Menderes ile Said Nursi'nin ilişkisi
Abone ol1946'da çok partili demokrasiye geçilmesiyle Said Nursi ve talebeleri için yeni bir dönem başlar. Bediüzzaman, Bayar'a ve Menderes'e mektuplar yazar.
'Nur Cemati' ile ilgili Sabah'taki yazi dizisi sürüyor.
'Bizi bırak, davayı savun'
Tutuklanan Nur talebeleri avukata 'Çektiklerimiz hiç önemli değil,
yeter ki sen mahkemede bizim fikirlerimizi savun' diyordu
Bediüzzaman, din karşıtı olduğu için komünizmden nefret ediyordu.
Kore’ye asker gönderilmesinden ve ABD’den yanaydı.
Dün Said Nursi ve talebelerini, 1949'un sonbaharında, Afyon
Cezaevi'nden tahliye edildikleri günde bırakmıştık. Bu önemli bir
tarihti. Çünkü... 1945'te İkinci Dünya Savaşı bitmişti. Dünya iki
büyük bloğa ayrılıyordu: ABD ve Sovyetler Birliği. Devlet Başkanı
İsmet İnönü, 'Hür Dünya'yı tercih etmişti. Yeni değerlere uyum
sağlamak gerekiyordu. Neticede 1946'da çok partili demokrasiye
geçilmişti. Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü gibi
isimlerin kurduğu Demokrat Parti büyük heyecan uyandırmıştı. "Yeter
Söz Milletin" diyen DP'yi Said Nursi sevinçle karşıladı. Artık
hayatında yeni bir dönem açılıyordu: 'Eski Said' ve 'Yeni Said'ten
sonra '3. Said'.
* Eski Said siyasetle uğraşan, din ile siyaseti el ele götüren bir
kişiydi.
* Yeni Said siyasetten uzakta, risaleler yazıp, talebelerini
eğiterek İslam'ı canlandırmaya çalışıyordu.
* 1949'dan 1960'a dek sürecek 3'üncü Said döneminin hedefleri ise
başkaydı: Risale-i Nur'u açık, serbest, yasal bir biçimde
basılabilen, meşruiyet kazanan ve siyasetten talepleri olan bir Nur
Hareketi.
"Siyasetten talebi olmak" şu demekti: Doğrudan siyasete girmeyen,
mesela 'İslami' bir parti kurmayan ancak yöneticileri dine çekmeye
çalışan, onlardan çeşitli sorunların çözülmesini isteyen bir
yaklaşım...
ARAPÇA EZAN SEVİNCİ
14 Mayıs 1950 seçimlerini Demokrat Parti kazandı. Celal Bayar,
cumhurbaşkanı; Adnan Menderes, başbakan oldu. Konumuz açısından DP
iktidarının yaptığı ilk işlerden biri 17 yıldan beri Türkçe olan
ezanın tekrar Arapça okunmasıydı. Bu karar muhafazakar kesimi mutlu
etmişti. Mehmet Kırkıncı'nın anılarında olay şöyle anlatılır: "15
haziranda Erzurum halkı ikindi vaktinden itibaren ezanın aslıyla
okunacağını haber almıştı. Bütün halk o gün sokaklara döküldü. Bir
bayram havası yaşıyorlardı. Herkes kurban keseceği ne varsa alıp,
Tebriz Kapı mevkiinden Lâlâ Paşa Camii'ne kadar dizilmişti.
Minarelerden Ezan-ı Muhammedi okunmaya başlayınca herkes sonsuz bir
sürur (sevinç) içinde bıçağını kurbanının boğazına çalmıştı...
Müftü Solakzade Sadık Efendi, 'Ya Rabbi! Ölmeden önce bize bu
günleri gösterdin' diye ağlıyordu..." Nur talebeleri artık daha
rahattı. Teksir makinelerinin merdaneleri dönüyor, risaleler daha
hızlı basılıyordu. Bunlardan takımlar oluşturup dünyanın dört bir
yanına gönderiliyordu. Adresler arasında Vatikan da vardı.
