Melih Aşıkı intihara sürükleyen kadın
Abone olTRT çalıştığı yıllarda çekmecesine kim silah bıraktı? Neden intihar etmek istedi? Nazım Alpman'ın röportajı
Melih Aşık, Milliyet Gazetesi’nin
temel taşlarından biri olarak okuyucuyla kurduğu yakın ilişki
düzeyiyle her zaman meslektaşlarını kıskanılacak
noktada kalmayı başardı. Açık Pencere 20 yılı
aşkın süredir Milliyet’in sola açılan penceresi konumunu
korudu. Özellikle 1980’lerin ikinci yarısından itibaren
insan hakları, demokrasi, fikir özgürlüğü gibi
“belalı” alanlarda korkusuzca bayrak salladı.
Örneğin 1988’de İsmail Beşikçi İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nde yargılandığı duruşma sırasında tartışmalı bir katliam
olayını şu sözlerle yorumluyordu:
“Bu katliamı Türk Silahlı Kuvvetleri yapmış, PKK’nın
üzerine atmıştır. Bunu hiçbir basın organı
yazamıyor!”
Beşikçi’nin aşırı iddialı bu cümleleri ertesi gün Milliyet’in
Açık Pencere’sinde olduğu gibi yer
alıyordu.
Cezaevinden yazılan mektuplar Melik Aşık’ın köşesinden kamuoyuna
ulaşıyordu.
Onun köşesinden siyasi tahliller, içi bilgi dolu makaleler,
toplumsal olayların perde arkaları, kongre kulisleri, miting
izlenimleri, işçi eylemleri, neşeli fıkralar çok renkli bir çiçek
sepeti formunda adeta fışkırır.
Aşık, “her şeyi bilen” adamdan ziyade “her
şeyi soran” gazeteci kimliğiyle sahneye çıkmayı yeğler. O
nedenle tartışmalı konularda mutlaka konunun bir veya birkaç uzmanı
Açık Pencere’den Milliyet okurlarına seslenir.
Melih Aşık’ın çalıştığı gazeteler değişti, görevleri, pozisyonları
değişti… Sadece bir tek şey değişmedi: Siyasi iktidarların
hep karşısındaki muhalif yeri hep aynı kaldı!..
Söyleşi sırasında “Başbakan uçağına hiç bindiniz
mi?” sorumu kendine özgü mizahi üslubuyla ve “keskin” bir
dille yanıtladı:
“Beni çağırsalar acaba ne gibi yalakalık yaptım ki,
diye kendi kendime sorarım!”
TRT kökenli olmasına karşın televizyon programlarına katılmaz.
Kendine göre haklı gerekçesi de vardır:
“Haftada altı gün yazı yazan biri söyleyeceğini zaten
söylüyordur. Bir de ekrana çıkıp ne anlatacağım
ki?”
Melih Aşık nadiren röportaj verir… İnternet
Haber’de okuyacağınız bu söyleşi bugüne kadar
yapılmış en uzun Melih Aşık röportajıdır. Bu satırların
yazarı, Melih Aşık’ın çırağı olarak 4 yılı Açık Pencere’de toplam
14 yıllık beraberliğine karşın bu söyleşide bir çok şeyi ilk kez
dinledi. Hepsini de sansürsüz olarak sütunlarına
taşıdı. Bu yüzden söyleşi iki güne yayıldı. Keyifle ve merakla
okuyacağınız bir metin ortaya çıktı.
BABAM, ABD VE İNGİLİZ BÜYÜK ELÇİLERİNİN
ŞOFÖRÜYDÜ
Melih Aşık’ın çocukluk ve öğrencilik yıllarına ait bilgilere
sahiptim. Ama madem ki sıkı bir söyleşi yapacaktık, o zaman en başa
dönmemiz gerekiyordu:
-En küçük Melih’ten anlatmaya başlayın desem nasıl
olur?
