MİT'i kim, neden yıpratmak istiyor?
Abone olHaberajanda.com yazarı Murat İlkter MİT'te deprem etkisi yaratan operasyonun perde arkasını kaleme aldı
Haberajanda.com yazarı Murat İlkter, MİT'e yönelik yargı kararlarının perde arkasını ilginç bir makaleyle analiz etti.
İlkter, MİT'i yıpratan ifade krizinde, MİT'in 2007 yılından sonra Jandarma ve Polis ile birlikte istihbarat havuzu oluşturması ve bu havuzdan elde edilen bilgilerle terör örgütü PKK ve sivil uzantısı KCK'ya yönelik etkili operasyonlar düzenlemesinin büyük etkisi bulunduğun yazdı ve bir de tespitte bulundu:
"Bu havuz öyle işler yapmaya başladı ki, istihbarat bilgileri hemen değerlendirmeye alınarak özellikle kırsalda birçok PKK mağarası tespit edildi, birçok terörist yakalandı veya teslim olmaya zorlandı. Uyuşturucu ve fuhuştan gelen finans kaynaklarının önüne geçilerek, kış şartlarında kuluçkaya yatmaya çalışan örgütün adeta beli kırıldı. KCK operasyonlarının temelinde de bu istihbarat paylaşımı mevcuttur. Dolayısıyla kim nerede ne haltlar çeviriyorsa, elleriyle koymuşlar gibi enselenmeye başlandı."
İşte İlkter'in MİT yöneticilerinin hedef alınmasının perde arkasını açıklayan o yazısı...
MİT NEREYE KOŞUYOR?
Öyle durumlar vardır ki, sıradan insanlar için basit gibi görünen şeyler bir istihbaratçı için kullanılabilir bilgi seviyesindedir. O yüzden istihbaratçılar her yere kulak kesilirler.
Defalarca söylediğimiz gibi bir ülkenin başında terör belası varsa, mücadele; sadece bir birime bırakılacak bir şey değildir ve topyekûn yapılmak zorundadır.
"İstihbarata Karşı Koyma Yöntemleri" de statik bir olgu değildir. Yeni konjonktürler yeni istihbarat yöntemleri ve yapılanmalarını zaruri kılar. Bu güne kadar strateji ve güvenlik kurumlarına bilgi taşımaktan daha öte bir görevi olmadığını sandığımız MİT de kuruluşunun 85'inci yıldönümünde görev tanımını yenilemişe benziyor. Bu da bizi sevindiriyor.
Stratejik ve operasyonel olarak bugüne kadar bilginin kullanım alanını daha çok iç güvenliğe yönelik kullanan MİT, ki bunun ana sebebi askeri vesayettir... Türkiye'nin jeo-stratejik, coğrafik ve politik durumunun artık "savunma değil, dünyaya etki edebilecek aktiflik kazanması gerektiğini" açıkladı. Bunu da tüm dünyaya ilan etti.
Bana göre bu iddia daha çok CİA ve MOSSAD'a yöneliktir ve çok geniş anlamlar içermektedir. Çünkü bu bölgede at oynatmaya muktedir olabilecek özellikte bu teşkilatların olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Zaten İsrail de, Hakan Fidan MİT Müsteşarı olduğundan beri rahatsızlığını açıkça dile getirmektedir. Hatta bir ara Hakan Fidan'ın İsrail ile ilgili bilgileri İran'a verme ihtimalinden bahsetmekten çekinmeyerek; böylece hem MİT içindeki yapılanmasını harekete geçirmeye, hem de bunu Türkiye'nin "eksen kaymasına" dayanak yapmaya çalışmışlardı. Görüldüğü gibi istihbaratta soğuk savaş ve psikolojik harbin her türlü yöntemi kullanılmaktadır.
Biz elbette şunu biliyoruz, İsrail'i rahatsız eden her durum bizim doğru yolda olduğumuzu göstermekte.
