Mısırın beyaz Türkleri

Abone ol

Osmanlı'dan koparılan Mısır'da kalan Türkler buranın beyaz Türkleri durdumunda.

Dünyanın herhangi bir köşesinde ‘unutulmuş’ Türklerden söz etmiyoruz bu kez. Mısır’da refah içinde yaşayan padişah ve paşa torunları hem varlıklı hem eğitimliler. İstanbul kadar Paris’i de ziyaret ediyorlar ve Türkiye’den maddi-manevi bir beklenti içinde değiller.

Kahire’nin kalabalık caddelerinde savrulurken âdet olduğu üzere ‘Enti min eyne - Nerelisin?’ diye soran taksi şoförü, aldığı cevaptan pek hoşnut görünüyor; “Türkiye’den…” Koltuğunda biraz toparlanıyor, sırtını hafif dikleştirip, dikiz aynasına gülümsüyor; “Benim de ninem Türk’tür.” Yolcu işkilleniyor. Şimdi nedir bu? Bir yabancıyla yakınlık kurma çabası mı? Bindiğiniz beş taksiden ikisinin şoförü nasıl oluyor da aslının Türk olduğunu iddia edebiliyor? Şaşkınlık kısa sürmeli, burası Mısır ve tarihe biraz aşina olanlar muhakkak ki, bir Avrupalı turistten daha farklı bakmalı ülkeye. Gizemli piramitlerden ve bereketli Nil’den daha ötesi; 869’da Tolunoğulları ile başlayan ve 1952’ye kadar süren bir Türk hâkimiyeti söz konusu olan. Aradaki Fatımi dönemi hariç, Memluklu ve Osmanlı ile devam eden ve Kral Faruk’un tahttan indirilmesine kadar zayıflayarak da olsa süren yakın ilişkilerden bugüne kalan; yerel Arapçaya bolca karışmış Türkçe kelimeler ve halkın gururla söz ettiği ‘Türk nineler ve dedeler’ den ibaret.

Evet, Türk olmak, Mısır’da hâlâ gurur vesilesi, soyluluk göstergesi, şimdi tek kelime Türkçe konuşmuyor olsalar ve ortalama Mısırlılar gibi yaşasalar dahi, aile tarihinde sanki bir efsane gibi söylenegelen Türk geçmişine sıkı sıkı sarılıyorlar. Başka hangi ülkede, bir müze görevlisi, bir cami bekçisi Türk ziyaretçisine ‘Ahsen-ul Nas - İnsanların daha güzeli’ der ki! Yalnız, Mısır halkının bir konuda kafası epey karışık görünüyor. Türklere ‘Müslüman mısınız?’ diye soruyorlar. Evet, aynen öyle, şaka yapmıyorlar, alay etmiyorlar, gayet masumane ve gerçekten anlamak isteyen bakışlarla ‘Müslüman mısınız?’ diyorlar. Sorunun muhatabı -ki bu soruyu Hüseyin Meydanı’ndaki kaldırıma oturmuş mango suyu içerken, Fustat Çarşısı’ndan yasemin esansı alırken ya da Mısr-u Kadim’deki camilerden birinin minaresinden şehri temaşa ederken sıklıkla duymuştur- aynaya bakma ihtiyacı hissediyor, “Rabbim kimlere benziyorum? Yoksa Müslüman gibi görünmüyor muyum?”

Fazla geçmeden anlaşılıyor ki, sorunun muhatabı bütün Türkler… Peki niye soruyorlar, hele başında örtüsü olan hanımlara? İçlerinden biri, “Buraya çok yabancı geliyor, bazıları örtünüyor. Emin olmak istedim.” diyor. Cevap ikna edici değil, sebep nerede aranmalı? Soruyu yöneltenlerin cahilliğinde mi? Vaktiyle Mısır’ı gezen Avrupalı seyyahların Türk kelimesini Müslüman anlamında kullandığı hatırlanırsa… Ne tezat!..

İÇ İÇE GEÇMİŞ İKİ KÜLTÜR

Mısır’da, ‘Mısırlı Türklerin’ izini sürmek, insanları gülümsetiyor. Abartılı olduğu aşikâr bir iddiaya göre, ‘ülkenin yüzde sekseni aslen Türk’ iken böylesi bir takip, imkânsız görünüyor. Yüzde seksen gibi bir orana itibar edilemez elbette; fakat bir dönem Mısır Büyükelçiliği yapmış Yaşar Yakış’ın ‘üçte bir’ tahmini üzerinde durulabilir. Oldukça uzun süren ortak geçmişimizin bir ‘iç-içelik’ oluşturduğu muhakkak. Bugün bir yanının Türk olduğunu söyleyen; fakat başkaca bilgiye sahip olmayan Mısırlılar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa döneminde ülkeye akın eden Osmanlı memurlarının torunları olamaz mı?