“3 Kasım 1942 yılında Ankara’da doğdum. 5 yaşıma
kadar Kavaklıdere’de oturdum. Orada Kavaklıdere şarap fabrikasının
bağları vardı. Apartmanlar yoktu… Tek tük küçük evler vardı. Şu an
Sheraton Oteli’nin olduğu yer… Babam deneyimli bir
büyükelçi şoförüydü. Önce Amerikan sonra İngiliz
Büyükelçilikleri’nin şoförlüğünü yaptı.”
-O yıllardan aklınızda kalan isimler, resimler var
mı?
“İngiliz Büyükelçiliğinde bir de sekreter bir kız
çalışırdı. Levanten bir ailenin ferdiydi. Bizim aileden
gibiydi. Benimle çok ilgilenirdi. Aile arasında Rumca
konuşurlardı. Çok uygar bir kızdı. Ben onlardan çok etkilendim. Kız
beni alıyor, işe götürüyor… Sonra İstanbul’a geldik. Onlarda
geldiler. Çamlıca’da oturuyorduk. Ben de Saint Benoit’ya gidiyordum
11 yaşındayken, Çamlıca’dan gidip gelmek zor oluyor diye, Tünel’de
1 yıl onların yanında kaldım. Levanten ailenin yanında.
Mesela tuvalet kâğıdını ben onlarda gördüm. Bakkal
da satılmazdı. Avrupalı, Beyoğlu terbiyesini 11 – 12 yaşında
onlarda gördüm.”
-Saint Benoit’ya nasıl girdiniz peki?
“Altunize İlkokulu’nda 5. sınıftayken bizim bir hoca vardı, beni
çok seviyordu. Aileme dedi ki, bu çocuk çok zeki okutun bunu. Ona
rağmen 1 sene Fıstıkağacı ortaokuluna gittim. Kötü bir okuldu,
buraya gitmek istemiyorum dedim. Galatasaray’a gideyim dedim.
İmtihanlara girdim. Bana, ‘başka bir okula başladığın için
seni alamayız’ dediler… Bunun üzerine Saint Benoit’ya
gittim. Onun da yıllık ücreti 300 liraydı. Babamın
bütün sene biriktirdiği para da 300 liraydı. Bütün
parayı okula verirdi.”
KÖPRÜ ALTINDA ANDRE GİDE İLE TANIŞMA
-Nasıl bir öğrenciydiniz?
“Ben 10. sınıfa
kadar iyi talebeydim. Fakat 10’uncu sınıfta bir gün bana bir isyan
geldi. Hoca bana konuşmadığım halde bana ‘sus’ dedi. Ben de çok
sinirlendim. Çıktım gittim. O iki seneyi ben dört senede
bitirdim. Her sabah köprü altına giderdim. Orada 1
liraya kitap satarlardı. Her gün bir roman alır, adaya ya
da Beyoğlu’na gider, akşama kadar o romanı okur bitirirdim.
Benim lisedeki hayatım kitap okumak, langırt oynamak ve
sinemaya gitmekle geçti. Arada bir, işim yoksa gidiyordum
okula…
-Bu kadar özgür takılmanın bir bedeli olmadı
mı?
“10. sınıfta kaldım. Ertesi sene hocalar, ‘gelsin
artık şunu geçirelim’ dediler. Neyse o sene gittim ve geçtim. 11.
sınıfta yine gitmiyordum.
-Neden?
“Okulu bırakacağım dedim. O sırada
Andre Gide falan okuyorum. O da Fransa’da klasik eğitimden geçmiş
bir yazar. Gide, düzenli eğitimden bunalmış. Sonra Afrika’ya
gidiyor. Uzun yıllar Afrika’da kalıyor. Orada “Dünya Nimetleri”
diye bir kitap yazıyor. O kitapta da bir laf var, söyle diyor.
“Bana öğretilen yanlış şeyleri unutmak için uzun zaman
harcadım!”
MÜLKİYE’NİN ŞÖHRETLER KARMASI Melih Aşık herkesin girmek için yarıştığı özel Fransız okulundan öğrencilik yılları boyunca hiç hazzetmemişti. Acaba bu isyankar çocukluk dönemine ait kısır bir düşünce miydi? Şimdi öğrencilik ve askerlik dönemleri tamamlamış iki yetişkin erkek çocuk sahibi bir baba olarak o yıllara ilişkin düşünceleri nasıldı? |
-Öğrencilik yıllarına ilişkin bugün farklı bir yerde misiniz?
