Medya, Diyarbakır gezisini çarpıttı
Abone olBaşbakan Erodoğan'ın Diyarbakır gezisi, son günlerin 'tek' konusu. Medya, bu geziyi çok fazla abarttı. Ekrem Dumanlı, 'Diyarbakır ziyaretini' çarpıtan basını eleştirdi..
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Diyarbakır'a "Kürt Sorunu"na
derinlemesine bir çözüm bulmak için gitti. Fakat Erdoğan'ın attığı
bu adım, medya tarafından farklı mecralara çekildi. Basın
kuruluşları, yayın politikaları doğrultusunda manüplasyon yaptı...
Zaman Gelen Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, medyanın bu tutumunu
yanlış buldu. Dumanlı, başlıklı yazısında gezinin medya tarafından
abartıldığına dikkat çekti...
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:
Türkiye günlerce Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır gezisini konuştu. Önce aydınlar Başbakan’ı ziyaret etti. “Kürt sorunu” üzerine yeni açılımlar istendi. Ardından hükümet Diyarbakır’a taşındı. Çok sayıda gazetecinin yakından takip ettiği gezi, ülke gündeminin birinci maddesi haline geldi.
Başbakan’ın gezisi önemliydi elbette. Son birkaç aydır PKK’nın estirdiği terör, Türkiye’yi yeni bir güvenlik sendromuna itiyordu. Canlı bombalar, beklenmedik patlamalar, yollara mayın döşemeler, hemen her gün televizyonlara yansıyan ay-yıldızlı bayrağa sarılı şehit tabutları... Halk, huzursuz, şaşkın ve öfkeli... Bulanık suda balık avlamayı seven çoktur bu ülkede. Taşeron terör örgütünün estirdiği tedhiş havasından menfaat umanlar var...
Medya, böyle zor dönemlerde sağduyunun, akl-ı selimin merkezi olmak zorunda. Basının vereceği aşırı tepki, terörün elini güçlendiriyor çünkü. Onlar bekliyor ki, her sıkılan kurşun baş haber olsun. Böylece yüreklere korku salınsın, kitleler birbirine düşman edilsin, gücü elinde tutan otorite, hata yapsın, hakperestlik rafa kaldırılsın... İşgüzarlar görürsünüz böyle zor dönemlerde “sallandıracaksın birkaçını, bak bir daha yaparlar mı” deyiveren. Kaos ortamının oluşması için komplo hazırlayanlar, propaganda yapanlar...
Medya Erdoğan’ın gezisini abartırsa...
Bölge üzerine sislerin çöktüğü böyle bir günde Erdoğan’ın Diyarbakır’a gitmesi, yerinde bir hareket. Çünkü bölgedeki nabız, terörist örgütlerin eline bırakılamaz. İnisiyatif almak için risk almak gerekir. Ancak gezi öncesi medyada estirilen hava, Türkiye gerçeğine çok yakışmadı. Mesele o kadar abartıldı ki sanırsınız Erdoğan, Türkiye’nin güzide ve asude bir şehrine değil, yabancı bir ülkeye gidiyor. Diyarbakır dediğimiz belde bin 400 küsur yıldan beri İslam topraklarıdır. On asırdır aynı kültür ile yoğrulmuş, aynı bayrak altında yaşamış, aynı hasret ve vuslat türküleriyle hem dem olunmuş bir şehirden bahsediyoruz. İşi bunun ötesine taşımak büyük bir vebal altına girmek demektir...
“Kürt sorunu”nda büyük hatalar yapıldığı acı bir gerçek. Vaktinde müdahale edilemeyen, tedbir alınamayan, planlaması yapılamayan bir mesele bu. Kültürel dokunun tabii imkânları hep göz ardı edildi. Yüzlerce yıldır yöre halkını aynı potada eriten kültürel değerlerin avantajı korunamadı. Hadiseye sadece ‘etnik köken’ açısından bakılınca tuhaf bir manzaranın çıkacağı aşikârdı. Nitekim bölge bugün ırkçılığın yaydığı virüsün etkisi altındadır.