Kendilerine toprak verildikten sonra tamamıyla Mısır’a yerleşen, Arapçayı günlük dilde kullanıp, Mısırlı kızlarla evlenen ve ülkenin yeni aristokrat sınıfını oluşturan memurların zaman alan entegrasyonu, fakir ve orta halli Türkler söz konusu olduğunda tam bir erimeyle sonuçlanmış. İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, son çalışması ‘Mısır’da Türkler ve Kültürel Mirasları’nda, ‘eriyen’ Türklerin iki meşhur temsilcisinden söz ediyor. Biri, Arap dünyasının 20. yüzyıldaki en ünlü şairi, ‘emir-el şu’arâ’ unvanına sahip Ahmed Şevki Bey, diğeri büyük romancı ve entelektüel Yahya Hakkı. Mısır Türklerinin üçüncü nesline mensup olduğu halde çocukluğunda öğrenemediği Türkçeyi ileri yaşlarında, dedesinin toprağında öğrenen Hakkı’nın şu cümlesi, Türk-Mısır kaynaşmasını iyi açıklıyor: “Kendi hayatımı ve eserlerimi düşündüğümde anlamakta zorluk çektiğim şu olmuştu: Yakın Türk aslından olmama rağmen kendimi yoğun olarak Mısır toprağı ve halkı ile iç içe hissetmekteydim. Bu da beni derinden etkilemektedir.”

İhsanoğlu’nun ilginç tespitlerinden biri de, Kafkaslardan getirilen ve sarayda tam bir Türk kültürüyle yetiştirildikten sonra yerli halkın ileri gelenleriyle evlendirilen Çerkez ve Gürcü cariyelerle ilgili. Türk-Osmanlı kültürünü, anneanneler ve anneler aracılığıyla devralan üçüncü neslin kız çocukları dili unutsalar da kültürü yaşatmaya devam etmişler. Şimdilerde manzara biraz daha bulanık; büyüklerden işitilen birkaç sözden, fizikî benzerliklerden, hatta yemek kültüründen çıkardıkları ipuçlarıyla yürüyenler var. İskenderiye’deki Türk Konsolosluğu’nda tanıdığımız Mustafa Fadıl da ninesi Türk olanlardan. Babası Türk, annesi Mısırlı Babaanne, evde hep Türk yemekleri pişirirmiş. O yaşlarda yemeklerin, annesinin yaptıklarından farklı olduğunu ayırt eden Fadıl, tariflerin kaynağını Türkiye’de bulunca gerçeği anlamış. 10 yıldır konsoloslukta çalışan ve sık Türkiye ziyaretleriyle Türkçesini geliştiren Fadıl, “Uçak, İstanbul’a inerken heyecanlanıyorum. Kan çekiyor galiba…” diyor. O, ‘ninem Türk’ deyip de Türkçe konuşabilen nadir Mısırlılardan biri. Tıpkı, İskenderiye Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunu Alâ Süleyman gibi.

İskenderiye Kütüphanesi’nde neredeyse fısıltıyla yaptığımız söyleşi, Alâ’nın zayıf Türkçesi yüzünden biraz yorucu olsa da, Arapçayı devreye sokmuyoruz; çünkü o, pek ender bulduğu Türkçe pratik yapma fırsatını değerlendirmek istiyor. Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nde okurken, ikinci sınıfta ek ders olarak Türkçeyi seçen ve iki yıllık bir eğitim sonucunda okuma-yazmayı öğrenen Alâ, Ezher Üniversitesi Türkoloji Bölümü öğretim üyesi Abdülaziz Ivadullah’ın İskenderiye’ye taşıdığı yardımcı kitaplardan çok istifade etmiş. Yüksek lisansını Türk Masalları üzerine yapan Alâ, son çevirdiği masaldan çok sevdiği bir cümleyi söylüyor; “Güldükçe yüzünde güller açılan, ağladıkça gözünden inciler dökülen…” Masalların ileride kitaplaşmasını istiyor; ancak Türkiye’ye gelip Türkçesini ilerletmeyi daha çok istiyor. Arkadaşlarının ve hocalarının Türk’e benzettiği Alâ, “Ninemin annesi Türk’müş. Ninem, anneme söylemiş, annem de bana… Bunun dışında bir bilgiye sahip değiliz.” diyor.

ESKİ TÜRKLERDEN KİM KALDI?