“Hayır! Çok bıktırırlar adamı okuldan… Ben onu fark ettim. Nitekim orada hiçbir zaman yanılmadığımı gördüm! Yaz tatillerinde dolaşırken felsefe, mantık, psikoloji kitapları gördüm sahaflarda. Aldım onları ve çalıştım. Okulda göstermiyorlardı; ama sınavlarda soruyorlardı. Ben o sene Türkiye’de Siyasal Bilgiler Fakültesine 45’inci girdim. 250 kişi alıyor. O yıllarda 25 bin kişi sınava giriyor. En iyi 500 ya da 1000 öğrencisinden biriydim.”
-Kimler vardı?
“Tuğrul Eryılmaz, Hasan Celal, Mehmet Keçeciler, Murat Karayalçın, Ömer Madra, Nabi Şensoy, Alev Kılıç, Ateş Balkan gibi bir hayli Büyükelçi var. Bakan Abdülkadir Aksu var. İlber Ortaylı, Halil Ergün, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir var ama o bizden ufaktı. Yusuf Küpeli var, onu hiç unutmadım. Bir yerde aksaklık olursa mutlaka Yusuf onu döverdi. Mahir de korkusuzdur; ama onun gibi değildi. Mahir yanında makasın tek kanadını taşırdı. Bıçak taşısa suç aleti sayılıyordu. O yüzden makas taşırdı. Oradaki eğitim de açmadı beni.
AÇLIKLA İLK VE SON KEZ TANIŞMA
-Yine bir yerlere kaçtınız?
“Yönetmen olacağım diye annemden 200 dolar alıp İsveç’e gittim. Birinci sınıfın sonunda çaktım zaten, her şeyi bırakıp İsveç’e gittim. İsveç’te indim, gümrükçüler bavulumu açtı. Asker bavuluydu. İçinde kaşar, sucuk falan vardı. Paranın yarısı bitti zaten.
-“6 GÜN AÇ KALDIM" "Sinema falan nerede, hemen iş buldum. Bulaşıkçılık yaptım. Zaten hemen iş veriyorlar. Çok zor olmadı. İngilizce biliyordum. Almanca’yı daha sonra Almanya’da çalışırken öğrendim. Çat pat İsveççe’de öğrendim. Hayatımda ilk ve son defa 6 gün aç kaldım!” |
-Nasıl oldu?
“Çok dehşet bir
şey. Onu gördüm. Noel gelince her yer kapanıyor. Para yok iş yok.
Gazete dağıttım. Ama parayı ay sonunda vereceğiz dediler. Mesela
açlığın ikinci, üçüncü gününde çocukluğumda şuur altında
kalmış sahneler şuur üstüne çıktı. Üçüncü günün sonunda
ekmek yedim. Bir üç gün daha sürdü. Tanıdığım kızlar vardı, onların
evine gittim. 6 gün sonra açıldı iş yerleri, bulaşıkçılık buldum.
Öğlen oldu bir tepsi hamburger getirdiler. Yaklaşık 15 tane
yemişimdir. Bugün Türkiye’deki gençler de gitse,
işçilik yapsa, işsiz kalsa, aç kalsa çok şey öğrenirler.
Benim oğlan da İngiltere’ye gitti; ama böyle şeyler yaşama şansı
yoktu. Cep telefonu, kredi kartı var. O zaman evde telefon yoktu,
mektup 15 günde geliyordu, zaten yollayacak paraları da yoktu
ailemin. Mecburen öyle bir hayatı yaşadım.”
BİR KIZ YÜZÜNDEN KUTUPTA İNTİHAR EDECEKTİM
-Bu dönem hayatınızı nasıl etkiledi?
