Mir Dengir Fırat'tan Erdoğan bombaları!
Abone olAK Parti'nin kurucularından olan ancak partisinden istifa eden Dengir Mir Mehmet Fırat, Köşk seçimleri, 17 Aralık ve çözüm süreci için çarpıcı açıklamalarda bulundu...
AK Parti’nin kurucuları arasında yer alan, 2008
yılına kadar partinin MYK üyeliği, parti sözcülüğü ve genel başkan
vekilliği görevlerinde bulunan Dengir Mir Mehmet
Fırat, aynı yıl bu görevlerinden ayrılmayı tercih etti.
Önceki hafta ise parti üyeliğinden de istifa eden Fırat,
“Erdoğan’ın Kürt sorununu çözemeyeceğini gördüm”
diyor.
Bugün sinden Fatih Vural'a konuşan AK Parti kurucularından Dengir Mir Mehmet Fırat önemli açıklamalarda bulundu:
KIRILMA NOKTASI:
2008
*Neden böyle bir süreçte AK Parti’den istifa etme gereği
duydunuz?
2008’in herhalde Kasım ayıydı. Merkez Yönetim Kurulu’ndaki genel
başkanlıktan, Siyasi ve Hukuk İşler Başkanlığı’ndan, parti
sözcülüğünden ve MKYK üyeliğinden istifa ettim. Partide bulunduğum
süreçte, karar mekanizmalarında konuşulanların dışarıda
konuşulmasını etik bulmuyorum. Parti üyeliği de parti kurallarına
uyma mecburiyeti getirir. Şimdi ise insanların kendilerine
sakladıklarını, halkla paylaşmaları gerektiği kanısına vardım. Bu
nedenle partiden ayrıldım.
Anayasalar bir yerde toplumsal kontrattır. Siyasi partilerde bu
kontrat, tüzük ve programlardır. Anayasayı ihlal etmek, Türk Ceza
Kanunu’nda nasıl suç ise siyasi parti olarak da kendi tüzüğünüzü ve
programınızı ihlal ettiğiniz zaman, üyelerinizle yaptığınız
mutabakat da ortadan kalkmış olur.
*Bu ihlal ne zaman başladı?
Sanırım 2008 sonrasında başladı.
*Örnekleri sıralarsak?
İlk yıllarda Sayın Başbakan, “Bürokratik devletten, demokratik
devlete geçeceğiz” demiştir. Bu süreci aşabilmenin kolay bir
yöntemi yoktu. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde
birçok tehdit aldı. Yeni bir anayasa çalışması yapıldığında, AB’ye
tam üyelik için imzalara atıldığında, bunlardan vazgeçilmesi için
bunlardan vazgeçmesi talepleri iletildi. Bu olmadığı takdirde,
partinin kapatılacağı söylendi bize.
EMNiYETiN iSTiHBARATINI BiZ
GÜÇLENDiRDiK
*Askerler tarafından mı?
Askerlerdi; ama bugünkü bir bakanımız tarafından bize iletilmişti.
Bunu Başbakan’a götürdüm. “Böyle saçmalık mı olur? Bizi niye
kapatsınlar?” dedi. Aynı kararlılıkla devam ettik; ama çok kısa
süre sonra kapatma davası geldi. Kuyruğu zor kurtardık! Bir
mücadele gerekiyordu ve bunu hukuk içinde yapabilmek pek mümkün
değildi. Çünkü karşınızdaki, hukuki bir yapılanma değildi. Bir
altyapı hazırlanmaya başladı.
*Nasıl bir altyapı?