Mısır’da hâlihazırda yaşayan padişah, paşa ya da tüccar torunlarının hemen hepsi, izdivaç yoluyla Mısırlılarla akraba… Din farklılığının olmaması ve tarafların birbirlerini yabancı gibi görmemesi evlilikleri kolaylaştırıyor; ancak bir de mecburiyetler var. İskenderiye’de Türk Konsolosluğu’nun karşısındaki apartman dairesinde oturan Ayten Kutay, biri boşanma diğeri vefat yüzünden bitmiş evliliklerinden söz ederken; “Türk erkeği bulabildik mi ki evlenelim.” diyor. Tütün tüccarı babası, 1930 yılında ziyaret ettiği İskenderiye’ye yerleşince, hayata gözlerini, Akdeniz’in karşı kıyısındaki bu şehirde, ‘yarı Türk yarı Mısırlı’ açan Kutay, ‘yarı Mısırlı’ tespitini kabullenmek istemiyor. Doğup büyüdüğü, çocuklarını doğurduğu şehirde, tıpkı yabancılar gibi oturma izniyle yaşamak pahasına Mısır vatandaşlığı almadığına bakılırsa…

Ancak neticede, çocuklarının babası Mısırlı, Arapçayı en az Türkçe kadar güzel konuşuyor ve bundan sonraki hayatını İskenderiye’deki dairesinde sürdürmeye niyetli görünüyor. Koltuğunu, konsolosluğun önündeki bayrağı görecek şekilde yerleştirmiş. Oldukça düzgün bir Türkçeyle eski günlerden söz ediyor: “Babam Türk vatandaşlığını bize kaşıkla yedirdi. Evde Türkçeden başka lisan yasaktı. Türkiye’den Doğan Kardeş dergisi getirtip, evde yüksek sesle okurdu ki, düzgün Türkçe duyalım. Ağabeyim askerliğini Türkiye’de yaptı. Mısır’da ailenin tek erkek çocuğu askerlikten muaf tutuluyordu. Arkadaşları, ‘Gönderme, Mısır vatandaşlığı alsın, burada kalsın.’ dediler; ama o, ‘Katiyen’ dedi, ‘Mısırlılar onu asla Arap saymayacak, askerlik yapmazsa Türkler ters bakacak.’ Hâsılı biz Mısır terbiyesiyle büyümedik.”

Ayten Hanım’ın kızı, oğlu hatta torunu hem Türk hem de Mısır vatandaşı; Mısırlı damadının da anneannesi Türk’müş. Arkadaşları, ‘Öyle olmasaydı kızını vermezdin zaten.’ diyorlarmış. Ancak, üzüldüğü bir konu var ki, çocukları iyi anlamakla beraber Türkçe konuşamıyor. 3,5 yaşındaki torunuyla bir ümit, Türkçe konuşuyor: “Yusuf, pabucu yarım, çık dışarı oynayalım.”

NASIR GELİNCE ATTAN DÜŞMÜŞE DÖNDÜK

Ayten Kutay, İngiliz Koleji mezunu. Beş dilde okuyup yazabiliyor, İngilizcesi ve Arapçası haliyle çok iyi. Üstü açık bir arabada, yanında köpeği, kâh yüzmeye kâh at binmeye gitmeler… Kendi tabiriyle ‘şımarık bir hayat’… Sonra o sayfa kapanıyor. Cemal Abdul Nasır’ın devlet başkanlığına gelmesiyle Türklerin birçoğu ülkeyi terk ediyor. Kalanlar da eskiye kıyasla tecrit edilmiş bir hayat yaşıyor. Çocukken Türk arkadaşları var mıydı, aile gezmeleri, ev oturmaları? Kutay, çocukluk arkadaşlarını hatırlıyor, eski ‘amca’ları… “Babam buraya kozmopolit yapısını sevdiği için yerleşmişti. O yıllarda epeyce bir Türk aile vardı. İş Bankası’ndan Muhittin Bey Amca’yı hatırlıyorum şimdi, Betül Mardin ve rahmetli Arif Mardin çocukluk arkadaşlarımdı. İstanbul’a gidince onlarda kalırım hâlâ. Şimdi benim kadar eski çok az insan var burada.”

Konsolosluk bir ara kapanınca, fahri konsolos gibi çalışmış Kutay. Evini soyunma odası gibi kullanan sporcular mı dersiniz, yağmurlu bir gecede kapısını tıklatıp, Türk akrabasını arayanlar mı? Şimdi, ‘yeni’ Türklerle görüşüyor. Konsoloslukta ve Evyap fabrikasında çalışanların eşleriyle, haftalık, aylık kabul günleri düzenliyorlar.

