererek konuyu
çarpıtmak suretiyle AKP’yi temize çıkarmanın yoğun çabasını
sergiliyorlar. Uzun oldu ama bu konuyu da izâh etmemde yarar
var:
Tarihin her döneminde, Kürt halkının devletler tarafından
kandırılıp oyuna getirilmesi adeta bir kader haline gelmiştir. Öyle
ki, ben küçük yaşlarda köyde iken köyün yaşlılarından duyduğum
“Dewlet bi ker be jî xwe lê meke (Devlet eşek de olsa, binme)”
biçimindeki söz çok ilginç, değil mi? Yine bizden önceki son Kürt
direnişi olan Dersim direnişinin lideri Seyit Rıza’nın, “Sizin
hilelerinizle baş edemedim bu bana ders olsun, ben de sizin
önünüzde diz çökmedim o da size dert olsun” sözünü de hiçbir zaman
unutamayız. Bu sözler, hayat tecrübesinden çıkarılan birer sonuç
oldukları gibi, aynı zamanda Kürtlerin sürekli devlet tarafından
oyuna getirildiği ve kandırılmasının sonucu olarak ifadesini bulmuş
olan sözlerdir.
Ben devletin bizi kandırdığını iddia etmiyorum. Çünkü Kürtler
tarihte ilk kez kandırılamayacak, yanıltılamayacak bir Önderliğe ve
yönetime sahip olmuş durumdadır. Biz, devlette çözüm zihniyetinin
oluşmadığını ancak görüşmeci heyetin bazı çabalar gösterdiğini;
bizim de ısrarlı davranarak çözüm zihniyetini oluşturmaya dönük
çabalar sergilememiz gerektiğini hep düşündük ve bu düşüncemizi
pratikleştirmek için elimizden geleni yaptık. Bunun için, sürekli,
bir biçimde verilen sözler tutulmamasına rağmen görüşmelere devam
ettik. Ama Kürdistan Özgürlük Hareketi olarak tarihimizden
aldığımız dersle kendimizi de olası bir imha hareketine karşı hazır
halde tuttuk. Evet. Bu kez tarih tekerrür etmedi, biz yanılmadık.
Stratejimiz, demokratik-barışçıl çözüm çizgisiydi ama bunun
olmaması ve imhanın dayatılması halinde buna karşı da Devrimci Halk
Savaşı’na hazırlanma biçiminde formüle edilmiş bir perspektife
sahiptik. Bahsi geçen dönemde bu yönlü açıklamalarımız olmuştur.
Biz barışçıl çözümde sonuna kadar samimiydik ama kendimizi her
ihtimale karşı da hazır kılmak zorundaydık.
Şimdi kalkıp da bizim yürüttüğümüz barışçıl ana çabaları değil de,
olumsuz ihtimallere karşı tasfiye olmamak için aldığımız tedbirlere
dönük hususları öne çıkararak savaşı tekrardan bizim başlattığımızı
iddia etmek ne kadar doğrudur? Biz barışçıl çözüm için her türlü
çabayı sergiledik ama hükümet hiçbir pratik adım atmadı. Bırakalım
pratik adımı, görüşme heyetinin söz ve tutumları dışında, devlet ve
hükümet katından umut veren bir açıklama bile görmedik. Ne zaman ki
DTK, Demokratik Özerkliği ilan etti ve tesadüfen aynı günde Silvan
kayıpları yaşandı, devletin ve hükümetin de gerçek yüzü açığa
çıktı. Belli ki önceden hazırlığı vardı ve sertlik politikasının
alt yapısını oluşturmuştu. Bunun için yeni sürecin sert
politikasını geliştirmede hiç zorlanmadı.
TARİHE GEÇECEK BİR LİDERE İHTİYAÇ VAR
Sayın Altan;
Başbakanınız iktidar için her şeyi yapabilecek bir siyasi duruşa
sahip bir şahsiyettir. Kariyeri için oldukça gözü kara biçimde
cesaretli davranabilmektedir. Ama Türkiye’nin temel sorununu çözmek
için bir nokta kadar bile sorumluluk üstlenmeye yanaşmamıştır.
Bundan sonra nasıl davranır bilemem ama sizin de bildiğiniz gibi
Kürt sorunu, Cumhuriyetin temel bir sorunudur. Bu sorunu çözmek
için bir siyasi iradeye ve tarihe geçecek liderliğe ihtiyaç vardır.