“Kendime güvenmeyi orada öğrendim. Kendi paranı kazanıyorsun. Ben
bir daha işsiz kalırsam gelirim burada çalışırım diye düşündüm. 10
ay kaldım İsveç’te. Giderken geri dönmem diyordum; fakat 10
ay sonra birçok yönden Türkiye’yi özlemeye başladım.
Sürekli yağmur yağıyor bir defa. Mezbaha da çalıştım. Buzhanede -10
derecede domuzları kesiyorlar. Biz domuzların asıldıkları
askılıkları itiyoruz. Sabah 5’te kamyonlar geliyor. Donmuş
domuzları alıp götürüyorlar. Avrupa çapında bir yer. Biz her gün
dip frize atıyorduk. Tek Türk bendim o ilçede.
Bana dediler ki, seni Stockholm’e gönderelim, salam, sucukların
olduğu yerde ustabaşı yapalım seni. İşçi olarak çok iyi para
alıyordum. Hafta sonu da Kopenhag’a gidip yiyorduk paraları. Sucuk,
salam ustası olsam muazzam para alacaktım. Beni köyde çok
seviyorlardı. Oranın ihtiyarları bana ‘Mustafa sen git
buralardan, oku’ diyorlardı. Göbek adım Mustafa, onlara
kolay geliyordu.”
-İsveç’ten ayrılma fikri nasıl oluştu?
“Mayıs’ın 3’ü falandı. Şimdi bizim orda güneş açmıştır diye
düşünüyordum. O akşam bakkaldan alışveriş yapacağım. Alacağımı
aldım, bir baktım pirinçlik pilav gelmiş. Onu da aldım 50 kuruş
falandı. Ama 50 kuruş çıkmadı. Bakkala dedim, 50 kuruş
çıkmadı bunu yarın öderim. O zaman adam dedi ki,
yarın alırsın. Zaten şurama gelmiş. Bizim
memlekette olsa, ağabey canın sağ olsun al git derler. Ben
karar verdim dönmeye. 15 Mayıs’ta paramı aldım Paris’e gittim.
Seine Nehri’ne gidip akşama kadar şarap içiyordum. Sonra Türkiye’ye
beş parasız döndüm. Neyse Türkiye’ye okula döndüm. 1 sene kaldım.
2’inci sene Eylül’de geldim, sınavlara girip geçtim.
Mülkiye’de kaybedilen 1 sene, hayatta kazanılan 10 seneye
eşit diyebiliriz. Ben kendime orada kaldım. İsveç’te
insanların ekonomik gelirlerine göre statü olmadığı için,
bir bulaşıkçıyla bir mühendisin arasında pek fark
yoktur. Sınıfsız bir toplum. O sınıfların ezici etkileri
yok. Yapay, yüzeysel şeyler yok ilişkilerde. Bulaşık yıkarken
üniversiteli kızlar gelirdi onlarla çıkardık.
Sokakta en güzel kızlarla selamlaşırdık. Bir gün bir tanesiyle
selamlaştık; ama geçip gitmedim yanından. Çok güzeldi.
Durdum uzun uzun öptüm… Biz de orada şımarık güzel
erkeğiz.
BULAŞIKÇI KIZA AŞIK OLDU
İsmi Barbro. kız bana pas
vermiyor. Ben de bu kıza âşık oldum.
Çok güzel bir kızdı. Lokantada Grand Otel’in
bulaşıkhanesindeyim, lüks bir yer. Bir gün Barbro, Yspad diye bir
şehre gidiyor dediler. Ben de bunun üzerine yanına gidip seninle
geliyorum dedim. Niye dedi. Seni seviyorum,
seninle aynı kentte olmak istiyorum dedim. Âşıktım; ama karşılığı
yoktu. Zaten önemli de değildi. Çok şart değil
sana pas vermesi. Mart sonun paramı aldım, hesabı kestim. Sonra
Malmö’deyken aşçı Hans’a rastladım. Ona Barbro hakkında neler
biliyor diye sordum. ‘Geçen yılbaşı beraberdik. Ben de onunla bir
odaya çekildim, yattık’ dedi. Bir de ‘ben böyle
yeni tanıştığı bir erkekle yatan kızdan hoşlanmam’
diye ekledi.”
