Milli içki Rakı bir kandırmaca mı?
Abone olSon günlerde sahtesi çıkınca meydana, yüzüne bakılmaz oldu. Korku ile karışık boynu bükük kalınca, abalıya misali vuruldu. Son darbe ise milliliğini kaybetmek oldu.
Can alan sahte rakı olayı nedeniyle çıkan haber ve yorumlarda
rakının milli içkimiz olduğu yazılıp çiziliyor. Oysa bizim milli
içkimiz şaraptır. İşte böyle diyor tarihçi ve usta yazar Murat
Bardakçı. Sonrada gerekçelerini tarihin imbiğinden geçirip bir bir
döküyor karşımıza. Bakın bakalım yıllardır milli diye dört elle
sarıldığımız kadir şinas dostumuz rakının seceresi neymiş? İşte
Bardakçı'nın "Rakı nereden ‘milli içkimiz’ oluyor? Atalarımız
sadece şarap içerlerdi" başlıklı yazısı.. Can alan sahte rakı olayı
nedeniyle çıkan haber ve yorumlarda rakının milli içkimiz olduğu
yazılıp çiziliyor. Oysa bizim milli içkimiz şaraptır. Sahte rakıdan
can verenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. ‘Milli içkimiz’ olduğu
söylenen rakının böyle tatsız bir şekilde de olsa gündemin ilk
sıralarına yerleştiğini görünce, rakı konusunda yanlış bildiğimiz
bazı hususları yazayım dedim: Rakı milli içkimiz değildir,
kökeninin Arap mı yoksa Yunan mı olduğu hálá tartışmalıdır. Rakı
ile ilk tanışmamız 18. yüzyılda başlar, yaygınlaşması 19. yüzyılın
ortalarındadır, ilk rakı fabrikamız 1920’de kurulmuştur ve Türkiye,
1900’lerin ilk yıllarına kadar Avrupa’ya da ihracat yapan bir şarap
ülkesidir. Bir içkiye mutlaka ‘milli’ unvanı vermemiz gerekiyorsa,
bizde bu unvana şaraptan başka láyık içki yoktur ve dolayısıyla
başta Ertuğrul Özkök olmak üzere bütün şarap meraklıları son derece
‘milliyetçi’ bir alışkanlık içerisindedirler. SAHTE rakı can almaya
devam ediyor. Bu yazıyı yazdığım sırada, sadece İstanbul’daki sahte
rakı kurbanlarının sayısı 21’e yükselmişti. ‘Milli içkimiz’ bilip
‘arslan sütü’ dediğimiz rakı böyle tatsız bir şekilde de olsa
gündemimizin ilk sıralarına yerleşince, onunla ilgili olarak
yaptığımız ve neredeyse bir asırdan buyana tekrarladığımız bazı
yanlışlardan bahsedeyim dedim. Şimdi, akşamcıları
hiddetlendireceğimi bile bile açıkça söyleyeyim: Rakı, ‘milli
içkimiz’ falan değildir, aslında bize gayet yabancıdır, ithal
malıdır ve günlük hayatımıza oldukça geç devirlerde girmiştir!
Kökeni hálá tartışmalıdır, yeme-içme tarihçileri büyük ihtimalle
Arabistan’da yahut Balkanlar’da doğduğuna inanmakla beraber, rakıya
henüz bir anavatan bulamamışlardır ama Türk icadı olmadığı
konusunda hemfikirdirler. Zaten ‘rakı’ kelimesi de şimdilerde iddia
edildiği gibi Türkçe değil, Arapça’dır ve ‘arak’ sözünden bozmadır.