Bu ataklar aslında Hakan Fidan'la değil, ilk olarak bazılarının Kürtçülükle itham ederek yıpratmaya çalıştığı bundan önceki MİT Müsteşarı Emre Taner'le başladı. Yardımcısı Hakan Fidan da bayrağı ondan devraldı. Emre Taner giderayak "Vizyon konusunda ülkenin artık ulus devletten eski misyonuna geri dönmesi gerektiğini, yoksa üçüncü sınıf devlet kategorisine ineceği" uyarısını yaparak gitti.
Böylece de ulus devlet tanımının artık ideolojik bir kavram olmaktan öte bir manası olmadığı ilk kez resmi ağızlardan itiraf edilerek, yeni yapılanmanın ilk işaretleri veriliyordu. Tabi ki bu deklarasyonun bazı kesimleri rahatsız etmesi ve hedefe MİT'in konması normaldi. En küçük fırsatta bile MİT'i yıpratmanın yolları aranıyordu.
Zaman kazanma adına Kurtuluş Savaşı'ndan yeni çıkmış bir ülkenin açıklamak zorunda kaldığı "Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesi de böylece çöpe atılıyordu.
MİT NEDEN VİZYON DEĞİŞTİRDİ?
Çünkü biz ne kadar barış ve dostluktan dem vursak da, özellikle Ortadoğu kan gölüne çevrilmekteydi. Dolayısıyla bu sözün içine saklanan ulus devlet tanımı, aslında bir nevi açılım ve saldırı konseptinden uzaklaşarak idealsiz kalmak demekti. Bahse konu olan imparatorluk tecrübesi yaşamış Türkiye gibi bir ülke ise, tarihin sizi tekrar misyonunuza mecbur kılması kaçınılmazdı.
KAÇAMADIK DA!
Buna bağlı olarak da MİT, bir nevi devletine ideal gösterirken aynı zamanda tecrübe ve bilgi birikimini stratejiye yönlendirmenin zamanının geldiğini açıklıyordu. Personel ağırlığının sivillere doğru kaymasından birilerinin rahatsız olmasını bir yana koyarsak, ilk defa ilanla personel alımından tutun, basın ve halkla ilişkiler alanında olsun; özellikle iç temizlikten sonraki yapılanmasıyla MİT, bu haliyle yeni dönemde gerçekten tam bir aktör olacağa benziyor.
Geçmişteki komitacılık ve üzerlerine atılı provakasyonları geçip şöyle 1900'lara doğru gidersek görülecektir ki, Teşkilat-ı Mahsusa'nın operasyonel alanını genişleterek işgal ve kaos sıkıntısı yaşayan Balkanlar, Kafkaslar... Özellikle İran, Irak ve Libya'da ne tür örgütlenmeler geliştirdikleri daha dün gibidir. Bu demektir ki, Teşkilat-ı Mahsusa gerektiğinde milli çıkarlar için başka bir devletin kurtuluşuna bile etki edebilecek yetenekte olmak zorundadır.
MİT ARTIK SADECE İSTİHBARAT DEĞİL İDEALLER PEŞİNDE
Bu ideallerin ilk adımları da 6 Ocak 2007 tarihinde ilan edildi. "Bulunduğumuz dönem gelecekte birçok ulus devletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır" diyen Emre Taner; MİT'in "Bekle gör ve ona göre şekil al!" oportünizminden daha ziyade, "değiştirici ve belirleyici olması gerektiğini" göstermekle, aslında ülkenin "strateji eksikliğini" yüzümüze çarpıyordu...
İşte o günden bugüne çok şey değişti. Öncelikle kurum, Jandarma İstihbarat Teşkilatı ve Polis İstihbarat Dairesi'yle birlikte bir istihbarat havuzu oluşturarak parçalanmış istihbaratı tek merkezde topladı. Ardından, vesayet rejiminin artığı olan Genelkurmay Elektronik Haberleşme(GES)'i bünyesine aldı ve bunun sivilleşmesi gerekliliği üzerine çalışmalara başladı. Bu arada yargı da, vesayetin artıklarını temizlemekle meşguldü.
