Muhsin Kızılkaya'dan Türk aydını yazısı!
Abone olHabertürk Yazarı Muhsin Kızılkaya, "Mem ú Zin’i, limuzin sanan aydınlar!" başlıklı yazısında çözüm sürecinde yer alan HDP içindeki isimleri eleştirdi.
Habertürk Yazarı Muhsin Kızılkaya, Habertürk'teki bugünkü yazısında "Türk aydını" olarak nitelendirilen isimleri eleştirdi.
Son çözüm sürecinde HDP'ye belirli bir rol verildiğini belirten Kızılkaya, hükümetin, HDP içindeki 'maceracı Türk solcuları'nın başat rolü oynamasına ses çıkarmadığını belirtti. Kızılkaya, yazısının devamında şunları belirtti:
"Neden böyle oldu bilmiyorum. Ama bu süreçte, mesela hiçbir hükümet yetkilisinin aklına, “Biz Kürt sorununu neden kerameti kendinden menkul, bu meseleyle hiç alakası olmayan bu şahsiyetlerle konuşuyoruz ki?” sorusu gelmedi. Yani hiç kimse, “Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Osman Baydemir, Hatip Dicle gibileri dururken, biz neden gidip bu meseleyi, Can Yücel’in deyimiyle ‘Mem ú Zin’i limuzin sananlarla konuşuyoruz ki?” demedi."
İşte Muhsin Kızılkaya'nın "Mem ú Zin’i, limuzin sanan aydınlar!" başlıklı yazısı:
Şu anda İsveç’te yaşan, birçok romanını Kürtçe’den Türkçe’ye çevirdiğim yazar arkadaşım Firat Ceweri, yıllar önce bir gezi sırasında ilk defa şair Can Yücel’le karşılaşır. Firat, Can Yücel’e hayran, beraber kaldıkları süre içinde durmadan Can Yücel’e Kürt dilini, kültürünü, edebiyatını anlatır. Sohbet sırasında Firat bir ara Can Yücel’e, “Can Baba, Kürt edebiyatının en önemli eseri Mem ú Zin’dir” der. Can Yücel elindeki şarap bardağını kafasına diker, bütün muzipliğiyle, “Bak delikanlı, bunu bana söyledin, sakın bizim Türk aydınlarına, yazarlarına söyleme. Onlar Mem ú Zin’i limuzin sanıyor” der.
***
Uzun yıllar önce arkadaşımdan duyduğum bu anekdot her aklıma geldiğinde, kahkahalarla gülerim.
Yıllardır bu meseleye kafa yorarım; Türk aydınının Kürtlerle ilişkisini bu kadar özlü anlatan, bu kadar çarpıcı bir şekilde dile getiren başka da bir söz, bir anekdot gelmiyor aklıma.
Şairane bir sözdür ve meseleyi bütün trajikomikliğiyle koyar ortaya.
Durum böyle olduğu halde, Kürtler adına politika yaptığını söyleyenler, özellikle solcu Türk aydınlarından bir türlü vazgeçemiyor. Eğer lütfedip de maceracı Türk solcularından bazıları hasbelkader partilerine katılırsa, kurumlarına girerse, gazetelerinde yazmaya karar verirse, onu alır başköşeye oturturlar. Başköşede de, olur da yıllardan beri bu işin acısını çekmiş, kendi deyimleriyle “bedelini ödemiş”, hapis yatmış, sürgün yemiş bir Kürt oturuyorsa, onu oradan alır, sıranın en sonuna veya işe yaramaz bir yere yerleştirirler.
Diyeceksiniz ki: “Köylü toplumların özelliğidir zaten; köylüler kendilerini değil başkalarını sever, köylünün gözünde kravatlı şehirli her zaman kendisinden daha makbuldür, o yüzden...” Haklı olabilirsiniz, ama bu gerekçe siyasi Kürtçülerle maceracı Türk solcularının “patolojik” ilişkisini açıklamada yine de yetersiz kalıyor bence.