Papalık'ın risaleleri aldığını bildiren teşekkür mektubu 22 Şubat
1951 tarihini taşıyordu. Bediüzzaman'ın hayali ise risalelerin
standart ve çağdaş bir biçimde kitaplaşmasıydı. O Afyon Emirdağ'dan
Eskişehir'e, oradan da Isparta'ya geçmişken İstanbul'dan bir haber
ulaştı. Üniversiteli Nurcular, Bediüzzaman'ın 'Gençlik Rehberi'
adlı kitabını Latin harfleriyle bastırmışlardı. Ülkede bir özgürlük
havası esiyordu ama o kadar da değil: 163'üncü maddeden dava
açılmıştı. Mahkemeye çağrılan Bediüzzaman 1952 başında İstanbul'a
geldi. Şimdi Sirkeci'de 'Büyük Postane' olarak bilinen bina o
zamanlar adliyeydi. Dava orada görülecekti.
ŞİVESİNİ DEĞİŞTİRİRDİ
Celseler dolup taşıyordu. Mahkeme günleri Sirkeci miting alanı gibi
oluyordu. Taşkınlık yoktu ama Bediüzzaman'ı görmek için mahkeme
salonuna girmeye çalışanlar itiş kakışa neden oluyordu. Neticede
Said Nursi beraat etti. 1953 de önemli bir yıldı. İstanbul'un
fethinin 500'üncü yılı kutlanıyordu. Said Nursi o sırada 3 ayını
İstanbul'da geçirdi. Onu evinde ağırlayan 'Fırıncı Ağabey' Mehmet
Güleç, Said Nursi'yi şöyle anlatıyor: "Normal, sizin benim gibi bir
insandı. İlk bakışta bizden iki farkı vardı: Doğu şivesi ve
kıyafeti. Ama konuşmaya başladığında içinizin huzur ve güven
dolduğunu hissederdiniz. Sohbet hiç bitmesin isterdiniz. Bu arada
üniversiteden hocalarıyla da bir araya geliyordu. Onlarla
konuşurken tam bir İstanbul şivesi kullandığına şahit oldum. Üstat
gittikten sonra, üç dört ay geçince biz pirelenmeye başlardık.
Gidelim, Bediüzzaman'ı görelim deyip yollara düşerdik." Said Nursi,
İstanbul'da bulunduğu sırada Patrik Athenagoras ile de görüşmüştü.
Bunlar olurken ABD-Sovyet çekişmesi sürüyordu. Said Nursi özellikle
'dinsiz' olduğu için komünizme karşıydı. 1950'de Türkiye, Kore'ye
asker gönderme kararı aldığında Said Nursi bunu desteklemişti.
Halk, "Kore'de savaşmak caiz mi? Orada ölen şehit olur mu? Bu
savaşta bizim işimiz ne" diye tartışıyordu. Said Nursi has
talebelerinden Bayram Yüksel'i Kore'ye gitmesi için teşvik
etmişti.
VE RİSALELER MATBAADA
1955'te bu kez; Türkiye, İngiltere, Irak, İran ve Pakistan'ın dahil
olduğu CENTO kurulmuştu. Said Nursi cumhurbaşkanı ve başbakana
mektuplar yazarak bu paktı destekledi. Risale-i Nur açısından 1956
da önemli bir yıl oldu. 8 yıldır Afyon'da süren dava sonuçlanmış,
risalelerin suç unsuru taşımayan dini eserler olduğu karara
bağlanmıştı. Said Nursi risalelerin Diyanet İşleri tarafından yeni
harflerle basılmasını arzuluyordu. DP Isparta milletvekili, Nurcu
Dr. Tahsin Tola harekete geçip Menderes ile görüştü. Başbakan ikna
olmuş, "Git Diyanet'in başkanıyla görüş, kitaplar basılsın"
demişti. Diyanet İşleri Başkanı Sabri Hayırlıoğlu, "Tamam ama ben
de Başbakan'a bir sorayım" demişti. Ve risaleler bir türlü
basılmamıştı. Nurcular'a göre engel olan Müsteşar Salih Korur'du...
Bunun üzerine Tahsin Tola, Bediüzzaman'dan risaleleri bastırmak
için izin almıştı. Sıkıntı çekilmesine rağmen kağıt bulundu.
İstanbul, Ankara, Samsun ve Antalya'da talebeler harekete geçti.