-Aşkınız bitti mi?
“Bu benim tahmin edemediğim bir şeydi.”
|
-Barbro ile bir daha karşılaştınız mı?
“Ben
sekiz yıl sonra 1973’de tekrar İsveç’e gittim. Atladım trene
Almanya’ya gittim. Dört ay orada işçilik yaptım. Oradan da İsveç’e
geçtim. Artık yabancılara çalışma izni vermiyorlar. Kötü gözle
bakıyorlar. Neyse kaçak çalışmaya başladık. Bir gün çalışıp, dört
gün parasız yatıyorsun. Bir akşam yine yatacak yer yok.
Öğrencilerin yurtlarında kalıyordum. Ertesi gün gittim ama çocuklar
yok. Evin alt katında çamaşırhane var, gidip orada
yatıyordum. Üniversitenin kayıt bürosu var. Bir baktım
orada Barbro çalışıyor. Ama ben bu 8 seneyi aşkla
geçirmişim, öldürememişim. Yanına gittim ‘merhaba’ dedim. Çok
şaşırmadı! Sıranın yan tarafında bekliyorum, onunla sohbet
ediyordum. Yanında çalışan çocuk dedi ki, sırada o var.
Barbro da ‘O sadece bekliyor’ dedi. Bu laf bana çok
dokundu. Çok doğru söyledi; ama çok koydu bana. Ben de ona
“Sen benim gözümde çok büyüktün; ama aslında sen de
diğerleri gibi sıradansın” dedim. Birdenbire kepengi
indirdi. Öğle tatili var dedi. Aşk öldü; ama zor öldü. Böyle bir
aşkı da kafanda tutmak iyi bir şey değil!”
-Aşkın yazıya katkısı oluyor mu? Siz ara sıra şiirsel
metinler oluşturursunuz. Roman yazmayı düşünür
müsünüz?
“Hayır, bırak yazmayı roman okumayı bile
sevmiyorum. 40 yıldır roman okumuyorum. Kitap okuma zevkimiz
kalmadı. Bu kitaptan bir alıntı yapabilir miyiz diye okuyoruz
artık. Kitabı baştan sona okuyacak vaktimiz de yok.”
-Bu arada Mülkiye ne zaman bitti?
“Neyse sonra
1972’de Mülkiye’yi bitirdim.”
-Peki gazetecilik ne zaman başladı?
“Ben
İsveç’ten döndüm. Evden de para vermeyiz dediler. 65 – 66
yılında TRT’ye girdim. 24 yaşındaydım. TRT’ye mütercim
arıyorlardı. Haber merkezine mütercim olarak girdim. Genç bir kadro
vardı orada. Ben o ekibi ve ortamı sevdim. Aradığım ortam
bu dedim kendi kendime. Bir yıl kaldım orada. Sonra televizyona
geçtim. Beni siyasi programlar yapan bölümün başına
geçirdiler. 15 kişinin şefiydim. Okulda çakıyordum; ama
hayatta başarılıydım. Sol çok canlıydı. Biz de solcular
olarak halka doğruları anlatmak istiyorduk. Tabii ki doğruların en
başında sosyalizmi anlatmak vardı. 4 yıl televizyona programlar
yaptık. 23 Nisan çocukları falan gibi. Daha önce yapılmamış
programları yaptık.”
-Nasıl programlar?
“23 Nisan’da gazetelerde
“23 Nisan kutlu olsun” gibi başlıklar atılıyor ya.. Biz o gün ilk
defa farklı bir şey yaptık. Çocuk yuvalarını, yetiştirme yurtlarını
dolaştım. Çocuk hapishanesine, oto tamirhanelerine gittik. Öksüz
çocukları bulduk. Çalışan çocukları gösterdik, daha kötüsü vardı
hapishanedeki çocuklar, çöpten yemek arayan çocuklar.
Kötünün kötüsü var diye anlattık. Dramatik ve
karamsardı ama gerçekçiydi. Çok büyük yankılar uyandırdı.”