Polis istihbarat biriminin güçlendirilmesi… MİT o gün askerin
denetimi altındaydı. Sivil iktidarla hiçbir ilişkisi yoktu. Emniyet
içinde bir istihbarat örgütünün hem hukuken, hem personel olarak
güçlendirilmesi hedeflendi. O mekanizmanın aynı ideolojiyi, aynı
inancı paylaşan insanlardan oluşmasının doğru olmadığı
kanısındaydım. Sayın Başbakan’a, bunun yarın komplikasyonlar
yaratacağını söylediğimde, “Kıblemizin aynı olduğu insanlardan bize
zarar gelmez” demişti. O gün destek verilen kişilerle, bugün
düşmanlık seviyesinde, hukuk dışı bir mücadele içine giriliyor. Bu
insanları atayan, Başbakan’ın ifade ettiği gibi, Pennsylvania
değil! Üçlü kararnameyle yapılan o atamalarda İçişleri Bakanı,
Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın imzaları var.
Artı, Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, bilinçli olarak,
hukukun dışında teknik takip, ortam dinlemesi gibi imkânlar
verilmiştir. Buna da karşı çıktım. Topluma ve bize zarar vereceğini
söyledim. Ama dinletemedim. Türkiye öyle bir hal aldı ki, sokaktaki
ayakkabı boyacısı bile devletin kendisini dinlediği korkusuna
kapıldı. Büyük Birader’in (Big Brother) sizi dinlediği korkusu var
ise o korku yeter!
HATIRATLAR YETER DiNLEMEYE GEREK
YOK!
*Büyük Birader’den kastınız, Hizmet Hareketi
mi?
İkisi de masum değil aslında. Cemaat’e mensup polisler, Emniyet’in
önemli birimlerinde bir hâkimiyet sağladılar, bu doğru. Ama oraya
yerleştiren, üçlü kararname; Pennsylvania değil. Kanunlar da
Pennsylvania’da değil, Meclis’te çıkarılır. Çünkü orada hukukun
ihlal edilerek, denetlenemeyecek yetkilerin verilmesi, Meclis’ten
geçti. Belki ben de oy vermişimdir, bilmiyorum! Ama o zaman bunun
yanlış olduğunu ifade ettim.
*Buna itiraz ettiğiniz süreçte, Ergenekon davası başlamış
mıydı?
Hayır, daha başlamamıştı. Ben, Ergenekon sanıklarının masum
olmadıkları kanısındayım.
*İtiraz ettiğiniz bu dinlemelerin, Ergenekon Terör
Örgütü’nün önemli ölçüde çökertilmesinde ciddi payı
var…
Kesinlikle! Ama dosyalar öyle hale getirildi ki, suçundan şüphe
edilmeyen bazı insanlar dahi masum olduklarını ifade ediyorlar ve
toplum buna inanmaya başladı. Çünkü torbanın içine suçluyla, suçsuz
olanlar da kondu. Öylesine karıştırıldı ki, beş-altı ayda gerekçeli
karar yazılamayacak noktaya gelindi. Bir yüzbaşının, askeri
hiyerarşide, bir generalin talimatına aykırı olarak, bir toplantıya
katılmaması mümkün mü? Kaldı ki bunları fazla dinlemeye falan da
lüzum yok! Bu komutanlar o kadar büyük özgüven içinde ki, emekliye
ayrıldıktan sonra hatıratlarını yazmışlardır. Başka bir delil
aramaya lüzum yoktur. Başka dinlemeye falan gerek yoktur!
*Her asker, Özden Örnek gibi hatırat yazmıyor…
E çoğu yazmıştır. Asıl suçlular da bana göre onlardır. Mühim olan,
ceza vermek değildir. Ceza Hukuku’nun gayesi de şudur: Eğer bir suç
işlerseniz, ne zaman olursa olsun, devletin neresinde bulunursanız
bulunun, hesabı sizden sorulur. Mühim olan bu algıyı
yaratabilmektir. Yargılamayı genişlettiğiniz takdirde, sonunu
bulamazsınız. Ha, Ergenekon Davası, bütün çıplaklığıyla ortaya
konmuş mudur, hayır! Böylesine devasa bir organizasyon, sadece
askerden ibaret olamaz. Bunun medya, finans, istihbarat ayağı
vardır.
