Başbakan Erdoğan pazar günü Kütahya Havaalanı açılışında,
Cumhuriyet Halk Partisi’ne çok izlenen “Muhteşem
Yüzyıl” dizisi üzerinden eleştirilerde bulundu.
Kanuni’nin otuz yıl seferde olmasıyla, AK Parti’nin çalışma
yoğunluğunu bir birine benzetti. Ve dizideki otuz yılı, sadece
harem hayatıyla sınırlayan senaristleri, AK Parti’nin çalışmalarını
göremeyen CHP’li yöneticilere benzetti.
Sonra da konuyu diziye getirerek, dizinin tarihi çarpıttığı
gerekçesiyle ilgili makamlara çağrıda bulundu.
Başbakan, tabi ki gündemi, olayları, halkın çok rağbet
gösterdiği popüler kültür işleriyle harmanlayarak anlatabilir.
Politikanın dilini, halkın daha anlayacağı bir frekansa
indirebilir.
Bunda hiçbir sorun yok.
Asıl sorun, başbakanın zaman zaman sanat ve medya dünyasına
ilişkin “bunu nasıl görevde tutarsınız?” gibi
medya patronlarını azarlayan ya da - daha kötüsü- “yargının
da bu konuda gerekli kararı vermesini bekliyoruz'” gibi
yargıyı yönlendirmeye, etkilemeye teşebbüs olarak
adlandırılabilecek söylemler kullanmasıdır.
Bir başbakan, tabi ki ülkesindeki sanatın geliştirilmesinden
sorumlu hisseder kendini.
Sanatın ve sanatçının önündeki engelleri kaldırır. Yeni
nesillerin bu yönde daha verimli bireyler olmalarının ve eserler
vermelerinin önünü açacak politikaları üretir.
Üniversitelerdeki sanat dallarının geliştirilmesi yönünde
adımlar atar. Eğitim politikasını da bu yönde reforme
eder.
Keza toplumdaki genel ve yaygın ahlakın gidişatına ilişkin de
endişeleri olabilir. “Ahlak” da ideolojilerin,
dinlerin tesiri altındadır. Seçilmiş başbakan, toplumda kendini
yakın hissettiği ahlak öğretilerinin gerilemesi üzerine kaygılar
taşıyabilir. Bunu da bir nebze normal görebiliriz.
Fakat Başbakanın Cüneyt Özdemir’in “Ahmet
Davutoğlu” ile ilgili yazısı için “böyle kalemleri
patronlar nasıl tutuyor?” demesi,
Mehmet Ali Birand’ın “Esad’la röportajım olurdu fakat
yukarıya çıtlatırlardı ve hiçbir medya organı
yayınlamazdı” demesi,
Kars’ta bir sanatçının yapmış olduğu heykel için
“ucube” denmesi,
Doğru yaklaşımlar değil.
Hem Türk dizileri ile ilgili şöyle bir gerçek var.
Türk dizileri “bizim ikiyüzlülüğümüzdür”.
Resmi nikâhlı eşin yanında imam nikâhlı bir ya da daha fazla eşe
sahip olmak, Anadolu’nun birçok yöresinde normalken, çoğumuz bunu
TV ekranın da gördüğümüz de ayıplarız. Aslında "ekrandaki
bizizdir". Evet, biraz abartılıdır yaşananlar belki ama
orada kaçındığımız aslında “kendimizizdir”.
Bu konuda bir başbakana düşen dizilerin yayından kaldırılmasını
istemek değil, “dizilerin neden bu kadar
izlendiğinin?” sosyolojik psikolojik ekonomik nedenlerinin
araştırılmasının talimatını verip, ona göre politikalar
üretmektir.
Doğru tarih anlatıcılığının da yöntem ve biçimleri bu açıdan
irdelenebilir.
Bir lider olarak, gelecekte anlatılacak bir “Muhteşem on
yıl” yaratmak istiyorsanız ve o anlatılarda “harem
tartışmalarından” çok savaş alanlarındaki mücadeleniz
konuşulsun istiyorsanız işte senaryodaki bu pürüzlere dikkat
etmeniz gerekir.
Çünkü insanoğlu sansasyonu, bilginin gerçekliğine ulaşmaktan
daha çok sever.
Vefasızdır. Hizmetleri unutur ama haremdeki kargaşayı
unutmaz.
Eğer şimdi dikkat etmezseniz gelecekte kitaplar, filmler,
ülke topraklarını kat ve kat arttıran Kanuni’yi değil de,
sürekli sansasyon yaratan Hürrem’i anlatır.
Ve Hürrem, otuz yılın önüne geçer.
Siz de buna şaşırıp, hayıflanırsınız.