Hakan Fidan'ın öncülüğünde İmralı ile gerçekleşen müzakerelerin
hız kazandığı günlerde, Malatya’dan Fidan’la ilgili bir haber
gelmişti.
Habere göre; Suriye sınırında düşen Türk uçağında şehit olan
Teğmen Hasan Hüseyin Aksoy’un yakınları, MİT Müsteşarı Hakan
Fidan’ın da aralarında bulunduğu bazı kişiler hakkında
“ihmal ve savaş kışkırtıcılığı” nedeniyle suç
duyurusunda bulunmuştu.
Suç duyurusunun ardından, medyada bazı kalemlerce “yeni
bir kapışma mı yaşanıyor?” yada müzakerelere ilişkin
“birileri Fidan’a gözdağı mı vermeye
çalışıyor?” iddiaları gündeme gelmişti.
Yalnız bu iddiaları dile getirenlerin unuttuğu bir şey
vardı?
Söz konusu aile, anayasa m.125.’den aldıkları güçle çocuklarının
ölümüne sebep olan olayın “sorumlularını”
bulmaya çalışıyorlardı.
Yani kullandıkları anayasal bir haktı. Ve ciğeri yanmış
insanların verebileceği doğal bir refleks olarak anlaşılabilecek
bir durumdu.
Ki olayın meydana geldiği günden beri Aksoy ailesi gibi bizler
de hala “jetlerin neden ve nasıl düştüğüne
dair” mantıklı ve tutarlı bir cevap alabilmiş değiliz.
Ortada tatmin edici bir açıklama yok.
Herhangi bir yanıt alınamadığı gibi, Aksoy ailesinin açtığı
davaya karşılık MİT, Müsteşar Hakan Fidan hakkında soruşturma
başlatan Malatya Cumhuriyet Savcıları ve ailenin avukatı Mehmet
Katar hakkında “Planlı bir psikolojik harekâtın parçası
olarak davrandığı ve savaş kışkırtıcılığı yaptığı”
iddiasıyla suç duyurusunda bulundu.
Yani kısaca “siz kim oluyorsunuz da MİT’e kafa
tutuyorsunuz” dedi.
Ve palamarları koparıp oradan uzaklaşmak için güzel bir hamlede
bulundu.
Hatırlayacağınız üzere, KCK davasında savcının Hakan Fidan’ı
şüpheli sıfatıyla sorgulama girişiminde bulunması, yargı
ile yürütmenin birbiriyle bilek güreşine tutuşmasıyla
sonuçlanmıştı.
Ve yürütme gerekli yasal düzenlemeyi gerçekleştirdikten sonra,
Fidan’ı yargı erkine karşı koruma altına almıştı.
"Teğmen Hasan Aksoy davası" ise, yürütme
ve yargı arasındaki mücadelenin yeni perdesidir
diyebiliriz.
Şüphesiz Fidan, Türkiye için son derece stratejik görevleri olan
bir makamı temsil ediyor. Yıpratma kampanyalarıyla en çok muhatap
olunan bir görevi ifa etmeye çalışıyor.
Fakat tuhaf olan, hukukun üstünlüğü ilkesinin savunulduğu bir
ülkede, MİT müsteşarı üzerinden açık açık bir güçler
ayrılığı savaşının yaşanıyor olması ve tarafların
birbirlerine taviz vermeden diş bilemeye çalışmalarıdır.
Öyle bir durumdayız ki, belirli durumlarda yürütme yargıya,
yargı da yürütmeye güvenmiyor. Kendini koruyup kollayacak
tedbirlere başvuruyor.
Aynı şekilde, muhalefet partileri de yargı bağımsızlığına şüphe
ile bakıyor.
Yani toplumun farklı kesimlerini temsil eden partilerin, yargı
erki ile olan ilişkilerinin içler acısı halini
görebiliyorsunuzdur.
Bu durum, anayasasında “…bir hukuk ülkesidir” yazan bir devlete
hiç yakışmayan görüntülerdir.
Demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı gibi
ilke ve değerlerle bağdaşamayacak hallerdir.
***
Emin olun bu yaşananlardan sonra hiçbir savcı kolay kolay MİT
müsteşarına karşı dava açamaz.
Hukuku işletmek istemez.
İşletse bile “bu işte kesin bir hinlik var”
zannı altında kalmaktan ve dedikodularından kurtulamaz.
Hele ki KCK davasında Fidan için soruşturma izni almak isteyen
iki savcının görevlerinden alındığını ve Malatya savcılarına MİT
tarafından karşı dava açıldığını gördükten sonra hepten cesaretleri
kırılacaktır.
Eğer siz hukuku, bir savaş aracı haline indirgerseniz;
çocukluktaki mahalle kavgalarında yaşandığı gibi, sadece
abisi olan kazanır.
Bu da “güçlünün” hukukunun egemen olması
anlamına gelir.
Böylelikle gerçekler ise, mazlumların suskunluklarının ardına
gizlenir.
Ve kaybolur.