BiR PARALEL ÖRGÜT VARSA, O DA
ERGENEKON
*Dinlemeler ve teknik takip olmadan bu ayakları nasıl
ortaya çıkaracaksınız?
Teknik takip tamam; ama teknik takip yaparken… Ben müfettiş
raporlarını da okudum. Sahte isimle bir dinleme yapıyorsanız, o
davayla da hiçbir ilgisi yoksa orada iyi niyet aranmaz. Burada
yasanın suistimalinden bahsedilir. Dinleme hiç şüphesiz gerekir.
Özellikle suç örgütlerinin ortaya çıkarılması için devlet
memurlarına bu yetkiler verilmiştir. Devletin buradaki noksanı,
denetleme görevinin yerine getirilmemesidir. Devlet, bütün
örgütlerini denetlemek zorundadır. Bir genel başkanın özel hayatını
deşifre ederseniz, bu gayriahlakidir.
*17 Aralık’a da böyle mi bakıyorsunuz?
Hayır, başka türlü bakıyorum. Polisin de çok iyi niyetli olduğunu
zannetmiyorum, ama polis bir yolsuzluğun üzerine gitmiştir. Bu
yolsuzluğu, belgeleriyle ortaya dökmüştür. Operasyon, 17 Aralık’la
kalsaydı, belki çok fazla ses çıkmayacaktı. Ama haddini aşacak
şekilde, Başbakan’ın kendisine ve çocuklarına yönelmiştir. Bana
göre 25 Aralık Operasyonu’yla bir savaş başlamıştır. Sayın
Başbakan’ın, ‘paralel yapı’ diyerek, meydanlarda dolaşması doğru
mudur? Ben doğru bulmuyorum. Türkiye’de paralel bir örgüt varsa, o
da Ergenekon’du. Dün, düşmanı olarak savcılığına soyunduğunuz bir
işin bugün avukatlığını yapmanızın izahını bulamıyorum!
HUKUKTA BÖYLE BiR YARGILAMA
OLAMAZ
*Savaşın 25 Aralık’ta başladığını söylediniz; ancak
Cemaat’e, 13 Aralık’ta, 17 Aralık’tan 4 gün önce ‘terör örgütü’
soruşturması başlatıldığı ortaya çıktı…
Hocaefendi’ye, ‘terör örgütü lideri’ derseniz, ben ancak gülerim!
Cemaat üyesi değilim. Hiçbir cemaate de çok fazla bir sempatim
olmadı. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve milletvekili olarak iki
defa kendisini ziyaret ettim. Dünyanın birçok yerindeki okulları
gezdim. ODTÜ mezunu gençlerin 200 dolar maaşla çalıştığını gördüm.
Böyle bir genç kitle yaratmak, büyük bir olaydır. Dışişleri’nin bu
okullara müdahale etme çabasını kınıyorum. İyiye müdahale etmemek
lazım. Ama kötü bir şey var ise “Benim günahım ne kadardır?” diye
düşünmek lazım. Benim üzüldüğüm nokta, Cemaat’e mensup denilen o
ekibin, özellikle darbe taraftarı olan kişilere karşı maşa olarak
kullanılmasıdır. Onların suçu var ise -ki bazı noktalarda olduğu
kanısındayım, hukukun içinde kalınarak, delillendirilerek hesabı
sorulur. Zulmederek değil!
Emniyet mensuplarına yapılan uygulama, baştan sona yanlış. Sorgu
hâkimi karşısına çıkarılıyorsunuz; tutuklama yetkisi var,
tutukluyor; itiraz ediyorsunuz, yine aynı yere gidiyor. Hukukta
böyle bir şey olmaz! Daha üst bir mahkemeye gitmesi lazım. Bir
yandan oraya giden milletvekillerini etki etmekle suçluyorsunuz,
bir yandan da “Ey hâkim, ey savcı neredesin?” diyorsunuz. Senin
görevin Başbakanlık! Siyaset böyle yürümez. Bu ülke bir yerde
duvara toslayacak.