Tabii ki böyle bir liderliğin, öncelikle ülkesi ve halkı için doğru
bildiği çizgide yürürken risk göze alması şarttır. Şimdi,
“Başbakan’ın MİT müsteşarını PKK’yle görüşmeye gönderdiğini, bu
konuda büyük bir risk göze aldığını’’ birçok kişi yazıp
çizmektedir. Oysa burada alınan risk sorunu çözmeden ziyade,
seçimleri kazanmaya dönük göze alınan risktir. Keşke böyle
olmasaydı ama gerçek budur. Altını çizerek belirtiyorum: Başbakan
bu riski seçimi kazanmak için göze aldı. Başbakan’ın perspektifinde
Kürt sorununu köklü çözme değil, bazı iyileştirmeler yaparak
Kürtleri kendi partisine kazanmak vardır. İlk kez açıkça size
söylüyorum: Başbakan köklü bir çözüm için değil, sürekli seçim
öncesi çatışmaları durdurmaya dönük bir çaba göstermiştir. 2009
yerel seçimlerine çatışmasız girmek istedi; bunu sağladık. Sonra 12
Eylül Referandumuna giderken de çatışmasız bir durum Başbakan için
önemliydi; bu da sağlandı. Belki bizim 12 Eylül’deki boykot
tutumumuzu beğenmedi ama temel amaç eylemsizlikti; bu oldu.
Seçimleri mutlak kazanmak için 12 Haziran öncesi kesinlikle ateşkes
pozisyonunu sağlamaya dönük görüşme heyetini çok iyi kullandı; bu
da sağlandı. Zaten ateşkes kesintiye uğratılmadan sürdürüldü.
Baharda yaşanan kayıplarımıza rağmen, eylemsizliği sürdürmede ısrar
ettik, sözümüze bağlı kaldık. Ancak bütün bunları Başbakan kendi
başarı hanesine yazdı; bunda Başkan Abdullah Öcalan’ın çabalarını
ve hareketimizin barışçıl tutumunu göz ardı etti. Kendi akıllı ve
yüksek öngörüsünün başarısı olarak gördü. Ve daha sonra,12 Haziran
seçimlerinden sonra süreci sonlandırarak kendi esas projesini
hayata geçirmeye başladı. Olan şey budur. Eğer siz gerçeği öğrenmek
istiyorsanız, işte gerçek burada gizlidir.
BİZ HASSASİYETLERİ GÖZETTİK
Başbakan, Türkiye’de kendisi karşısında diz çökmeyen hiç kimsenin
kalmadığını ve herkesin diz çöktüğünü, aşılamaz denilen bütün
engelleri aştığını düşünmektedir. Böyle düşünebilir; ancak “herkes
karşımda diz çöktü, PKK de diz çökmek zorundadır” dayatmasında
bulunmaktadır. Ama PKK, bir halk hareketidir; bir halkın, tarihin
derinliklerinden gelen özgürlük sesi olarak şekillenmiş, bir
direniş hareketidir. Özgürlük ilkelerinden taviz veremez. Sadece
Kürt halkı değil, Türkiye halkına karşı da sorumluluk duymaktadır.
Bu nedenle barışçıl bir çözüm için mütevazı davranmış, Türkiye
toplumunun bütün hassasiyetlerini de dikkate alarak çözüm
projesinin çıtasını oldukça aşağı çekmiş ve makul bir çözüm
protokolü haline getirmiştir. Tüm Türkiye halklarının ortak
çıkarları temelinde köklü çözüm ve kalıcı barış için gönüllü
birliğin en makul bir formülasyonu ortaya koymuştur. Bu nedenle
taviz vermesi, Başbakan karşısında diz çökmesi, geri adım atması
mümkün değildir. Onuru için hayatını ortaya koyan insanlar ilkesel
olarak kimsenin karşısında diz çökmezler. Kaldı ki, bu konuda
PKK’nin her aşamada tutarlı bir duruşu olduğu bilinmektedir. Bu
açıdan Başbakan’ın istediği geri adım atma asla ve asla mümkün
değildir. Bu bizim için ve tüm halkımız için bir onur, haysiyet ve
gelecek meselesidir.
