Memur gözden düştü
Abone olTürkiyede memur ve memurluk mesleği hızla gözden düşüyor.
Ticaretin sanayinin gelişmesi, bu kesimlerin örgütlenerek güç
kazanması, siyasi kadrolarla -bazen mahrem- ilişkiler
geliştirmeleri, çok partili hayatla birlikte çevrenin merkeze nüfuz
etmesi memurun elindeki bazı rolleri yitirmesine, iktidar gücünün
bir kısmını yükselen yeni toplumsal kesimlere devretmesine yol
açtı. DP iktidarının, “Vilayetin önünden geçemeyen Hasso ve
Mammo’ların kendi iktidarlarında serbestçe valilerin odalarına
girdikleri”ni ifade etmeleri ve bunu halkçılıklarının bir karinesi
saymaları böyle bir bağlama oturur. Vali Nevzat Tandoğan’a
atfedilen, “Bu ülkeye komünizm gerekliyse onu da biz getiririz”
sözü, ideolojik tercihten dahi önce gelen bir bürokratik iktidar
anlayışını ifade etmekle birlikte, eleştirilerin sözden daha güçlü
oluşu yine memurun gerileyişine işaret eder.
Demokrasinin yerleşmesi, ticaret ve sanayinin artmasıyla birlikte
bürokrasinin ideolojik gücünden başlayarak kimi iktidar
alanlarından ricatı, topluma ait karar süreçlerinin daha fazla
aktörle oluşması olağan bir gelişmedir. Özellikle demokrasinin,
bağımsız yargının, temel hak ve hürriyetlerin kurumlaşması,
bürokrasi-halk ilişkisindeki ideolojik baskıyı, keyfi uygulamaları
sınırlamış, modern bir toplumun şartlarında yasalarla sınırı
çizilmiş, şeffaf ve halkın çıkarlarını önceleyen bir yönetimi
güçlendirmiştir. Ancak işte tam da burada, 1980 sonrasında,
ekonomik liberalizmle birlikte başlayan, küreselleşmeyle daha
baskın bir şekilde yoluna devam eden her şeyi piyasalaştırma
“histerisi”, örgütlenmesi, mantığı, piyasanın değerleriyle
uyuşmayan, esasen uyuşması da mümkün olmayan devlete ve onun
bürokrasisine karşı hasmane bir hegemonik söylemin önünü
açmıştır.
Devletin referansları...
Her şeyden önce hayatın tüm alanları için genel, standart önermeler
çıkartılamaz. Ekonomik faaliyetler için uygun düşen kimi ilkeler
toplumsal ve politik hayat için uygun olmayabilir. Bunların başında
herhalde, ekonomik işletmeler için geçerli olan “en az maliyetle en
yüksek faydayı sağlama” şeklindeki Taylorist ilke gelir. Üretimi
verimli kılan ve tüketicilerin de çıkarlarını kollayan bu ilke
devlete uygulanmaya kalkıldığında sorunlar başlar. Devletin varlık
sebebi, piyasa şartlarının dışında toplumsal kaynakları
-eşitsizlikleri azaltacak ya da derinleştirecek şekilde- toplamak
ve dağıtmaktır. Bu manada, orta sınıflaşmayı teşvik etmek, alt
sınıflara sosyal destekler sağlamak, kesimler arasında denge ve
istikrarı temin etmek gibi ahlaki ve toplumsal görevler Taylorist
ilkeyle barışık olamaz.
Devletin politikalarını belirleyen temel insani ilkeler, ahlak
değil iktidar ilişkileridir. Bir ülkede eğer halk iktidar
ilişkilerini belirlemek bakımından etkin bir konumda değilse,
toplumun çekirdeğindeki bir elitler kadrosu iktidar gücünü elinde
tutuyor, bunun için gerekli ideolojiyi de üretiyorsa, orada
devletin geniş kitleler için onların çıkarlarını kollayıcı bir
işlev görmesi beklenemez. İşte tam da demokrasinin önemi burada
ortaya çıkar. Demokrasi devlette somutlaşan iktidarı halk temelli
hale getirir, devletin ekonomik ve toplumsal işlevlerini de bir
bakıma demokratikleştirir. Burada ifade edilen devletin niteliğine
ilişkin bir metafizik değil, aksine somut bir mütekabiliyet
ilişkisidir. İşte küreselleşme ve serbest piyasa değerleri
istikametinde devleti kah “Bauman’ın ifadesiyle striptiz
yaptırarak” kah ideolojik saldırılarla sosyal görevlerini
değersizleştirerek işletme haline getirmek isteyenler, bu alandaki
ekonomik ilişkileri de pazara katmak arzusundadırlar. Demosun
iktidar gücüyle işlerlik kazanan devlete ait son derece hayati
sosyal politikalar bu şekilde ortadan kaldırıldığında, boşluk neyle
doldurulacaktır? Küreselleşme odaklı serbest piyasanın buna verdiği
bir cevap yoktur. Onlar, herkes için en iyiyi sağlayacak “gizli el”
gibi bir metafizik güce bel bağlarlar; ancak küreselleşmenin sık
sık telaffuz edildiği son on beş yıl içinde bu küresel “gizli el”in
toplumsal ve ahlaki sonuçlar yaratmak bir yana, aksine yoksullarla
zenginler arasındaki mesafeyi daha da artırdığına dair birçok
gösterge vardır. Küresel gizli elin adaletinin kefeleri dengede
değildir. Şüphesiz serbest piyasanın kimi iddiaları makuldür ve
bunun alternatifi gibi gözüken merkezi planlama iflas etmiş bir
yöntemdir; ancak burada söz konusu olan, serbest piyasanın iktisadi
rasyonelliği ile devletin sosyal politikalar lehine sergilediği
“iktisadi irrasyonelliği” arasında bir denge kurulması gerektiği
hususudur.