Kürtler’e yaklaşımından dolayı istifa ettim
*2011’de Neşe Düzel’e verdiğiniz röportajda, “Her şeyi en doğru ben
biliyorum, her şey benim söylediğim yönde halledilir gibi bir
düşünceye saplanabilir. Dolayısıyla ustalık dönemi, Sayın Başbakan
için aynı zamanda kritik bir dönemdir” dediniz. Bunu nasıl
öngördünüz?
Bulunduğunuz mevki, bir insanın iki dudağı arasındaysa, o makamı
bırakmak çok kolay değildir. İnsanlar, koltuklarından aldığı gücü,
kişiliklerinden almadığı için karşısındakine bin defa, “Siz
haklısınız” dediğinde, o da “Benim yanılma payım yok” der. Bir
çatlak ses çıkarsa, “Ha, bak bunun niyeti kötü” der, onu tasfiye
eder.
*Size de böyle mi yapıldı?
Ben kendim ayrıldım. Bir MYK toplantısında tek bir gündemi
konuşmamız gerektiğini söyledim. Önümüzde 2009 Yerel Seçimleri
vardı. 2007 Seçimlerindeki başarımızın, bazı tedbirler almazsak,
2009 Seçimlerinde gerçekleşmeyeceğini söyledim. Bunlardan birisi de
Kürt problemiydi. Özel talepleri karşılamadığımız ya da gıdım gıdım
verdiğimiz takdirde, buna PKK’nın sahip çıkacağını söyledim.
*Ne tür taleplerdi onlar?
Kürtçe üstündeki yasağın kaldırılması, Kürtçenin geliştirilmesi
için üniversitelerde enstitüler kurması, devletin bir
radyo-TV yayını yapması, azınlık dillerindeki yayınlara devletin
reklam desteği yapması, seçmeli ders olarak Kürtçe’nin okutulması,
halk eğitim merkezlerinde azınlık dilleri eğitimi verilmesi…
*Başbakan nasıl bir karşılık verdi?
Birincisi, “Kürtler’in bir devleti mi var ki, dili olsun?” dedi.
İkincisi, “Ben bütün Anadolu’yu gezdim. Kimsenin benden, Kürtçeyle
ilgili bir talebi olmadı. Bunu nereden çıkarıyorsunuz?” dedi. Cevap
vermek zorunda kaldım. “Dünyada şu anda 150’ye yakın devlet var.
Ama 3 bine yakın dil var. Demek ki ikisi ayrı. İkincisi, Kürtler’in
devleti de var” dedim. “O, nerede?” diye sordu. “Türkiye
Cumhuriyeti. Siz de onların başbakanısınız. Kürtler’in de oylarını
alıyorsunuz” dedim. En sonunda da “Demokrasilerde, özgürlükler,
birey sayısına göre verilemez. Bir kişinin dahi özgürlük hakkı
varsa, verilir. Kimse talep etmediyse, ben talep ediyorum. Bana ve
çocuklarıma Kürtçe öğrenme imkânı sağlayınız” dedim.
*Tepkisi ne oldu?
Odasına geçti, arkasından ben de odasına geçtim. “Müsaade
ederseniz, ben Meclis’e gideceğim” dedim. O, benim ziyaret için
izin istediğimi zannetti. “Yanlış anladınız, benim asıl görevim
milletvekilliği. Buraya ise siz seçtiniz ve bu görevi
yürütemeyeceğim” dedim. “Kal” ısrarına rağmen, istifamı yazıp, aynı
gün ayrıldım oradan.
*Size verdiği cevaplardan hareketle, Erdoğan’ın, Kürt
sorununu çözemeyeceğini mi düşündünüz?