Ama Başbakan bize geri adım attırmak için ısrarlı davranmakta ve
elindeki büyük askeri güç ile yüksek teknolojiyi kullanarak sonuç
alacağını düşünmektedir. Bizleri suikastla öldürmek için ABD’den
insansız suikast uçaklarını almaya dönük iki yıldan beri çalmadığı
kapının kalmadığını iyi biliyorum. Peki, size soruyorum: Barışçıl
çözüm isteyen bir kişi, neden bu kadar çaba ile en ileri teknoloji
ile donatılmış suikast silahlarının peşinde koşsun?
Yine, sizin yasalarınızda bir tutuklunun ailesi ve avukatlarıyla
görüşme hakkı yok mudur? Ne zaman bu hak kaldırıldı? Hangi
kararnameyle yeni bir kanun çıkarıldı da 2 aydan fazla bir zamandır
Önderliğimizin yaşamından bihaberiz. 6 aydır ailesiyle
görüşememektedir. Açık ki bütün bu keyfi uygulamalarla hareketimize
diz çöktürülmek istenmektedir ve sizler bunu normal görmektesiniz.
Sizin dışınızda, ayrıca tüm basın ordusunu harekete geçirerek yoğun
bir psikolojik savaş eşliğinde mutlak sonuç almak istemektedir.
TUTUKLANANLARI NE TANIRIZ, NE BİLİRİZ
Peki, tam da bu günlerde siyasal soykırım operasyonlarının bütün
sınırları aşacak düzeye getirilmiş olmasına ne demek gerekiyor?
Bütün bu tutuklananları ne tanırız, ne biliriz, ne de KCK ile bir
ilişkileri vardır. Onlar sadece sisteme teslim olmayan ve yasal
zeminde demokrasi mücadelesini yürüten Kürt siyasetçileridir.
Tutuklanma nedenleri de budur. Bir taraftan BDP öncülüğündeki Blok
Milletvekilleri parlamento boykotunu sona erdirip, herkes yumuşama
ortamını beklerken tırmanışa geçen bu KCK adı altındaki
operasyonlar neyin nesidir? Açık ki Kürt siyasetini
itibarsızlaştırmak, burnunu sürtmek ve iradesini kırmak
istemektedirler.
Bütün bunların ABD’nin desteği ve onayıyla yapılıyor olması da ayrı
bir konudur; oraya girmiyorum. Başbakan gidip ABD liderine
yalvaracağına, kendi vatandaşı saydığı insanlarla tartışıp sorunu
çözmesi daha doğru olmaz mıydı? Kuşkusuz doğru olurdu diyeceksiniz
ama şimdi yapılan bu değildir. Biz bu noktaya gelmesini istemedik.
Her şey tamamen Başbakan’ın iradesi temelinde gelişmiş ve bu
noktaya dayanmıştır. Yapılan şey çok açıktır. Nasıl ki 1937-‘38’de
Dersim’de geliştirilen tebdil ve tenkit hareketiyle Kürt halkı
katledilerek İhsan Sabri Çağlayangil’in bizzat sözlerinden herkes
biliyor ki, fare gibi zehirli gazla öldürerek teslim almak
istenmişti. Şimdi AKP hükümeti aynı şeyi tüm Kürdistan’da
uluslararası diplomatik gücüne, teknolojiye, yine polis ve ordu
gücüne dayanarak farklı bir yöntemle yapmak istemektedir. İkisinin
arasında sadece yöntem farkı vardır. Birisi fiziki katliamlarla
sonuç almak istiyordu, birisi de yöntemlice fiziki ve beyaz
katliamla sonuç almak istiyor. Şimdi yürürlükte olan bu
projedir.