Biz oradayken, ‘İstanbul yolu göründü.’ diyordu Ayten Hanım. Bir alınacaklar listesi vardı elinde; aralık ayında doğum yapacak kızına loğusa şerbeti -Mısır şerbeti pek ağır oluyormuş, ama İstanbul’dan götürülen loğusa şerbetinin o güne kadar bozulacağından endişe ediyor- bebeği ziyarete gelen komşulara verilmek üzere mavi boncuk -Kapalıçarşı’dan alınacak, yerini biliyor artık- ağabeyi Arif Mardin’i kaybeden Betül Mardin’e başsağlığı… Türkiye’ye inince, pasaport taşımıyormuş yanında, ne öyle yabancılar gibi… Nüfus cüzdanıyla dolaşıyor, hani biri sorsa da gösterse, ‘Ben buralıyım.’ dese… Şimdi bir düşüncesi var; çocuklarına gecekondu olsa bile İstanbul’dan bir ev satın almak. Türkiye’den ayakları kesilmesin diye…

KAVALALI DEDEMİZ OLUR

İskenderiyeli Türklerden biri de Mahmut Çamaşırcı. Onun soyu eskilere, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya dayanıyor. Kavalalı, Mısır’ın babası, bizim ‘dedemiz’. Kahire’yi ziyaret etmiş bir Türk’ün en sık duyacağı isim budur. Oradaki söylenişiyle ‘Muhammed Ali Başa…’ Kahire Kalesi içindeki ülkenin tek ince minareli camii, onun adıyla anılır ve ayaküstü üç beş kelime konuştuğunuz her Mısırlı size onu hatırlatır, tanıyıp tanımadığınızı sorar. Nasıl bir cevap beklediklerini çok geçmeden öğrenirsiniz: ‘Cedduna-dedemiz…’ Mahmut Çamaşırcı’nın Mısır’a ilk gelen dedesi işte bu meşhur adamın yeğeniyle evlenmiş. Soy ağacının tepedeki yapraklarını görebilme mutluluğuna erişmiş herkes gibi Mahmut Bey de evinin duvarlarını, dedelerinin fotoğraflarıyla süslemiş. En başta Kavalalı duruyor, yanında ona damat olan ve esasen Mısır’a Osmanlı tarafından teftiş için gönderilen Hasan Paşa duruyor. İskenderiye’de kadılık yapan Ömer Hafız, 2. Hasan Çamaşırcı ve Mahmut Bey’e adını veren son kuşak dede, üçü de kadılıktan emekli. Ancak baba bir pamuk fabrikasının başına geçmeyi tercih etmiş. Bir de Osmanlı kılıcı asılı duvarda. Kılıcın üzerindeki rozete dikkatimizi çekiyor Çamaşırcı. Savaşan askerin hangi milletten olduğunu gösteren Türk bayrağı, onun gözünde soyunun nereye dayandığına ilişkin sağlam bir delil.

Evde özenle saklanan parçalardan biri de Halife Abdülmecid Efendi’nin ilk dede Hasan Paşa’ya verdiği cam bardak. Sultanın tuğrası ve ‘Padişahım çok yaşa!’ yazısıyla süslenmiş bardağın kısa; ama enteresan bir hikâyesi var. Mısır’a yerleştikten sonra, Mısır âdetlerini benimseyen Hasan Paşa, İstanbul’a, padişah Abdülmecid’i ziyarete gidince farkında olmadan bir hata işler. Sultanın eteğini öpmek yerine elini sıkmaya kalkışır ve haliyle çevredeki askerler kılıçlarını kınlarından çıkarır. Olayı önemsemeyen Abdülmecid, protokol kurallarından bîhaber bu ‘yeni’ Mısırlıyı affetmekle kalmaz, hediye olarak bir cam bardak verilmesini emreder. Mahmut Çamaşırcı’da başka hatıralar da var; bir zamanlar halterde Afrika şampiyonu olmuş bu adam, bir müsabakaya Türk haltercinin de katılacağını öğrenince duygusal davranıp yarışmadan çekiliyor. Kendisinden dinleyelim: “Benim kategorimde Raif Özel vardı; ama benden iki kilo daha zayıftı. Olur ki kazanırım diye müsabakaya girmedim. Sırf o kazansın diye.”