‘Arak’, Arapça’da ‘ter’ demektir ve imbikten geçirilerek yapılan
bütün içkilerin ortak adıdır. İçkinin temel malzemesinin
damıtılması sırasında imbikte beliren ve şişelere doldurulan
damlalar ‘ter’i andırdıkları için, damıtılarak yapılan alkollü
içkilere ‘arak’ denmiş ve kelime, Türkçe’de daha sonraları ‘rakı’
hálini almıştır. ‘Arslan sütü’ ifadesi de bize ait değildir,
Araplar’ın ‘arak’tan bahsederken kullandıkları ‘halibu’l-esed’
deyiminin Türkçe’ye birebir tercümesinden ibarettir. 18. YÜZYILDA
TANIŞTIK Aslında bizim olmayan bu içki ile ilk tanışmamız geç
devirlerde, 18. yüzyılda başlar ve rakı merakımız ancak 19.
yüzyılın ortalarında yaygınlaşır. Rakı ilk zamanlarda
gayrımüslimler, özellikle de İstanbul’daki Ermeniler tarafından
imal edilecek, Türkiye’nin ilk rakı fabrikası ise çok daha
sonraları, 1920’de, Aydın’da kurulacaktır. Ama o devirlerde rakının
sahtesi sözkonusu değildir, zira tekel várolmadığı ve rakı
üretiminde serbest rekabet kuralları hákim bulunduğu için
imalátçılar için önemli olan ucuzluk ama kalitedir. Ve, birkaç
küçük bir hatırlatma daha: Herhangi bir ádetin ‘milli’ özelliği
taşıyabilmesi için çok eski zamanlardan itibaren kullanılması
gerekir ve bugün rakı bahsinde olduğu gibi, ‘milli’ diye bildiğimiz
daha birçok alışkanlığımız aslında oldukça yenidir. Meselá kuru
fasulye milli yemeğimiz falan değildir, mutfağımıza 17. asırdan
sonra girmiştir, zira fasulyenin kökeni ‘Yeni Dünya’dır, yani
Amerika’dır, pastırma ile kavurmanın geçmişi ise çok daha eskilere
dayanmaktadır. ‘Milli sazımız’ olduğu söylenen ‘bağlama’ ile
tanışmamız da yine 17. yüzyıl sonrasındadır, bağlama biçimindeki
saz İran taraflarından gelmiştir ve eski metinlerde bize mahsus
çalgılar bahsinde önceleri ‘kopuz’, daha sonraları da ‘çöğür’
isimleri geçer. Çayda da durum aynıdır ve Türkiye’deki geniş
kitlelerin çay ile tanışması, ancak 1930’lardan sonradır. Şimdi,
rakıyı bilmemiş ve tanımamış olan dedelerimizin, büyük
dedelerimizin ve atalarımızın demlenmek istedikleri zaman ne
içtiklerini merak etmiş olabilirsiniz... Biz, efsanevi içkimiz
kımızı bir yana bırakacak olursak, millet olarak şarap içerdik,
yani şarapçıydık! Üstelik şarabı kendimiz yapar, nadiren ithal
etmemize rağmen Avrupa’ya bile satar ve şarap ihracından bir
zamanlar gayet iyi para kazanırdık. Bu yazıyı yazmadan önce, rakı
bahsinin zamanımızdaki en büyük üstadlarından olan ve Yunanlı
pastırma tarihçisi Pavlos Erevnidis ile beraber bir rakı tarihi
hazırlamakla meşgul bulunan alláme dostum Turgut Kut’a da danıştım.
Turgut Bey de aynı şekilde düşünüyordu, ‘Rakı nereden milli içkimiz
oluyormuş? Türkler asırlar boyunca şarap içmişlerdir’ dedi. ‘Arak’
kavramının ‘damıtılmış içki’ demek olduğunu o da tekrar etti,
‘rakı’ adının ise sadece ‘anasondan yapılan araka’ verildiğini
söyledi ve ‘rakı’ kelimesinin ilk defa 17. yüzyılın sonlarına doğru
Limni Adası’nda kullanıldığını tesbit ettiklerini anlattı. ŞARAP,
GELİR KAYNAĞIYDI Şurasını hiç unutmayalım: Osmanlı Türkiyesi,
asırlar boyunca şarap içmişti, şarap bazı devirlerde yasaklanmış ve
içenler ağır cezalara bile çarptırılmışlardı ama içki satışı açık
yahut gizli şekilde her zaman várolmuştu. Şarap meyhaneleri hiç
durmadan faaliyet göstermiş ve devlet zamanla içkiyi yasaklamak
yerine bunu bir gelir vasıtası háline getirmeyi tercih etmişti.