Bu temelde AKP devleti; Önderliğimize tecritle - Hareketimize
askeri operasyonlarla fiziki imha ve Kürt siyasetine de tutuklama
operasyonlarıyla sindirme ve teslim almayı hedefleyerek sonuç almak
istemektedir. Böylece Başbakan’ın deyimiyle bizi marjinalize
edeceklerdir. Yani katledecek, teslim alacak ve küçültecektir. Bu,
planlı bir konsept temelinde bir yıldan beri devletin ve hükümetin
üzerinde yoğunlaştığı bir projedir. Birçok yandaş basın mensubu
boşuna Tamil örneğinden bahsetmedi. Ama ne zaman ki İran’ın Kandil
operasyonu tıkanınca ve sonuç almayınca Başbakan da Tamil
örneğinden vazgeçen sözler sarf etmeye başladı. Fakat Tamil gibi
kesin bir sonuç olmasa da ezme hareketiyle minimize etmeyi önüne
koymuş bulunmaktadır. Eğer şimdi çatışmalar oluyorsa bunun tek
sorumlusu bu konsepti geliştirenlerdir. Bu konseptin amacı
hareketimizi öldürme, imha yöntemiyle minimize etmek, Kürt
siyasetini güdükleştirmek ve kendi çözüm çizgisini kabul
ettirmektir. Sizce bu açık ve net değil mi? Özellikle Türkiye’de
yeni anayasanın gündemde olduğu bu süreçte bütün bunların
hedeflenmiş olması manidar değil midir? Açık ki, Kürt Özgürlük
Hareketi’ni sesi soluğu çıkamayacak bir noktaya getirip, onların
deyimiyle minimize ederek kendi düşüncesi doğrultusunda yeni
anayasayı yapıp, bunu Kürt halkına dayatmak ve zoraki kabulü
sağlamak istemektedir.
Burada sizin tutumunuz, yaptığınız yayınlarla bu konsepti
perdelemek, bilerek veya bilmeyerek pratikleştirilmesini
cesaretlendirmek ve desteklemek olduğunu düşünüyoruz. İşte bizim
size dönük ana eleştirimiz budur. Diyebilirsiniz ki, “hayır, biz
devleti de sizi de eleştiriyor, şiddete karşı mücadele
yürütüyoruz.” Doğru, bu yönlü temalarınız çoktur. Hatta Sayın
Mehmet Ali Birand Kürt basınından sonra en çok sorunu işleyen
gazetenin Taraf Gazetesi olduğunu, buna rağmen benim, “Kürt
halkının yakasından elinizi çekin” biçimindeki çağrıma anlam
veremediğini belirtiyor. Siz sorunu işlemeye işliyorsunuz. Zaten
yazdığınız her şey yanlış ve kötüdür demiyoruz. Sizin dışınızdaki
egemen Türk basını, çoğunlukla -ki bazı dürüst, samimi, gerçekten
çözümden yana olan yazarları saymıyorum- cepheden bize saldırıyor
ve bizi karalıyor. Bu, öteden beri yapılan bir şeydir. Türk basını,
tıpkı milli futbol takımını destekler gibi devletten yana bir
çizgiyi aşmış değildir.
MEDYA PSİKOLOJİK SAVAŞ YÜRÜTÜYOR
Ama sizin ki daha farklı bir yöntemdir. Onlar soruna cepheden karşı
çıkarak saldırırken, siz soruna sahip çıkıyor gibi yaparak ve
sorunu tartıştırarak; nihayetinde de Özgürlük Hareketi’ni kötü
göstererek, AKP hükümetini de temize çıkararak yapıyorsunuz. Yakın
ve canlı bir örnek vereyim: Bu sabah gazete başlıklarına baktım.
Bazı gazetelerin KCK adı altındaki operasyonlara ilişkin atılan
manşetleri şöyleydi: ‘Altında Kalırsınız’,’Çiller Listesinden
Erdoğan Listesine’, Dalga Dalga Baskınlar’, ‘KCK’ya Operasyon
Siyasete Darbe’, Rozeti BDP, Kimliği KCK’ ‘KCK’ya Türkiye Çapında
Operasyon’. Burada iktidara yakın gazeteler bir KCK operasyonunun
haberini veriyor, operasyonları haklı görüyor. Diğer bir kısım
gazeteler de, altında kalırsınız veya Çiller benzeri örnekler
vererek bu operasyonlara karşı çıkıyor. Peki, siz Taraf gazetesi
olarak ne diyorsunuz? Sizin attığınız manşet, ‘KCK’ya Operasyon
Siyasete Darbe’dir. Bu şu demektir: Hedeflenenlerin KCK’li
oldukları doğrudur; fakat yanlış yapıyorsunuz, siyasete darbe
vurdunuz demiş oluyorsunuz. Yani hem nalına hem mıhına vurarak,
esas olarak bu ata nal yapılmasını onaylıyorsunuz ve operasyonların
gerçekten KCK’ye karşı yapıldığını belirtiyorsunuz. Ama zamansız ve
yanlış olduğunu da söylüyorsunuz. Oysa burada iktidarın büyük bir
yalanı var ve bir senaryo söz konusudur. Bu insanlar KCK’li
değildir. KCK’li olduklarına dair ellerinde hiçbir belge de yoktur.