Evyap’ın İskenderiye’deki fabrikasında bilgisayar sistemleri müdürü olarak çalışan Çamaşırcı’nın Türkçesi epey zayıf. Babası güzel Türkçe konuşurmuş; ama anne tarafından Mısırlı olan annesi pek bilmezmiş. Osmanlıca okuyabiliyor ve konuşurken daha ziyade eski kelimeleri kullanıyor. Mesela vaktiyle kız kardeş anlamına gelen hemşire kelimesinin artık doktor yardımcısı için kullanıldığını yeni öğrenmiş. O yine de bu kelimeyi eski anlamıyla kullanmayı tercih ediyor: “İstanbul’a ilk indiğimde öyle hissettim ki herkes benim akrabam. Pasaportuma bakıp ‘Hoş geldiniz’ diyen hanım, sanki hemşirem gibiydi.” Aidiyet sorunu, Türkiye’yi iki kez görmesine rağmen, Çamaşırcı için de geçerli. İskenderiye Kütüphanesinin karşısındaki bir apartman dairesinde yaşıyor; ancak bu güzellik onu mutlu etmeye yetmiyor: “Mısır’ı çok seviyorum; ama canım burada değil. Pencereden bakıyorum, deniz, tarih, bu şehir güzel; ama benim değil. Oysa Türkiye’de her yer benim gibi. Nasıl bir şey bilmiyorum.”

İskenderiye’de, Osmanlı’nın son şeyhülislamı Mustafa Sabri’nin izini sürmeye kalkışanların neyle karşılaşacağını da şimdiden söylemeli. Bülbül sokaktaki villanın kapı zilinde oğlu İbrahim Sabri’nin ismini görürseniz hemen heyecanlanmayın. Bekçi, kapıyı açıp, burada öyle birinin yaşamadığını söyleyecek ve size villanın sahibiyle konuşmanızı tavsiye edecek. Sonuç, vaktiyle İskenderiye Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan İbrahim Sabri Hakk’ın rahmetine kavuşalı çok olmuş, iki kızından birinin Kahire’de yaşadığı biliniyor. Kahire’de 18 milyonun içinde…

İskenderiye Mısırlı Türklerin sayfiye şehri… Ancak hayat Kahire’de… Ulaşım için en uygun vasıta tren. Nil kıyısındaki bereketli tarlaları seyre dalanlar iki saatin sonunda yeniden Kahire’de. Burada iz sürmek daha zor, mazeret daha bol… Metropollere özgü sorunlardan, hayat pahalılığından, komşuluk ilişkilerinin öldüğünden, akraba ziyaretlerinin kesildiğinden, çocuk için tutulan özel hocalara para yetişmediğinden şikâyet ediliyor. Ve bütün bu keşmekeş içinde Kahireli Türklere ulaşmak güçleşiyor.

DEMİREL’E TÜRKÇE SORDU, MÜBAREK TEBRİK ETTİ

Mısır televizyonunda hem spiker hem de muhabir olarak çalışan Sevim Selahattin’le buluşma mekânımızı kararlaştırmak yaklaşık bir hafta sürüyor. Nihayet karar kıldığımız Ramses Hilton’un nargile dumanından ve gürültüden girilmeyen kafesini terk edip kendimizi ordu evinin bahçesine atıyoruz. Sevim Hanım biraz çekingen ve sanki şaşkın. Sebebi sonra anlaşılıyor, şimdiye kadar röportaj yaptığı Türk politikacılardan ya da akademisyenlerden hiçbiri ona ‘Türkçeyi nereden öğrendin?’ diye sormamışken, bir gazeteci kalkıp, hayat hikâyesini dinlemek istiyor. “Demirel cumhurbaşkanlığı döneminde Kahire’ye gelmişti. Basın toplantısında Türkçe sordum. O da Türkçe cevapladı. Hüsnü Mübarek çok memnun olmuş, bana ‘Aslın Türk mü?’ diye sordu ve Demirel’e yaptığım jest için beni tebrik etti. Sonradan hem Demirel’le hem de Abdullah Gül ile Türkçe röportaj yaptım; ama ikisi de bu dili nasıl öğrendiğimi merak etmedi. Konferans için gelen doktorlar da öyle, neredeyse ben onlara soracağım; “Yahu hiç merak etmiyor musunuz, ben kimim, bu dili nasıl konuşuyorum?” Sanki Türkçe de İngilizce kadar yaygın bir dilmiş gibi davranıyorlar.”