-Bu programların negatif geri dönüşü oldu mu 12 Mart
döneminde?
“Bunlar birikti ve bizim ipimizi çektiler. Ben 12 Mart’tan 1–2 ay
sonra TRT’den atıldım.”
-Gerekçe var mıydı?
“Var. İki sebebi vardı.
Birincisi Genel Müdüre mizahi ama hakaret de eden bir
mektup yazmak, ikincisi Dev Genç mitinginde yumruğunu
kaldırmak.”
-Nasıl?
“Battal Mehetoğlu’nun cenazesinde
Ertuğrul Kürkçü’yü gördüm. Ne haber çocuklar diyerek yanlarına
gittim. Konuşurken birden Ertuğrul “Saygı duruşu!” diye bağırdı.
Ben de sap gibi kalmayayım diye sol yumruğumu
kaldırdım.”
TRT’DE İLK ÖNCE BENİM FİLMLERİM YAKILDI
-Siz TRT ekibi olarak oradasınız değil mi?
“Evet. Akşam montaj yaparken Örsan Öymen’e ‘o kısmı
kes’ dedim. Örsan da ‘kesersem sahnenin güzelliği
gidecek’ dedi. Ben de ‘sana bırakıyorum ne yaparsan yap’
dedim.”
-Örsan Öymen’in arkadaş kıyağı.
“Estetik
olarak güzeldi gerçekten. O parça kayboldu sonra. Beni mahkemeye de
verdiler. Tutuksuz yargılanıyordum; ama 1974 affı geldi. O ara
gözaltına aldılar. 1 ay kadar Mamak Askeri Cezaevi’nde kaldım.”
ÇEKMECEYE ATILAN SİLAH “Biz Teoman Erel’le oturuyoruz. Ertuğrul’un ağabeyi de televizyonda çalışıyor. Sonra Ertuğrul (Kürkçü) geldi, şunu bırakıyorum dedi, sonra alacağım diyerek çekmeceye bir paket koydu gitti. Bir yere bomba atıldı. Yarım saat sonra Ertuğrul geldi emaneti aldı gitti. Teoman Erel dedi ki, dikkat ettin mi o gazetenin içinde tabanca vardı. O zaman Dev Genç’in başkanıydı.” |
-TRT finali nasıl gelişti?
Sonra bizi TRT’den attılar. Beni attılar ama ben her gün geliyorum. Serviste programlar devam ediyor. Ben planlıyorum programları. Attıkları halde çalışmaya devam ediyorum. Yaklaşık 2 ay ben bu şekilde çalıştım. 2 ay sonra bir baktım. Benim odayı kapamış, yaptığım programları yakmışlar. Filmleri ilk yakılanlardan biri benim!Güvenlikçiler vardı, emekli albaylar, onlar yakmışlar.”
BABIALİ GÜNAYDIN’LA BAŞLADI
-Babıali’ye nasıl geldiniz?
“Günaydın bir ek çıkarıyor. Ben de o sıra Almanya’dayım. Bana teklif getirdiler. 1974’den 82’ye kadar Günaydın’da çalıştım. O ara askere gittim. 1,5 sene askerlik. 82 yılında da Güneş Gazetesi’ne gittim. Günaydın’da uzun bir zaman dış haberlerde çalıştım.
-Öğrenciyken böyle meslek düşlerinizi var mıydı?
“Sinema yönetmeni, yazar, gazeteci… Bir şey anlatmak isterdim. Ama okuldayken edebiyatım vasattı. Hep anlatacak bir şeyimiz olduğunu düşünüyordum.”
-Melih Âşık’la Türkiye’nin tanışması Güneş’te oldu.
“Günaydın’da son 1–2 sene dış haberlerdeydi. Haberleri daha çok kendimiz hazırlıyorduk. Muhabirimiz yoktu. Gazeteleri okuyup haberleri oradan çıkarıp kendimiz haber yapıyorduk. 1 milyon tirajı olmuştu; ama biz de işimizi iyi yapıyorduk. 12 Eylül’den sonra promosyonu yasakladılar. Halk haberciliği yapıyorduk; ama sol tarafa hitap ediyorduk. Masa başıydık; ama işliyorduk haberi. Bugün de bunu yapabilirsiniz. Zekâya dayanıyor. Masa başı habercilik bugün de mümkün. Halkın okuyacağı hikâyeleri imal ediyorduk.