Olamaz da, çünkü böyle bir şey yok. Gülen Cemaati’nin ve AKP’nin
ortaklaşa, Kürt legal siyasetini zayıflatarak, onları teslim almak
ve işbirlikçi bir çizgiye zemin açmak için uydurulmuş bir yalan,
Kürt halkına ve siyasetine karşı yapılmış bir zulümdür. Dikkat
edelim bu çevrenin bütün yazar-çizer kesimleri, bol olan kendi TV
kanallarında her gün birer polis müdürü gibi bu operasyonların
doğruluğunu savunuyorlar. Sayın Altan; KCK bir örgüt değil, bir
sistemdir. Ve eğer Özerklik sistemi kabul edilirse nasıl bir
sistemin kurulması gerektiğini izah eden belgeleri ve sözleşmesi
vardır. İşte polis ve savcı, yine o yazarlar, tüm demokratik Kürt
siyasetçilerini bir senaryo oluşturarak bu sözleşmeden yargılamak
istiyorlar. Belki de bu operasyonlarda mağdur olan insanların bu
belgelerden haberleri bile yoktur. Yani geleceğe dönük tasarlanan
bir şeyden hareketle “siz bunları yapıyorsunuz” diyerek insanları
yargılıyorlar. Bu açık yalanı da büyük medya güçlerine ve iktidar
erkine dayanarak yapmaktadırlar. Bu, Kürt siyasetine karşı yapılmış
büyük bir zulüm ve hakaret değil midir? Ama başlığınızda da
görüldüğü gibi bu insanları KCK’li olarak tescil ettiğinizde bu
büyük yalana dolaylı da olsa katılmış olmuyor musunuz?
Bu devlet şimdiye kadar biz Kürtlere çok hakaretler yaptı. Var olan
şeyi yok saydı, yok olan şeyi var sayarak kendi bildiğini okudu.
Ama biz sizin gibi insanlardan artık bu ceberut egemen devlet
anlayışına ve psikolojik savaş yöntemleriyle Kürtleri köşeye
sıkıştırma taktiklerine doğrudan karşı çıkmasını beklediğimiz için
sizi eleştiriyoruz. Dikkat edin, Yeni Şafak’a ya da Sabah, vb.
gazetelere karşı herhangi bir şey söylemiyoruz. Onlar karşı
cepheden kendi görevlerini yapıyorlar; psikolojik savaşın başarısı
için çaba sarf ediyorlar. Mademki siz farklı olduğunuzu
söylüyorsunuz, bu iyi bir şeydir ama biz de, farklı olmanın böyle
olmaması gerektiğini belirtiyoruz. Bunu belirtirken aynı zamanda
bir beklentimizi de ifade etmiş oluyoruz.
Sizler her gün bizi eleştiriyorsunuz, çeşitli biçimlerde suçlamalar
yapıyorsunuz. Bizim de size dönük eleştirilerimiz bunlardır. Bu
eleştirileri yapmamız niye tehdit oluyor ki? Bu tarzınızdan
vazgeçmeye dönük bir çağrı yapmak gayet medeni bir şeydir.
Özellikle bir kısım yazarlarınızın kinci ve tahrik üslubuyla,
barışı savunuyorum derken, aslında savaşı tahrik eden sonuçlara yol
açtığı açıktır. Bu tür yayınların farklı bir üslupla egemen devlete
ve uygulamalarına cesaret veren sonuçlara yol açtığını
düşünmekteyiz. Açık ki, bu da Kürt halkının özgürlük davasına kendi
çapında zarar veren bir durumdur. Bu nedenle dost görünürken, bunun
yapılmaması gerektiğini belirtiyoruz. Sonuçta bu çizginizde devam
ederseniz size söyleyeceğimiz bir şey yok. O vakit biz de bir dost
olmadığınızı kendi kamuoyumuza söyleyerek politik tavrımızı koymak
durumunda kalacağız. Bu da bir tehdit ya da özel bir karşıtlık
değildir. Her konuda kendi politikamızı belirleme hakkımızın
olmadığını kimse iddia edemez.