***
Lütfedip de siyasetlerine destek vermek üzere onlara katılıp kısa sürede parti kademelerinde “yükselen”, onursal başkan, eşbaşkan, Meclis başkanvekili, idare amiri olan bu şahsiyetlerin “itibarı” sadece o Kürt partisinin nezdinde yüksek değildir. Bu durum “kanıksandığı” için onlarla “ilişkiye” giren devlet yetkilileri de bazen bu “itibar” meselesinde benzer bir hataya düşüyorlar.
Örneğin son “çözüm sürecinde” böyle bir durum yaşandı. Bu süreçte HDP’ye belirli bir “rol” veren hükümet, bu partinin içindeki maceracı Türk solcularının başat rolü oynamasına sesini çıkarmadı.
Neden böyle oldu bilmiyorum. Ama bu süreçte, mesela hiçbir hükümet yetkilisinin aklına, “Biz Kürt sorununu neden kerameti kendinden menkul, bu meseleyle hiç alakası olmayan bu şahsiyetlerle konuşuyoruz ki?” sorusu gelmedi. Yani hiç kimse, “Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Osman Baydemir, Hatip Dicle gibileri dururken, biz neden gidip bu meseleyi, Can Yücel’in deyimiyle ‘Mem ú Zin’i limuzin sananlarla konuşuyoruz ki?” demedi.
***
Yapılan bütün toplantılarda ilk sözü hep bu “şahsiyetler” aldı. Hatta bunların bazıları da şu anda Kandil’de yetkili makamında... Bu “yetkililerden” birisi hiç Kürtçe bilmediği için ve tam kırk yıldan beri iki kelime Kürtçe öğrenme zahmetine katlanmadığı için, Türkçe bilmeyen birçok İranlı, Iraklı, Suriyeli Kürt genci, sırf bu “arkadaşla” konuşabilsin diye Türkçe öğrenmek zorunda kaldı.
Kuşkusuz, “bir lisan, bir insan” düsturuna inanıyorum, o gençlerin Türkçe öğrenmesi iyi olmuş, sadece meramımı daha iyi anlatmak için veriyorum bu örneği, yanlış anlaşılmak istemem!
***
Kendilerine “demokrasi güçleri” adını veren bu Türk solcularının sanatçı olanları, neredeyse yüzyıldan beri roman yazıyor, film, beste, resim yapıyor; yani “kültür-sanat mafyası” varsa eğer bu memlekette, bu mafyanın “godfather”ları da bunlar oluyor. Buna rağmen, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler, bunların yaptığı her sanat eserinde, toprakta elmas ararcasına kendilerinden bir “şey” arayıp durdular ama nafile. Bütün bu sanat ürünlerinde hep “katil”, “soyguncu”, “eşkıya”, “cahil” insanlar olarak buldular kendilerini.
Fakat iş Kürt’ü savaşa kışkırtmaya, ölüme göndermeye gelince, bütün yaratıcı hünerlerini ortaya koyuyorlar. Şiirler yazıyor, besteler yapıyor, “şanlı direnişlerine” methiyeler, destanlar düzüyor, sol yumruklarını havaya kaldırıp “özyönetim mücadelelerini” selamlıyorlar!
***
Haklarını yemeyelim, seksen yılda “Rojava”, “heval”, “Roboski” gibi birkaç Kürtçe kelimeyi ezberleyenler yok değil aralarında; son yıllarda dudaklarını büze büze bu kelimeleri kullananlara çok rastlanıyor televizyonlarda.
Ama sadece bu kadar!
Devlet de gidip bunlarla “Kürt sorununu” konuştu!
Onlar Kürt sorununun barışçı yollarla çözümünü değil, mevcut düzenin “devrim yoluyla” yıkılmasını istiyor, bunun için mücadele ediyorlar.
Silah zoruyla mevcut düzeni yıkmayı hedefleyenlerle barış konuşulur mu?
O yüzden, “Yeni dönemde muhatap bütün halkımızdır” diyor Başbakan Ahmet Davutoğlu!