Arada bir konulan yasakların temelinde yatan sebep dini kurallar
değil, siyasi ve özellikle de güvenlik endişeleriydi. Meselá,
Dördüncü Murad dönemindeki meşhur içki, daha doğrusu şarap yasağı,
hükümdarın o senelerde giderek artmış olan yeniçeri zorbalıklarına
bir son verebilmek için uyguladığı baskı ve sindirme politikasının
uzantısıydı, yasağın temelinde toplanma yasağı vardı. İçkinin
yasaklanmasıyla meyhanelerde biraraya gelinip iktidar aleyhinde
konuşulmasının önüne geçilmişti. SAVAŞ ZAMANI YASAK İstanbul’un
güvenliğinin tam olarak sağlandığı dönemlerde şarap hep serbest
oldu ve yasaklamalar uzun süren savaş yahut anarşi yıllarında
geldi. Devletin içki konusunda asırlar boyunca devam eden temel
politikası ise hep aynı kaldı: Yasaklamak yerine, bunu bir gelir
vasıtası haline getirmek... Bu gelirin elde edilmesi için, her
zaman değişik metodlar uygulandı. Şarap içerken yakalanan
Müslümanlar başlangıçta para cezası öderlerken, 1870’in ilk
aylarında Türkiye’nin gündemini içki içenlere yılda 50 kuruş
karşılığında ‘ruhsat tezkeresi’ yani izin belgesi verilmesi konusu
işgal etti. Derken izin belgesinden vazgeçilip ‘Müskirat
Nizamnameleri’ yani ‘İçki Yönetmelikleri’ çıkartıldı. 7 Nisan 1886
tarihli yönetmelikte içkiden alınacak vergiler ayrıntılarıyla
gösteriliyor, 14 Temmuz 1890’da ise, ihraç edilecek şarapların
kalitesi ve vergileri belirleniyordu. Aynı zamanda ‘Halife’
unvanını da taşıyan dönemin hükümdarı İkinci Abdülhamid önceliği
devletin gelir etmesine vermiş ve şarap yönetmelikleri yayınlamakta
bir beis görmemişti. ‘Milli içkimiz’ olduğu iddia edilen rakı
meselesinin aslı, işte böyle... Bir içkiye mutlaka ‘milli’ unvanı
vermemiz gerekiyorsa, bizde bu unvana şaraptan başka láyık içki
yoktur ve dolayısıyla başta Ertuğrul Özkök olmak üzere bütün şarap
meraklıları son derece ‘milliyetçi’ bir alışkanlık
içerisindedirler. Şarap, Kanuni Sultan Süleyman zamanında da gelir
vasıtasıydı Gayrımüslimler, içtikleri şarap için vergi vermezler
ama sattıkları şaraptan vergi alınır. Şarap şehrin içinde satıldığı
zaman, satandan ve alandan her on ölçü için üçer akçe alınır
(Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘İnöz Kazası Kanunnamesi’, madde: 5).
Meyhane açıp kendi yaptıkları şarapları satmak isteyenlerden fıçı
başına beş akçe alınır. Meyhanelerini birkaç günlüğüne kapatıp
yeniden açanlar yahut hiç kapatmayanlar ister az ister çok
satsınlar, fıçı başına beş akçe verirler (Kanuni Sultan Süleyman’ın
‘İnöz Kazası Kanunnamesi’). Şarap fıçısı taşıyan gemiler
şaraplarını Trabzon’da satarlarsa, her fıçıdan yirmi beşer akçe
alınır. Eğer Trabzon’da değil de bir başka limana giderlerse, on
beşer verirler. ‘Miso fıçı’ denilen yarım fıçılardan beşer buçuk
akçe alınır, arak fıçısından 28, yarım arak fıçısından da dokuz
akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın ‘Trabzon Sancağı
Kanunnamesi’, madde: 9). Şarap, küçük sandallar ile yakın yerlerden
getirilirse, en iyi kalitesinden 30, orta kalitesinden 25, yarım
fıçıdan da on iki buçuk akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman’ın
Trabzon Sancağı Kanunnamesi, madde: 10). Gemiler limana şarap
getirirlerse fıçı başına otuz akçe alınır ama Menekşe şarabı
gelirse, her fıçı için altmışar akçe öderler (Kanuni Sultan
Süleyman’ın ‘Selánik Kazası Kanunnamesi’, madde: 8).