“Eleştirmenin dayanılmaz hafifliği” diye bir darbı
mesel vardır çok bilinen. Evet, eleştirmek kolaydır, zor olansa
eleştirdiğimiz şeye çözüm üretmektir.
Maalesef günümüz Müslümanlarının durumu buna benziyor.
Acımasızca eleştiriyoruz ama çözüm noktasında maalesef bir
şeyler ortaya koyamıyoruz.
İslami camia olarak yıllardır en çok başvurduğumuz yollardan
birisi de “boykot” uygulaması.
İsrail, Filistinli Müslüman kardeşlerimize zulmeder,
katleder hemen İsrail mallarını boykot etmeye
çağırırız.
Fransa, Ermeni tasarısını kabul eder, hemen
Fransız mallarını boykota çağırırız.
Çin, Doğu Türkistanlı kardeşlerimize zulümler
yapar hemen Çin mallarını boykota yöneliriz.
Sosyal medya hesaplarımızdan boykot listeleri yayınlarız çarşaf
çarşaf.
“Şu malları almayın!” deyu ahkam keseriz…
Lakin bütün “boykot” çağrılarımıza karşılık sonuç
alamayız.
Ne İsrail, Filistinli kardeşlerimize zulmetken
vazgeçer ne Fransa, Ermenilere arka çıkmaktan vazgeçer ne
de Çin, Doğu Türkistanlı soydaşlarımıza yaptığı
zulümleri durdurur…
Bütün boykot çağrılarımız sonuçsuz kalır…
Bu yıllardır böyledir ve böyle devam etmektedir.
Boykot çağrılarının karşılıksız kalmasının en büyük nedeni ise
“almayın!” “kullanmayın!” dediğimiz ürünlerin yerine
muadil olacak ürünler sunamamamızdan kaynaklanmaktadır.
Tamam Fransız malı deterjan almayalım ama yerine ne
kullanalım?
Çin malı elektrikli süpürge makinası almayalım ama onun
yerine ne kullanalım?
Maalesef bu soruların cevabını veremediğimiz için yıllardır
yaptığımız boykot çağrıları sonuç vermiyor. Boykot çağrısı
yaptığımız ürünlerin yerine muadillerini sunamadığımız sürece de
sonuçsuz kalacak.
Bütün bu örnekleri aslında daha önce de “15 Temmuz hain
darbe girişiminden daha güçlü ve sinsi bir tehlike ile
karşı karşıyayız!” diye zikretmiş olduğum İstanbul
Sözleşmesine yönelik duruşumuzu belirlememiz adına verdim.
İstanbul Sözleşmesinin toplum üzerindeki yıkıcı
etkilerini defalarca yazdım/yazdık.
Boykot meselesine verdiğimiz reflekse benzer bir durum
şu günlerde, toplumun temel dinamiklerini hiç hissettirmeden adeta
kurt kemirir gibi kemiren İstanbul Sözleşmesinde de yatıyor
maalesef.
Müslümanlar olarak son derece haklı gerekçelerle bu sözleşmenin
feshedilmesini istiyoruz. Devlet yetkililerine çağrı üzerine
çağrı yapıyoruz “kaldırın!” diye.
Yoksa bu sözleşmenin içeriğine vakıf olan birisinin başını
yastığına gönül huzuru içinde koyabilmesi mümkün değil.
Baskı üzerine baskı kuruyoruz, üst perdeden sesimizi yükseltiyor
karşı mahalleye hakaretler üzerine hakaretler yağdırıyoruz. Ve ne
acıdır ki biz sesimizi yükselttikçe karşı tarafta aynı oranda tepki
vererek savunmaya geçiyor.
Oysaki “medenilere galebe ikna iledir”.
İkna ise ancak fikir ile yapılabilir.
Bağırmak, çağırmakla, sesimizi yükseltmekle, yumruklarımızı
sıkmakla bir neticeye varamayız.
Tam tersine mevcut durumu daha da kötüye götürmekten başka bir
şey yapmayız.
Tamam, İstanbul Sözleşmesi kaldırılsın, feshedilsin ama
yerine ne getirilsin?
Karşı tarafı da ikna edecek, onları da rahatlatacak
tekliflerimiz neler?
Onlara nasıl bir yaşam standardı getiriyoruz?
Maalesef bu konularda bir “muadil fikir” ortaya
koyamıyoruz. Koyamadığımız için de bütün “istemezük!”
nidalarımız sonuçsuz kalıyor.
Oysaki bu konuda devlet erkanının elini güçlendirmemiz
gerekiyor. Sadece “kaldırın, feshedin” çağrıları yetersiz
kalıyor.
Fikre karşı fikir üretemediğimiz sürece de çağrılarımız
sonuçsuz kalacak gibi.
Eğer İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesini istiyorsak
yerine ne getirilmesi noktasında fikirler üretmemiz gerekiyor.
İstanbul Sözleşmesinin feshedilmesinin bir boşluk
oluşturacağı aşikâr. Toplum ise boşluk kabul etmez. Onun için bu
boşluğu dolduracak alternatif fikirler üretmemiz gerekiyor.
Bunu yapmadığımız sürece yıllardır yaptığımız boykot
çağrılarının sonuçsuz kaldığı gibi İstanbul Sözleşmesini kaldırma
çağrılarımız da sonuçsuz kalacaktır kanaatindeyim…