Sevim Hanım’ın dedesi (annesinin babası) İhsan Adlı Serter, Üsküdar mutasarrıfı imiş. Cumhuriyetin ilanıyla Mısır’a yerleşme kararı alınca, kendisinden sonra gelen neslin kaderi değişmiş. Selahaddin, tam da yeni bir rejim gelmişken ülke değiştiren dedesini töhmetten kurtarmak istiyor: “Dedem, Atatürk’e karşı değilmiş, hatta onun safındaymış, tafsilatını bilmiyorum; ama annem öyle anlatıyor.” Aslen Selanikli olan annesi Kahire’de doğup büyümesine rağmen Arapça öğrenmeyi ve Mısırlılarla dostluk kurmayı reddetmiş. Mısırlı eşiyle evliliği de uzun sürmemiş. Evde, Mısır radyosunun Türkçe yayın bölümünde ve Türk sefaretinde çalışan ve yalnızca Türklerle görüşen anne İsmet Hanım ve tek kelime Arapça konuşmayan anneanne Naciye Hanım…

Bu ortam, küçük Sevim’e düzgün denilebilecek bir Türkçe kazandırmış; ama aynı zamanda annesinin hatasını fark etmesini sağlamış: “Arapçayı okulda öğrendim, hem de çok iyi öğrendim. Okula gelen bir müfettiş, kitaptan bir parçayı sesli okumamı istedi ve sonra bana dedi ki; ‘Herhalde senin bir yakının Arapça hocası.’ İçimden, ‘Ah bilsen evde kimse Arapça bilmiyor.’ diye geçirdim; ama söylemeye utandım. Annem şimdi mânen çok yorgun ve yalnız. Eskiden tanıdığı Türklerden kimse kalmadı. Arapçayı düzgün öğrenmemenin sıkıntılarını Nasır zamanında yaşamaya başlamıştı aslında. O dönem, yabancı diller yasaklanmıştı ve annem mektup bile atamıyordu. Onu görünce kendime dedim ki, Arapçayı iyi öğrenmelisin. Burada onlarla birlikte yaşıyorsun. Dilini iyi bilmezsen garip kalırsın.” Sevim Hanım’ın iki çocuğu var; Perin ve Ahmet. 18 yaşındaki Perin, Türkçesini internet yoluyla geliştiriyor ve evde annesiyle daima Türkçe konuşuyor; ancak Ahmet, dışarıda daha fazla vakit geçirdiği için Türkçe öğrenemiyor, evde olduğu zaman da İngilizce yayın yapan kanalları izlemeyi tercih ediyor.

ABBAS HİLMİ PAŞA’NIN TORUNU

Telefonun diğer ucunda Prens Abbas Hilmi var. Mısır’da prenslik mi kaldı? Kalmadı; ama o; yani Hidiv Abbas Hilmi Paşa’nın torunu, hâlâ bu unvanı taşıyor. Sesi tereddütlü; “Ben pek interview vermem; ama… Pekâla, görüşelim.” Ertesi gün, Nil kıyısındaki borsa şirketindeyiz. Prens Abbas biraz gecikiyor ve nihayet bir özür cümlesi ve kuru bir selamla karşılıyor bizi. Röportaj vermek istemediğini bir kez daha hatırlatıyor; fakat çaylar içilirken, masanın üzerine bırakılan minik ses alıcısına göz yumuyor. Türkçeyi nasıl öğrendiğini soruyoruz. O, ne de olsa Mısır’ın son kralı Faruk ile aynı soydan geliyor ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nun titiz çalışmasında belirttiği üzere Türkçe, Kral Faruk döneminde neredeyse tedavülden kalkıyor. Kimileri, küçük yaşlarda İngilizce, Fransızca ve İtalyanca öğrendiği halde Türkçe öğrenmeyen kralı ‘kendi’ diline ilgisiz kalmakla suçluyor, kimileri de asıl hatayı babası Kral Fuad’da arıyor.

Bu tartışmalar gösteriyor ki, Prens Abbas yalnızca baba tarafına güvenseydi bugün Türkçe konuşamıyor olacaktı. Fakat Türkçe onun için tam anlamıyla ‘ana’ dili. Ana kim? İstanbul’da yaşayan son Osmanlılardan biri; Padişah Abdülmecid Efendi’nin torunu Neslişah Sultan. “Sık sık İstanbul’a giderim.” diyor Abbas Hilmi, “Annemden başka, kardeşim ve akrabalarım da orada. Kendi aramızda Türkçe konuşuruz; fakat çocuklarım İngiltere’de büyüdükleri için maatteessüf, anlıyorlar ama konuşamıyorlar.” Hem Mısır hem de Türkiye vatandaşı olan Prens Abbas da Türk asıllı bir Mısırlıyla evli. İki toplum arasındaki iç içe geçmişliği iki cümleyle özetliyor: “Tarihteki ilk Müslüman Türk devleti Tolunoğulları Mısır’da kuruldu. Burada sadece Osmanlı soyundan değil, Memluklulardan kalan Asyalı Türklerin torunları da yaşıyor.”