Ankara'daki baskı faaliyetini yine Kırkıncı Hoca'dan dinleyelim:
"Talebeler iki odalı, küçük bir ahşap evde çalışıyordu. Burası bir
dizgi atölyesiydi. Gece gündüz durmadan çalışıyorlardı. Yorgun
düşenler evin çatı katında uyuyordu. Sabah kahvaltısı ekmek, üç beş
zeytin ve üç bardak çaydı. Öğle ve akşam yemekleri ise genellikle
şehriye çorbasından ibaretti. Geceleri matbaaya gidiyor, formaları
bastırıyorlardı. Sonra bu formalar üstada gönderiliyor, hatalar
düzeltiliyor, tekrar geri geliyordu."
BEKİR BERK'İN ÇABASI
Tuhaf bir dönemdi. Bir yandan Nurcular üstünde devlet baskısı
sürüyordu. Öte yandan 1957 yılında Isparta Tugay Camii'nin temeli
Said Nursi'nin de katılıp ilk harcı koyduğu, komutanlar önünde
dualar okuduğu bir törenle atılmıştı. Bu arada Risale-i Nur yeni
haliyle yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Nur talebeleri çok
da iç açıcı değildi. Takipler, soruşturmalar, davalar sürüyordu. Bu
dönemde 'milliyetçi' bir avukat olan Bekir Berk öne çıkmıştı. O
mahkemeden bu mahkemeye koşarak Nurcular'ın davalarıyla ilgilenen
Bekir Berk, hareketin bir parçası haline geldi.
RADYODAN YAPILAN ÇAĞRI
Berk'teki tavır değişikliğine şu tip olaylar sebep olmuştu: Mesela
Ankara'da tutuklu bulunan Nurcular'a şöyle sormuştu Berk: "Sizin
bir an evvel buradan kurtulmanız için mi çalışayım... Yoksa
davanızı mı savunayım?" Talebeler davalarının savunulmasını
istemişti. "Biz hapse razıyız, yeter ki fikirlerimizin haklılığı
ortaya konsun." Bu arada siyasette sıcak günler başlamıştı. DPCHP
gerginliği artıyordu. Ekonomi iyi durumda değildi. Ordu içinde
darbe hazırlığı vardı. O şartlar altında Said Nursi'nin Ocak
1960'ta Ankara'ya gelişi gerginliği arttırmıştı. Muhalefet
'irticaya göz yumuyor' diyerek hükümeti topa tutuyordu. Olay o
kadar büyümüştü ki radyodan Said Nursi'nin Ankara'yı terk etmesi ve
Emirdağ'a dönmesi yönünde bir hükümet bildirisi dahi
yayınlanmıştı!
Celal Bayar'a tebrik telgrafı
DEMOKRAT Parti, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanınca Said Nursi,
yeni cumhurbaşkanı Celal Bayar'a bir tebrik telgrafı çekti:
"Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı Hak sizi İslamiyet, vatan ve
millet hizmetinde muvaffak eylesin." İmza: "Nur talebelerinden ve
onların namına Said Nursi."
'ÜSTÜMÜZE GELMEZLER'
Said Nursi niye böyle bir mesaj gönderdiğini özetle şöyle açıklar:
"Şimdi CHP'liler, DP'lilere diyecek ki: 'Said ne sizden, ne bizden.
Çünkü onun amacı farklı. Şeriat rejimi istiyor.' Böyle bir durumda
DP'liler ister istemez bizim üstümüze gelir. Ellerindeki gücü
dindarların ve talebelerin üstünde kullanırlar. Ama telgrafı alınca
onları desteklediğimi görüp bizi rahatsız etmezler." Burada Said
Nursi'nin hâlâ meşruiyet aradığını ve yönetimi rejimi yıkmak gibi
bir hedefi olmadığına ikna etmeye çalıştığını görüyoruz.