Onu da düşündüm tabii; ama yalnızca o değil! Kürt sorunu aslında
bir demokrasi, eşitlik sorunu. Şırnak’taki Haso, Edirne’deki Memiş
Ağa’nın haklarını kullanmak istiyor. Bir yanda vatandaş statüsü,
diğer yanda tebaa statüsü varsa, oraya demokratik ülke demek mümkün
değil. Türkiye, pistte hızını almış, kalmaya hazırlanan bir uçağa
benziyor; ama ağır yüklerinden kurtulmadığı sürece havalanamaz.
Yoksa ne Ortadoğu’da, ne Avrupa’da, ne de ABD’de bir itibarı
olur.
ORTADOĞU’DA AKAN KANDA PAYIMIZ
BÜYÜK
*Şu anki resim?
Felaket! İslam ülkelerinin liderliğine soyunduk. Fark edemedik ki,
İslam dünyası, Şii ve Sünni diye ikiye ayrılmış. Şiiliğin
liderliğini İran, Sünniliğin liderliğini Osmanlı yapmış. Yine
farkına varamadık ki, aynı ırktan, aynı dili konuşan, aynı
milletten insanların 20 küsur devleti var. Bunların müşterek tek
günleri vardır: Cemal Paşa’nın Lübnan’da,150’ye yakın Arap
entelektüelini -bunlar içinde milletvekili de vardır- astırmasıdır.
O gün, bu 20 devlet için milli yastır.
*Osmanlı rüyası mı bozdu, Türkiye’nin Araplarla olan
ilişkisini?
Tabii ki! Dışişleri Bakanımızın, ‘Stratejik Derinlik’ adında çok
güzel bir kitabı var. Yatmadan okursanız, güzel rüyalar görürsünüz!
Yeni bir Osmanlıcıkla, Türkiye’nin nasıl hâkim olacağını anlatır.
Ama hocanın teorileri, araziye uymadı. Ortadoğu’da akan kanda,
sınırların değişme ihtimalinde bizim payımız çoktur! Siyasi
hudutlar değişecek. Türkiye de buna hazır olmalıdır.
*Türkiye’nin sınırları da değişecek mi?
O kanıda değilim. Ama yanlış siyaset uyguladığınız takdirde, ne
olacağını kestiremezsiniz.
PKK’YA AF ÇIKACAK
*Bir hukukçu gözüyle, Erdoğan’ın, 17 Aralık’a karşı,
Cumhurbaşkanlık zırhını kuşanmak istediği iddialarını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Tersine, zırhı kalkıyor. Şu anda Sayın Başbakan, Anayasanın hem
milletvekilliği dokunulmazlığından, hem de Bakanlar Kurulu’nun özel
yargılama yönteminden istifade ediyor. Cumhurbaşkanlığı’nın
yargılanamaması ve sorumsuzluğu, Cumhurbaşkanlığı döneminde yaptığı
işlemlerden dolayıdır. Yani geçmişe doğru olan zırh, dokunulmazlık
kalkıyor. Başbakan’ın ve bakanların yargılanma yöntemi, ancak
Soruşturma Komisyonu’nun, Meclis’in alacağı karara bağlıdır.
Enteresan olan, o dokunulmazlıkta zaman aşımı yok. 30 sene sonra da
olsa, Meclis yargılama kararı alabilir. Dört bakan da, Meclis
kararıyla her zaman yargılanabilir. Bana göre, Cumhurbaşkanlığı
seçiminden sonra bir genel af gelecektir. Bu genel affın gerekçesi
de Ergenekon Davası olacaktır; ama asıl istifade olacak olan da
birileridir!
*PKK ve Abdullah
Öcalan?
Onlar da genel aftan istifade edecektir. Ona bakarsanız, Öcalan’ın
hiçbir suçu yok! Yemin ediyor: “Elime silah almadım”
*Verdiği talimatlar?