DAHA FAZLA KAN DÖKMEYE GEREK YOK
Sayın Altan;
Konuyu bitirirken bütünlük arz etmesi açısından şunu da belirtmem
gerekiyor: Defalarca denenmiş olan bir yöntemden sonuç beklemek
hayaldir. AKP, birçok şeyi başarmış olabilir ama bu kafayla ve bu
politikasıyla Kürt sorunu karşısında başarısız kalacaktır. Çünkü
biz haklıyız ve güçlüyüz. Gücümüz, haklılığımızdan ve doğru
çizgimizden geliyor. Biz adalet ve eşitlik istiyoruz; kardeşlik
istiyoruz. Kürt halkının halk olmaktan kaynaklı doğal haklarını
istiyoruz. Bunu vermek zorundasınız, vermezseniz yenilirsiniz.
Demirel’in dediği biçimiyle devletiniz 28 isyanı bastırmış olabilir
ama bu kez sert kayaya toslamış ve başarısız kalmıştır. Bu inkar ve
imha çizgisinde daha fazla ısrar ederse, sadece başarısızlığı daha
fazla derinleşecek, ancak bundan Türk ve Kürt halkı ve de
Türkiye’deki herkes zarar edecek; egemenlerin değil, yoksul
halkların çocuklarının kanı dökülmüş olacaktır.
Devlet, ABD ve NATO’nun desteğine, polis ve ordu gücüne güveniyor.
Biz de haklılığımıza, doğru çizgimize, tecrübemize, halkımıza ve
muazzam coğrafyamıza güveniyoruz. Ve başarıya ilişkin zerre kadar
kuşku taşımıyoruz. 40 yıla yakın bir zamandır bu siyasetin
içindeyiz. 30 yıla yakın bir zamandır kendimizi savunma ve
saldırıları cevaplama yöntemlerinde ustalaşmış bulunuyoruz. Yani
savaş dersen, bizim tecrübemizin generallerinizinkinden daha fazla
olduğunu söylemek mümkündür. Siyaset dersen, artık Kürt halkı Önder
Apo sayesinde siyasetin ana halkasını yakalamıştır. Dolayısıyla
yanılması, çeşitli taktiklerle alt edilmesi ve yenilgiye
uğratılmasının koşulları ortadan kalkmıştır. İmralı İşkence
Sistemi’ndeki tecridi ne kadar ağırlaştırsanız da Önder Apo’nun
kendi ilkelerinden vazgeçmesi mümkün değildir. Artık siyaseti az
çok öğrenmiş bulunuyoruz. 3 bin kişiyi değil 30 bin kişiyi de
tutuklasanız, Kürt siyasetindeki meydanı boşaltamazsınız.
Binlercesi öldürülse de, Kürt gençliğini özgürlük aşkından, onurlu
yaşamdan vazgeçiremez ve bu uğurda dağlara çıkmasının önünü
alamazsınız. On yıllar da sürse bunun böyle devam edeceği kesindir.
Ben buna tam olarak inanıyorum.
Bu nedenle ısrarla şunu söylüyoruz: Daha fazla kavga etmeye ve kan
dökmeye gerek yoktur. Daha fazla zorlarsanız bu halk da farklı
alternatiflere yönelebilir. Fakat temel tercihimizin gönüllü-özgür
birlik olduğu ortadadır. Bu nedenle ısrar etmeye gerek yoktur. Bu
savaş on yıllar da sürse Sayın Hasan Cemal’in dediği gibi, dönüp
dolaşacağımız yer yine masa başı olacaktır. Güçlerin birbirini
savaşla yenemeyeceği açığa çıkmış bir gerçektir. O nedenle kimse
kimseye onursuzluğu dayatmamalıdır. Karşılıklı saygı temelinde bu
sorunu çözmeliyiz. Bu sorun bir terör sorunu değil, bir toplumsal
sorundur. Biz bu temelde sorunu barışçıl yöntemlerle çözmeye
hazırız ama bize ve halkımıza dayatılan onursuzluğu ve kendi
kendini inkar etmeyi sadece biz PKK’liler değil, hiçbir onurlu
Kürdistanlı kabul edemez.