Toplumun şartlarını zorlamayın
Nur hareketinde Risale-i Nur fikirlerini bilimsel anlamda ele alıp
inceleyenlerden birisi de Sefa Mürsel. Mürsel "Bediüzzaman Said
Nursi ve Devlet Felsefesi" adlı eserinde Said Nursi'nin kâinat,
madde, insan, toplum ve devletle ilgili görüşlerini inceliyor. İşte
Sefa Mürsel'e göre Nurculuğun günümüz Türkiye'sinin güncel
sorunlarına getirdiği yanıtlar:
KIYAFET... Bulunduğunuz toplumun şartlarını zorlayan bir tarzın
içinde olunmamak lazım. Çoğunluğun giyimi kuşamı nasılsa, tüketim
kültürü nasılsa, bunlardan çok geride ya da çok ileride bir tavrın
tepki yapacağını, sizin yapmak istediğiniz hizmetin önüne çok büyük
engeller çıkacağını bilmek gerekir. Kazanabileceğiniz pek çok
insanı kaybetmek durumuyla karşı karşıya kalırsınız. Keza herkesin
dışında ekstrem bir giyim toplumla uzlaşmayan bir giyim, girmeniz
gereken yerlere girmenize imkan vermez. Bediüzzaman toplumda genel
yaşam standardı ne ise ona tabi olmuş. Her gün traşını olmuş ama
sadece temsil misyonu gördüğü sarığını çıkartmamış.
HEAVYMETAL... Bunlar yadırgadığımız şeyler değildir. İnsanın inanç
dünyasına, orada yabancılaşmaya meydan vermeyecek bu tür
teferruatları mutlaka düzeltilmesi gereken şeyler olarak görmüyoruz
ve görmeyiz. Saçı uzunsa bir inançla bunun ne alakası var. Zevktir,
modadır, onun yakıştığını sanıyor ve onu yapıyor. Önemli olan
insanın yaratıcısı ile olan münasebetleridir.
KADIN... Bu imaj biraz da geleneksel kültürümüzün belirlediği
kodlar çerçevesinde şekillenmiş. Yani biz geleneksel tavırlarımızı
İslam'a malederek değerlendiriyoruz. Kadının toplumda ikinci
merhaleye atılması seküler, laik çevrelerde de böyle değil mi yani.
Pozitif ayrımcılık ihtiyacı nereden çıkıyor. Bu bizim toplumsal bir
zaafımızdır. Kadının yolunu açmamak maçoluk gereği bir zaaf kabul
ediliyor, erkeklerin vermemesi gereken bir taviz telakki ediliyor.
Toplumsal yargımız bu.
MAÇOLUK... Kadınlarına temsil misyonu, sosyal bir fonksiyon,
liderlik misyonu verecek kadar rahatlık içinde olan bir cemaat
içinde kadın kanaat önderi olmaması bir çelişki. Ama müslümanlar
cemaat olarak Türkiye'de kadınlarını yetiştirme ortamı bulamadılar
ki. Yani bu bir gerçek. 1980'lerden önce ve daha sonra Türkiye'deki
kültürel gelişimin ve değişimin sonucu olarak sadece nurcu
cemaatinde değil bütün müslüman camiada temsil misyonu olan
kadınlar çıkabilirdi ve çıkacaktı. Fakat şu başörtüsü meselesi bu
noktada çok büyük bir engel teşkil etti.
TÜRBAN... Türban konusu aslında bir müslüman kadının en tabii
tercih sebebi olabilir. Siyasetin dışında bir kişisel tercih olur
bu. Dinle bağlantı yaptığınız yerde de dini ve manevi bir
yükümlülük haline gelir. Türkiye ne yazık ki yönetenlerinin içine
son yıllarda düştüğü bir aktör olarak bu konuyu hukukun ve
siyasetin konusu yapmıştır. Sosyal bir konu olarak toplumun kendi
inisiyatifine terketmek gerekir.
MÜSLÜMAN DEMOKRAT... Din ve vicdan hürriyeti evrensel bir kuraldır.
Bu konuda her inanç mensubunun farklı kanaatleri bir uzlaşı
ortamında sosyal bir ortamı paylaşabilmesi, hatta ve hatta siyasi
ortamı paylaşabilmesi bugünün realitesidir. Demokrat dünyanın
özgürlükçü dünyanın kabul etmesi gereken ana paradigma budur. Biz
bugün bunu işletmekte bunu çalıştırmakta zorlanıyoruz. Marjinal
grupların terörist tavırları dünyada oluşabilecek hoşgörüyü ve çok
kültürlülüğü kilitliyor.
Emre AKÖZ-Nevzat ATAL
Kaynak: Sabah Gazetesi