O talimatları verip vermediğini de ispat etmek mümkün değil ki!
KÜRTLER'E UYGULANAN
SOYKIRIMDIR!
*Devrim Sevimay’a, 2009’da verdiğinizde röportajda, “PKK
bir terör örgütüdür. Bunda hiçbir şüphem yok”
demiştiniz…
Bundan hiçbir şüphem yok! PKK bir terör örgütüdür! Ama terörü,
siyasi bir enstrüman olarak kullanmıştır. Ha şimdi yapılan
müzakerelerle çatışma dönemi durmuştur.
*Gerçekten durdu mu? Geçtiğimiz hafta içinde 3 asker şehit
oldu…
Bilemiyorum. Birisi diyor ki PKK, birisi diyor ki PYD! Bu nevi
kazalar olur. Mühim olan, uzun süredir çatışma olmamasıdır.
*Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceğine inanmayışınıza atfen
soruyorum; silahların susması, çözüm için yeterli mi?
Kürt sorunu ve PKK sorunu, iki farklı sorundur. PKK sorununu, bir
mutabakat sağlayıp bitirmek lazım. Ama Kürt sorunu dediğimizde, 77
milyon insanın vebali var. Çünkü bu insanların yüzde 20’sini yok
farz ediyoruz. Bu bir genocide’dir, soykırımdır, bir dilin yok
edilişidir! Siz ne kadar insana dilini unutturmuşsanız, o kadar
insanı öldürmüşsünüzdür! Bunun en güzel misali benim… Kürtçeyi,
üniversite ikinci sınıfa giderken, Dikimevi Meydanı’nda gördüğüm,
“Kürdüm diyenin yüzüne tükürün-Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel”
pankartından sonra öğrendim!
YANIMIZDA OLAN HERKES
GİTTİ
*AK Parti milletvekili olduğunuz süreçte havuzdan haberdar
mıydınız?
Haberdar olsaydım, o anda bırakır, giderdim. 12 yılda, parti olarak
belirlediğimiz hedeflerin yarısına dahi varmamışsak, “Başarılı
olduk” diyemeyiz.
*AK Parti başarısız mı sizce?
Biz, yolsuzlukla, yasaklarla, yoksullukla mücadele sözü verdik. Her
yerde bu ‘3Y’ formülünü kullandık. 2011’den sonra bayağı şiddetli
bir bozulma yaşandı. Kişisel çıkarlar ağır bastı. Düne kadar bize
hakaret edenler, belli makamlara getirildi. İlk geldiğimizde
yanımızda olan hiç kimse ise şu anda yanımızda değil! Hasan Cemal,
Cengiz Çandar, Altan Kardeşler, Nuray Mert… Bu insanlar büyük
mücadele verdiler. Biz tehdit edildiğimizde korktuk; ama bu
insanlar, “Buyurun, sizi aşağıda bekliyoruz” manşeti atabildiler.
Biz onlara kötü davrandık. Haklarını nasıl ödeyeceğiz,
bilmiyorum.
1. TURDA SEÇİLMESİ FELAKET
OLUR
*Cumhurbaşkanlığı seçiminde oyunuz neden Tayyip Erdoğan’a
değil de, Selahattin Demirtaş’a?
Birinci turda Tayyip Bey’e vermeyeceğim. Birinci turda seçilmezse,
belki toparlanmak için bir düşünme payı olabilir, o süreç.
*Birinci turda seçilemezse, öfkesinin daha da kabarma
ihtimali de var?
Ömer Hayyam’ın bir rubaisi vardır: “Celladına âşık olmuşsa bir
millet-İster ezan, ister çan dinlet-İtiraz etmiyorsa sürü gibi
illet-Müstehaktır her türlü zillet…” Birinci turda, yüzde 50’nin
üstünde bir oyla seçildiği takdirde, otoriterleşme daha da
artacaktır. O zaman bir felaket olur, Türkiye için.