Medyanın İslamla imtihanı
Abone olGazeteciler ve uzmanlar dünyaya bakışımızı nasıl belirliyor?
Edward W. Said, Batı medyasının İslam’ı nasıl algıladığı üzerine
zihin açıcı tespitler içeren Covering Islam adlı kitabını 1981
yılında yayımlamıştı. İlk basımından on beş yıl sonra metni gözden
geçirdi; Körfez Savaşı gibi önemli dönüm noktalarının ışığında,
özellikle Amerikan medyasının İslam karşısındaki tutumunu tekrar
irdeledi ve yapıt 1997’de son şeklini aldı.
Türkçede daha önce Haberler Ağında İslam adıyla yayımlanan kitap,
adıyla, yeni bir çeviriyle Metis Yayınları tarafından geçtiğimiz
günlerde yayımlandı.
Kitabın özgün adındaki zekice kelime oyunu hemen fark ediliyor:
“Covering” fiilinin birinci anlamı “örtmek”; Said bu sözcüğü
kullanarak Batı (Amerikan) medyasının İslam hakkındaki haberleri
ustaca “örttüğünü” ve öyle “haberleştirdiğini” imâ ediyor. Medyada
İslam’ın tezi tek cümlede şöyle özetlenebilir: Batılı
üniversitelerde, hükümetlerde ve medyada görülen kanonik ve
ortodoks İslam haberlerinin hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğu
ve Batı’daki İslam haberlerinin tüm diğer haber ağlarından veya
yorumlardan daha yaygın, inandırıcı ve etkili göründüğü. Başka bir
ifadeyle, Amerikan medyasının İslam’la ilgili haberleri
“çarpıttığı”.
İslam’dan söz etmek nasıl bir saldırı biçimine
dönüştü?
Kitap, uzun bir “Giriş”in ardından üç bölümden oluşuyor: “Haber
Olarak İslam”, “İran Hikâyesi” ve “Bilgi ve İktidar”. Edward Said,
gözden geçirilmiş basım için yazdığı “Giriş”te, kitabın 1981’deki
ilk yayımlanışından sonraki süreçte Müslümanlar ve İslam üzerine
Amerikan medyasındaki basmakalıp ve savaşkan husumetin daha
abartılı bir hale geldiğini belirtiyor.
Aradaki on beş yılda neler olmuştu, hatırlayalım: Devrim’in ve Amerika ile arasındaki rehine krizinin ardından İran, uzun yıllar Amerikan medyasının odağında yer aldı; Körfez Savaşı yaşandı, CNN bu savaşı bölge hakkında hiçbir bilgisi olmayan Amerikan halkına ‘canlı yayınla’ aktardı; Samuel Huntington “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya attı, Bernard Lewis yazılarıyla Huntington’ın yaktığı fitili körükledi; İsrail-Filistin gerginliği tırmandıkça ABD, kimin yanında olduğunu açıkça belli etti. Hatta Türkiye’de Refah Partisi iktidara gelince New York Times’ın kıdemli yazarı Thomas L. Friedman, “Tıpkı İran’ı kaybettiğimiz gibi Türkiye’yi de kaybettik.” diye yazmıştı.
Bütün bunlar, İslam’ı ve Müslümanları ister istemez Amerikan
medyasının temel malzemelerinden biri haline getirdi. Said, bu
süreçte İslam yaftasının nasıl bir saldırı biçimine dönüştüğünü,
İslam ile köktendincilik arasında nasıl kasıtlı olarak çağrışımlar
üretildiğini, öte tarafta nasıl bir ‘haklı İsrail’ imgesi
yaratılmaya çalışıldığını New York Times, The New Republic, The
Atlantic, Columbia Journalism Review gibi saygın yayınlardan
örneklerle açıklıyor.