Gelinen aşamada eğer AKP ve Fethullah Bey şiddette ısrar eder, bizi
yok etmekten vazgeçmezse savaş tırmanır ve biz kazanmak için
kararlıca direnmek durumunda olacağız. Konjonktürel açıdan bunun
koşulları da mevcuttur ve açık söyleyeyim kendimize, tecrübemize de
güveniyoruz. Ama biz bu işi savaş değil, barışla çözmeyi
yeğliyoruz. Esas stratejimiz budur. Biz bunu söyleyince hemen, “o
zaman silah bırak, ateşkes yap” denilmektedir. Biz şimdiye kadar 8
kez ateşkes yaptık ama hepsi yanıtsız kaldı. Bu noktada eğer
devlet, Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle çözüp, Kürtlerle
stratejik barış yapmak istiyorsa Başbakan, Önder Apo’nun yaptığı
çağrıya cevap vermelidir. Kalıcı barışın gelişmesinde rolünü
oynaması için “sağlık, güvenlik ve özgür hareket etme” koşullarını
yaratsın, bu sorun bir hafta içerisinde çözüm yoluna girer.
KENDİMİ KISA CÜMLELERLE İFADE ETTİM
Lütfen Türk basınının psikolojik savaş argümanı olarak kullandığı
“bir değil, birkaç PKK var”, “Kandil’de farklı gruplar var”, “rant
çıkarları var”, “PKK, Apo’yu dinlemiyor” gibi şeylere inanmayın.
Çünkü bunlar doğru değildir. Bizim sonuna kadar güvendiğimiz tek
liderimiz vardır. O da Başkan Abdullah Öcalan’dır. Zaten Kürt
halkının ve siyasetinin başarmış olduğu en önemli gelişme, önemli
oranda bir liderlik etrafında birleşmiş olmasıdır. Egemen güçlerin
en çok rahatsız oldukları olgu da budur. BDP’ye bu kadar çok baskı
uygulanmasının gerçek nedeni de budur. “Neden PKK’ye karşı
çıkmıyorsunuz” dayatmaları başka nasıl izah edilebilinir? Çünkü
legal Kürt siyaseti de aynı Önderlik çizgisini kabul ediyor. Bu
çözüm için çok önemli bir avantaj ama bu sorunu çözmek istemeyen,
Kürtleri farklı bir biçimde egemenlik altına almak isteyenler
bundan çok rahatsız olmaktadırlar. Fakat hiçbir örgütsel bağı
olmamasına karşın, farklı kulvarlarda siyaset yürüten Kürt örgütsel
yapılarının büyük çoğunluğunun bu Önderlik etrafında birleşmiş
olması, çok önemli bir gelişme durumundadır. Bu gelişme Kürt
sorununun çözüm olanaklarını ortaya çıkaran en önemli faktördür.
Bunu değerlendirerek kalıcı barışı sağlamak ise en akıllı yoldur.
Ama öncelikle bunun için devletin şu kibirliliğini bırakıp, Kürt
halkına yaptıkları karşısında özeleştiri vermesi ve artık
gerçekleri Türkiye halkına da açıklaması gerekmektedir. Biz
birlikte bir ulus yaratabiliriz ama bu ulus tekçi, merkeziyetçi bir
ulus değil, çoğulculuğu zenginlik sayan demokratik ulus olmalıdır.
Bizim çözüm perspektifimiz de öz yönetim hakkını da içeren
Demokratik Ulus perspektifidir.
Mektubumun uzadığının farkındayım. Fakat takdir edersiniz ki, bir
gazeteci değilim. Kendimi kısa cümlelerle ifade edemedim. Bu belki
bir yetersizlik, belki de sorunlarımızın ağırlığından gelen bir
husustur. Umarım belirttiklerim tarafınızdan anlayışla karşılanır
ve yeniden bir tehdit olarak algılanmaz. Belirttiklerimin
doğruluğuna yürekten inanıyorum. Sizin için de bunların bir anlam
ifade edeceğini düşünüyorum. Gerçeklere dayanan ve demokratik çözüm
ile barış sürecinin gelişmesine hizmet eden çabalarınızın
gelişeceğine olan inancımla yazmış oldum. Eğer hak, adalet, eşitlik
ve barış yolunda bir katkı sunmuşsam ne ala. Bu mektubum dostluk ve
barışa bir nebze de olsa vesile olabilirse buna çok sevineceğimi
bilmenizi isterim.
Çalışmanızda ve yaşamınızda üstün başarı dileklerimle…