İnci Osmanoğlu, soyadıyla müsemma. Ufak bir değişiklikle yalnız, bir Osmanlı kızı… Sultan 2. Abdülhamid’in dördüncü kuşak torunu… Abdülhamid’in kızı Naime Sultan, Gazi Osman Paşa’nın oğluyla evlenince, İnci Hanım’ın babaannesi Adile Osman dünyaya gelmiş. Bir buçuk yıl önce vefat eden baba Kubilay Osmanoğlu, son günlerine kadar, Türkiye’den gelen gazetecileri ve belgeselcileri kabul etmiş. “Babam normal bir hayat yaşadı.” diyor İnci Hanım. Arabasını kendisi kullanan, marketten alışverişini yapıp, kahvede çayını yudumlayan bir padişah torunu. Asıl zorluğu saraydan çıkıp Fransa’ya gitmek zorunda kalan ve ardından Kahire’ye yerleşen babaanne yaşamış. Kahire’de Mısır kralından yakınlık gören ve iki yıl sarayda yaşayan Adile Osman, bir Mısırlı ile evlenip normal bir apartman dairesine yerleşince epey bocalamış. O günlere ilişkin anlatılan hatıra, bugün herkesi gülümsetiyor. Ömrü saraylarda geçen ve hiç ev işi yapmayan babaanne, evdeki ilk yemekten sonra, kirli tabakları ne yapacağını bilemeyerek şöyle diyor: “Atınız tabakları, bundan sonra ne işe yarayacaklar?” Sonra kararından vazgeçtiği ve parfüm sıkılmış bir pamukla tabakları sildiği söyleniyor.

“Siz asıl, Paris’teki halamı görün.” diyor İnci Hanım, “Oturması, konuşması, hayatıyla tam bir hanım sultandır. Ablam da öyledir, sultan havasında yaşar. Ben, babam gibi yaptım, sokağa indim. On yıldır çalışıyorum. Değişik insanlarla buluşuyorum, bir Mısırlı gibi yaşıyorum.” İnci Osmanoğlu, Kahire’nin en büyük seyahat şirketi Emeco’da, kendi deyimiyle ‘büyük müdür’ olarak çalışıyor. Kimi zaman gece yarısına kadar ofiste kaldığı oluyor ve ona göre bu, modern hayatın getirdiği bir zorunluluk. Babasının vefatından sonra İstanbul’daki aile buluşmalarına ara vermesi de, aile tarihiyle ilgili belgeleri bir kitapta toplayamaması da vakitsizlikten. “Bir buçuk senedir babamın dolaplarını açamadım. Çok sayıda kaset, belge ve fotoğraf var. Geriye bir hatıra bırakmak istiyorum; ama çalışırken bu çok zor. İyi bir aileye sahip olduğumuz için fahur oluyoruz; ama bu yemek yedirmez ki bize.”

İnci Hanım, büyük dedesinin prestijinden çocukken de istifade etmiş. İlkokul sıralarında, ‘Abdülhamid’in torunu’ diye parmakla gösterilirmiş. Arkadaşları, ‘Sen padişah torunusun, seninle oynayamayız.’ diye takılırlarmış; ancak o yıllarda, ders kitaplarına giren Osmanlı düşmanlığından da nasibini almış: “Tarih kitapları Filistin siyasetinden dolayı Abdülhamid’i methediyordu; ama ders kitaplarımızda öyle değildi. Hakikati bilmiyorlardı ya da söylemiyorlardı. Onun torunu olduğumu duyanlar, ‘Deden herkesi öldürüyordu.’ diyorlardı; ama hakikaten hiç öyle değildi. Çok iyi bir adamdı.”

DEDEMİN SARAYINA PARAYLA GİRİYORUM

İnci Osmanoğlu, dedelerinden miras, kemerli burnu da gururla taşıyor. İşin açığı, her ne kadar ‘sokağa indim’ dese de tavırlarında Osmanlı sultanlarına has bir incelik var. Babannesinin ve Abdülhamid’in kızı olan büyük ninesinin fotoğraflarına bakarken iç geçiriyormuş: “Şimdi sarayda olsaydık nasıl olurdu diye hayal kurarım. Ben de bir hanım sultan olsam. Ne rahat ne rahat…” Oysa şimdi, fotoğraflara baka baka, babasından dinleye dinleye ezberlediği mekânları ‘bir ecnebi turist’ gibi parayla ziyaret edebiliyor. Kubilay Bey de annesinin Yıldız Sarayı’nda sergilenen elbisesini görmek için para ödemiş. Ne hazin! Tıpkı, İnci Osmanoğlu ve ablası Şehnaz’ın Türkiye pasaportlarına yeni kavuşması gibi…