-Güneş’te Arka Pencere vardı.
“Güneş’e haber merkezinde çalışacağım diye geldim. Güneri Civaoğlu ile Tercüman’dan gelen ekip haber merkezine oturdu. Biz açıkta kalmıştık. Güneri dedi ki, “sen Hasan Pulur’un köşesi gibi bir köşe yapacak bir adam bul!” Aradığımız isim bulunana kadar de o sayfayı ben yapıyorum. Ama geçici olarak… Güneş bu şekilde yayın hayatına başladı. Ben çok üzülüyordum haber yapamayacağım diye. Ama ne göreyim? 15 – 20 gün sonra bana mektuplar gelmeye başladı. Sayın yazar Melih Âşık diye. Ben de anladım ki, orada başka bir dünya var ve biz geçen yılları boşuna geçirmişiz. Diğer alanlar çok nankör. Yazarın her zaman okuyucuyla iletişimi var. Belki bu olmasa ben hala yazı işlerinde olacaktım. Belki yazı işleri müdürü olurdum. Güneş’teki o şansızlık dönemi benim için bir şans oldu. Köşe yazarı oldum. Güneş’ten sonra İstanbul Yeni Asır ve ardından da Milleyet’e geçtim.”
UFUK GÜLDEMİR MİLLİYET’E GÖRE DEĞİLDİ
-İçinizde Genel Yayın Yönetmenliği ukdesi kaldı mı?
“Kaldı!.. Ama olamayacağını da biliyordum. Televizyondan atıldık, Maliye’den atıldık. Hapse girdik çıktık. Ben o zaman 31 yaşındayım. Bir sabıkalı adamız. Nereye gitsek komünistiz! O damgadan kurtulamadım 90’lara kadar. O yüzden bana işverenlere hep teşekkür ettim. Tip olarak da ben yönetici bir tip değilim. Bize gazete emanet edildiği zaman, rahat durmayacağımız kesindi. Biz belli sivrilikleri olan kişileriz. O yüzden Genel Yayın Yönetmenliği uzun sürmezdi. Ercan Arıklı bir gazete çıkartıyordu, bana teklif etti. Ben kabul etmedim. Bir şey anlatmak için bu köşe yeterliydi!”
-Siz 1994’te Milliyet’te yeni atanan genel yayın yönetmeni Ufuk Güldemir’i yazarlar olarak istemediniz. Niçin karşıydınız?
“Çok ciddi bir gazete yapmadığını düşünüyordum. Abdi İpekçi’den sonra bir sol kimliği vardı. O kimliğini kaybederse artık o ağırlığı olmazdı. Orta sınıf avukat, mühendis vs… Sen gazeteyi değiştirip magazinleştirirsen, o kitleyi kaybedersin. Varoşlardaki kadınlara daha iyi magazin vereyim diye düşünürsen olmaz. Ufuk o işin adamı değildi. Ufuk, Milliyet’in adamı değildi.”
-Sonra Mehmet Yılmaz döneminde köşe değişti. Bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Bizim köşenin bir formatı vardı. Mehmet Yılmaz’la birlikte köşe ufaldı. Mehmet Yılmaz’dan sonra bizim köşeye eskisi gibi önem vermediler. Magazin yaparak tiraj alacağı düşünüldü. Milliyet ciddi bir gazeteydi, belli bir okuyucusu vardı. Şimdi Hanzade Doğan ile birlikte başlayan yeni dönemle yanlıştan dönüldü, Milliyet eski etkin çizgisine geldi.
YARIN:
*Tayyip Erdoğan’ın takdir ettiğim tek doğrusu…
*Ulusalcılıktan ne anlaşılmalı?
*Türkiye’nin aydınları eskiden soldaydı.