Medyada İslam, aslında Edward Said’in kanonik şarkiyatçı fikirler
üzerine yazmayı planladığı üçlemenin ikinci kitabı. Dolayısıyla
kimi şarkiyatçılar da, başta Bernard Lewis olmak üzere, onun
eleştirilerinden payını bolca alıyor.
Bernard Lewis’ten Gülen’e atıf
Lewis kitapta “tarzı etimolojiye hile katmak, kötü niyetli
gözlemler yapmak” olan, “saldırgan” bir kıdemli şarkiyatçı figürü
olarak karşımıza çıkıyor. Said’e göre, “Huntington’ın medeniyetler
çatışması üzerine yazdığı yazının başlığını ve ana fikrini Bernard
Lewis’in yazısından almasına şaşmamalı.” Said, Lewis’in hilelerini,
totolojilerini ve bazen de “hayret verici cehaleti”ni acımasızca
eleştiriyor. (Lewis ve totoloji demişken: Bernard Lewis, geçen
ağustosta Foreign Policy dergisinin internet sitesine verdiği
röportajda, Fethullah Gülen’in “Müslüman terörist,
terörist de Müslüman olamaz.” sözüne atfen, “İyi de,” demişti, “bu
cümle, bir Müslüman terör eylemi gerçekleştirdiğinde o eylemin
terör sayılamayacağı anlamında da yorumlanabilir.”
Lewis’ten izlediğimiz son mantık oyunu buydu! Ne var ki, Türk
basını Lewis’in bu oyununu ‘görmedi’.)
Medyada İslam, Batı medyasında İslam imgesinin nasıl korkutucu bir
hale dönüştürüldüğünün psikolojik, siyasi, tarihsel, kanonik ve
pratik sebeplerini ortaya koyuyor. İslam imgesini tektipleştirmek
nasıl bir hataysa, Batı medyasındaki algıyı tek bir sebeple
açıklamak da öyle hata olur. Bu konuda, örneğin bir medya grubunun
petrol hisselerinden hükümetle ilişkilerine, gittiği ülkenin
dilini, kültürünü bilmeyen muhabirin cehaletinden editörün
duygusallığına kadar birçok sebep sayılabilir.
Edward Said, bu kitaba son şeklini verdikten sonra dünya, 11 Eylül
gibi bir tecrübe yaşadı. Bir tarafta, Said’in “ertelenmesinden”
endişe ettiği kültürlerarası diyalog çabaları güçlenirken bir
tarafta Amerikan medyasındaki İslam’ı krizle eşit saymaya eğilimli
refleksler kendini göstermeye devam ediyor. Amerikan medyasında son
birkaç ayda yapılmış “Barack Obama gizli Müslüman mı?” haberlerine
bakınca bile bunu açıkça görmek mümkün. İki hafta önce
Colin Powell, Obama için “Müslüman olsa ne
olur!” deyince “İslamofobi” konusu yine Amerikan
gazetelerinin editöryal yazılarına terfi etmişti.
Medyada İslam, Batı kültürünün içinden yazılmış, “biz” ve “onlar”
ayrımını peşinen yapmış bir medyayı içeriden analiz eden bir kitap.
Benzer bir çalışma, aynı başlıklarla Türk medyası için yapılsa
ilginç veriler ortaya çıkar diye düşünüyorum. Ne de
olsa bizim yakın tarihimizde de “Mini etekli kızı diri diri
yaktılar” türünden haber fiyaskoları var. (Sanırım,
İslam hakkında Türk medyasındaki önyargılı ve cehalet ürünü
haberlerin Batı’dakinden daha basit sebepleri olduğu
söylenebilir.)
Edward Said’in dediği gibi, “Haberlerin doğru olmaması zaten kötü
bir şeydir ama statükoya dair ön kabullere dayanarak habercilik
yapmak daha berbat bir şeydir.” Bir gazetenin genel yayın yönetmeni
olsam, bütün editörlere Medyada İslam’ı okumayı zorunlu tutardım.
(M. İlhan Atılgan)