Çok arzu etmesine rağmen, Türkiye’yi hiç göremeden vefat eden bir babaannenin torunu oldukları düşünülürse gelinen noktanın hiç fena olmadığı söylenebilir. Ancak, İnci Hanım Türk vatandaşlığına kabul edilmelerinin bu kadar zaman almasına yine de anlam veremiyor: “Babam öldükten bir ay sonra Türk gazeteciler röportaj için geldiler, ‘Bir arzunuz var mı?’ diye sordular. Ben de dedim ki, ‘Babam epeyce Türk idi, ben de İnşallah Türk kalabilirim, vatandaş olabilirim.’ Altı ay sonra kabul edildim. Ablam on yıldır bekliyordu, o da artık Türk vatandaşı.” İnci Osmanoğlu, babasının, aile tarihi hakkında sınavdan geçirdiği ve olumlu not verdiği Mısırlı bir doktorla evli. Kızı Ferah 13 yaşında. Evde İngilizce ve Arapça konuşuluyor. Türkçe yalnızca anne-kız arasında… Türkiye Büyükelçiliği’nde çalışan kardeşi Ahmet Orhan ise neredeyse Türkçe bilmiyor. İnci Hanım en çok da yeğeni küçük Kubilay için endişeleniyor: “Rahmetli babam çok güzel konuşurdu, annem Ankaralı zaten. Ancak Ahmet’in oğlunun Türkçe öğrenememe ihtimali üzücü. Böyle olmamalı. O bir Osmanoğlu.” İnci Hanım’ın annesi, Mısır’a, paşa dedelerinden kalma mirasın akıbetini araştırmaya gelmiş ve Kubilay Bey’le tanışınca dönememiş. “Annemle Kahire’ye geldiğimde 18 yaşındaydım.” diyor Gönül Hanım ve gülerek devam ediyor; “Annem avukattı, vakıflarımızın peşine düşmüştü. Onlardan bir netice alamadık; ama ben vakıf olup burada kaldım.”

MEHMET ALİ PAŞA MÜZESİ KURMAK İSTİYORUM

Mısırlı yayıncı Macit Farak, Mehmet Ali Paşa dönemi üzerine uzmanlaşmış bir tarihçi. Ancak ona sadece uzman demek az olur. Oğlunun ismini Muhammed Ali koyacak kadar tutkun Kavalalı’ya. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır yönetimine gelişinin 200. yılının törenlerle kutlanmasını isteyince ortalık karışmış. Paşa’nın torunlarından Yasmin Hanım ve bir grup gazeteciyle Kahire Kalesi içindeki mezara çiçek koyma teşebbüsleri de polis tarafından engellenmiş. Fakat geçen sene İskenderiye Kütüphanesi’nde bir Mehmet Ali Paşa paneli düzenlendiğine bakılırsa, yazdığı makaleler ve basın desteği işe yaramış görünüyor.

Uzunca bir dönem çıkardığı Osmanlı dergisini yorulduğu için bırakan Farak’ın şimdiki hedefi Mehmet Ali dönemine ait belgelerin, fotoğrafların ve objelerin sergileneceği bir müze kurmak. İstanbul’da Ekmeleddin İhsanoğlu ile görüşen ve padişahın o dönemde Mısır’da çektirdiği fotoğrafları isteyen tarihçi, fotoğrafların birer kopyasını bile alamadan dönünce epey üzülmüş. Kavalalı dönemi için ‘Mısır tarihinin kayıp halkası’ diyen Farak, belgelerin kasıtlı olarak yok edildiğine inanıyor: “1952’den sonra gelen hükümetler o dönemi kötülediler. İyi noktaları kapattılar. En büyük emelim Mısırlıların tarihiyle barışması. Ninemin annesi sadece Türkçe bilirdi. Bununla da övünürüz; ancak elli sene boyunca iki ülke arasındaki alâka tamamen kesildi. Birbirini tanıyan nesil öldü. Büyük ninemin akrabaları şimdi nerede ne iş yapar hiç bilmiyoruz.”

* * *

İskenderiye’deki evyap fabrikası’nda bilgisayar mühendisi olarak çalışan Mahmut Çamaşırcı’nın soyu Kavalalı’ya dayanıyor. Çamaşırcı, “Kendimi Türkiye’ye ait hissediyorum.” diyor.

* * *

Borsa şirketi yöneticisi prens Abbas Hilmi, dedesi Hidiv Abbas ile aynı adı taşıyor. Fotoğraf çektirmek istemeyen prensin annesi de Abdülmecid’in torunu neslişah sultan.

Haber: Ülkü Özel Akagündüz
Kaynak:

Günün Önemli Haberleri