Bu havuz öyle işler yapmaya başladı ki, istihbarat bilgileri hemen değerlendirmeye alınarak özellikle kırsalda birçok PKK mağarası tespit edildi, birçok terörist yakalandı veya teslim olmaya zorlandı. Uyuşturucu ve fuhuştan gelen finans kaynaklarının önüne geçilerek, kış şartlarında kuluçkaya yatmaya çalışan örgütün adeta beli kırıldı. KCK operasyonlarının temelinde de bu istihbarat paylaşımı mevcuttur. Dolayısıyla kim nerede ne haltlar çeviriyorsa, elleriyle koymuşlar gibi enselenmeye başlandı.
İnternet üzerinden istihbarat yapılmaya başlaması ve halktan da bilgi akışının hızlanmasıyla örgüt adeta nefes alamaz pozisyona getirildi. Buna ancak meclisteki uzantılarıyla mukabele etmeleri dışında bir aktivasyon sergilenemedi.
İşte bu dönemde muhalif basın, Başbakan'ın basın mensuplarını toplayıp terörle mücadele ile ilgili olarak bazı taleplerde bulunmasını, basının susturulması olarak değerlendirdi. Halbuki birçok basın mensubu terörle ilgili yapılan her haberde, az çok mutlaka istihbarat bilgisinin olduğunu bilir. Ama haber atlatmak adına güvenlik zafiyeti yaratmaktan da açıkçası kaçınan olmadı.
TERÖRLE İLGİLİ HER HABERDE BİR İSTİHBARAT BİLGİSİ VARDIR
Bakın bunu Düşük Yoğunluklu Çatışma hakkında bilgisi olmayanlar göz ardı edebilir. Ama bizler bunu biliyorsak bu sorumluluğa haiz olduğumuzu bilmemiz gerekir. Mesela verilen şehitler, düşen bir helikopter veya basılan bir karakol ile ilgili yapılan her haber içinde mutlaka bir istihbarat bilgisi mevcuttur.
Uludere Faciası'nda kullanılan bombanın nevînde de bu vardır, karakollarda kullanılan topun marka moduna kadar deşifre edilmesinde de. Ki, bu hata hep yapılmıştır. Askerin hangi toplanma mevkilerinde ne kadar beklediğinden tutunuz, nerden ne şekilde intikal ettirildiğine; operasyona çıkan askerlerin miktarlarına kadar haber yapılması maalesef gazetecilik sanılmıştır.
Bu toplanan bilgiler sadece Kandil'de de değerlendirmeye tabi tutulmaz. Bugünün dostunun yarının düşmanı olması muhtemel ülkelerde bile bu bilgiler tasnif edilmekte; buna dayalı olarak da milletimizin tüm imkan ve kabiliyetleri değerlendirilerek buna göre saldırı/savunma konseptleri hazırlanmaktadır.
Diğer yandan deşifre edilen her türlü zayiat, örgüte moral ve propaganda malzemesi olarak geri dönmektedir. Milletimize de bu olumsuz bir yansıma yapmakta ve mücadelenin en önemli ayaklarından biri olan "psikolojik üstünlük" karşı tarafa transfer olmaktadır.
Şehit cenazelerinden televizyonlarda ve boyalı basında boy boy fotoğraflar ve canlı görüntüler verilerek hem halkın morali bozulmakta, hem de her iki toplum arasındaki makas açılmaktadır. Ayrıca karşımızda şaka falan değil, oldukça sistemli ve organize bir örgütle; bu örgütün medya ayağı mevcuttur. Bu yapılanmanın nasıl manipülasyonlar yaptığı da basının tecrübeli erbabı tarafından bilinmektedir. Uludere Faciası'ndan bir hafta kadar önce örgütün ROJ TV için Uludere esnafından zorla toplamaya çalıştığı 1500 TL'nin sanırım ne anlama geldiği şimdi daha iyi anlaşılabilir.
Velhasıl; devletin yeni yapılanma sırasında bazı siyasetçi akademisyenlerin(!) GES'in MİT'e bağlanmasına dair "Genelkurmay'ın istihbarat kabiliyeti yok edildi" iddiası ise külliyen iftiradır.
Düşük Yoğunluklu Savaş'ta güçlü, organize ve tek elde toplanıp oradan strateji üretmeyen hiçbir devletin başarılı olamadığını bilen bilir. Hiçbir istihbarat biriminin lağvedilmediği bu dönemde, istihbaratı sadece askerler mi bilir sanılıyor hala?