Maddi ve moral saldırı
Seksen sonrası Türkiye’sinde devlete yönelik kimi haklı
eleştirilerle birlikte küreselleşme ideolojisinden ilhamla onun
toplumsal görevlerine yönelik haksız değerlendirmeler de yapılmış,
bu doğrultuda soyut devlete ve temsilcisi bürokrasiye karşı maddi
ve moral saldırılar yürütülmüştür. Maddi saldırılar, memurların
toplumsal kaynaklardan aldıkları payın -arızi artışlar bir kenara-
sürekli düşürülmesi doğrultusunda olmuştur. Moral saldırılar ise
memurun toplumsal statüsüne, gerçekleştirdiği hizmetlere yönelik
bunları değersizleştirme girişimleridir. Amerika’dan ithal edilen
“Senin maaşını ödediğim vergilerle ben veriyorum” türünden bir
repliğin coşku dolu bir karşılık bulması ve bürokraside sorunla
karşılaşanların aklına hemen bu sözün geliyor olması, bunun bir
gösterenidir. Böylelikle memur, kamu hizmeti gören, yaptığı iş
yasalar ve yönetmeliklerle belirlenmiş, ilişkileri gayri şahsi bir
anlayışla yürüten kişi olmaktan çıkmakta, her hizmet gördüğü
kişinin adeta maaşını ödediği, onun sadece görevi değil kişiliği
üzerinde de hak sahibi olduğu, yalıtılmışlık yerine somut
alışverişe dayalı kişiselleştirilmiş bir ilişkinin hatırlatıldığı
bir kapsama yerleştirilmektedir. Zaman zaman “Memur musun, vah
yazık!” türünden yaklaşımlar, “Memura zekat verilebilir” şeklindeki
yoksulluğuna yapılan vurgular, zayıf, avurtları çökmüş, yılgın,
eski takım elbisesi ve uyumsuz giyimiyle karikatürize edilen
portreler, memur tasavvurunun karakteristikleridir. Bunlara hemen
eklenmesi gereken bir başka unsur, Özal’a atfedilen, kendisinin
hiçbir zaman kabul etmediği “Benim memurum işini bilir” ifadesidir.
Özal’ın söylemiş olması ya da olmamasından daha önemlisi, bu sözün
yayılma gücü ve kullanılma sıklığıdır. Özal’a ya da memura yönelik
eleştiri manasında hangi bağlama yerleştirilirse yerleştirilsin,
burada her halükarda memura karşı olumsuz bir tavır söz konusudur.
Söz, sadece maaşıyla yetinmeyen aç gözlü bir memur kesimini hedef
almaz, asıl vurgulanan, her memurun mahremiyetinde yattığı
varsayılan, kimisi kuvveden fiile çıkamamış “işi bilmeye yönelik”
arzudur. Öte yandan “ancak işi bilerek ayakta kalabilen, eğer bunu
yapamazsa sefalet şartlarına razı olmak durumunda olan” bir memur
kategorisi de bu göndermenin hemen yanı başındadır.
Sonuç olarak şunun altını çizmek lazım: Modern toplumlarda sosyal
görevlere ve bunları ifa edecek güce sahip devlet aygıtına, işleri
yürütecek memur kesimine duyulan ihtiyaç hiçbir şekilde hafife
alınmamalıdır. Ekonomik, toplumsal ve kültürel farklılıklar olduğu
sürece, bunları yeniden üretme çabaları kadar dengeleme girişimleri
de hayatımızda yan yana yer alacaktır. Demokrasinin iktidar
biçimini tayin ettiği devlet, hiç şüphesiz burada ikinci kategoriye
daha yakındır. Memurlar kutsal devletin başları auralı rahipleri
değildirler, elbette eleştirilebilirler, ancak “devlet,
küreselleşme ve serbest piyasa ilişkileri” üçlemesi için gerekli
olan “denge”li yaklaşım, memura yönelik toplumsal ihtiyaçlar ve
eleştiriler bağlamından da esirgenmemelidir. Memurunu hasım gibi
gören toplumların onun yerine geçmeye hazır şirket görevlilerinden
benzeri türden hizmet alabileceklerini zannetmeleri beyhudedir.
Kamu ve özel girişimleri yan yana koyarak yapılan değerlendirmeler
bu açıdan yanıltıcıdır; hayal gücü olanlar, kamunun hiç olmadığı
-yahut iğdiş edilmiş niteliğiyle varmış gibi görüldüğü- bir düzende
tüm süreçlere egemen özel girişimlerin işlevi ve yapıp ettikleri
üzerine düşünmelidirler. Gündelik hayatımızda varlığını sorun gibi
gördüğümüz “şeyler”in anlamını yok olmaları halinde arkalarında
bıraktıkları büyük boşlukta yeniden dramatik bir şekilde
okumalarımıza benzer bir akıl yürütme bu tahayyül için de işe
yarayabilir.
M. NACİ BOSTANCI / ZAMAN