Şimdi kesin bir virajın eşiğinde Güneydoğu. Avrupa Birliği sürecinde atılan demokratik adımlar en çok PKK’yı rahatsız etti. Güya “özgürlük için” savaşıyorlardı. Özgürlük alanlarının genişletilmesi, yüreklerine korku saldı. Ve anlaşılan o ki ayrılıkçı terör örgütü 3 Ekim müzakerelerine kadar bu vahşi metoda devam edecek. Müzakere öncesinde “ben de varım” demek istiyor. AB karşıtı hangi müttefiklerden yardım aldığı ise meçhul. Bu şartlarda bu ülkeyi yöneten insanların bölgeye gitmesi ve halka doğrudan doğruya mesajlar vermesi kadar tabii bir şey olamaz.
Başbakan’ın konuşması ölçülü, hassas, doğru mesajlar içeriyordu. “Kürt sorunu önce benim sorunum” diyerek yöre halkını bağrına basıyor, “cezaevinde yattım; ama devletime asla küsmedim” diyerek devletle barışık olunmasını öneriyor, “tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyerek ayrılıkçı şeytanlara karşı halka birlik çağrısında bulunuyordu. Ne yazık ki böyle millî bir meselede bile basın, bazen işi sulandırıyor. Meydan doldu mu dolmadı mı, dolmamasını güvenlik sebebiyle devlet mi istedi, yoksa belediyenin işgüzarlığı mıydı? Hemen her meseleyle ilgili yazı kaleme alan, Ankara’da oturup dünya dengeleri üzerine yazı yazan biri de “Ne lüzum var Diyarbakır’a kadar gitmeye. Konuşmanı televizyondan yapabilirdin” gibi absürd yaklaşımlar sergiledi.
Güneydoğu’nun bugünlere gelmesinde herkese düşen bir sorumluluk var. Siyasîlerden medya mensuplarına kadar uzayan mesuliyet listesinde laubali yaklaşımların payı büyüktür. Hadiseye kâh “bir avuç eşkıya” efsanesiyle yaklaşıldı, kâh “terörün beli kırıldı” üsturesiyle. Sosyal analizler yapılamadı, siyasî gelişmeler vaktinde anlaşılamadı. Hâlâ da anlaşılabilmiş değil. Susurluk skandalına adı karışan emekli bir tuğgeneral (Veli Küçük) “silah alır dağa çıkarız” diyor. Hadise keşke bu kadar basit olsaydı. Bu kadarcık bir gayretle çözülecek olsa hangi vatansever çıkmaz dağa? Ancak, meselenin sosyal, ekonomik, siyasî, tarihî, dinî, kültürel ayrıntıları var; çözüme o açılardan tek tek bakmak gerekiyor.
Elbette “daha çok demokrasi”. Elbette “daha çok özgürlük”. Ancak açık bir gerçek var ki bu bölgede terör örgütü cirit atıyor. Bu menfur örgüte karşı mücadele yapılmaması düşünülemez. Önemli olan devletin, eli kanlı katiller ile sade vatandaşı birbirinden ayırması, hukuk kuralları içinde hakperest ve adil davranması. Aklı başında gazetecinin kendini ne romantik bir demokrasi destanına kaptırması gerekiyor ne de faşist özentilere girmesi. Her iki uçta geliştirilecek yayın politikası, meseleyi daha da berbat ve çözümsüz hale getirir.
Medya için doğru bilgi her şeydir. Yanlış bir bilgi üzerine söylenen her söz tarihî bir vebaldir. Mesela Türkiye günlerdir asfaltlanmayan yollar nedeniyle teröristlerin rahat pusu kurduğunu tartışıyor. İddiaya göre askerler asfalt yol istiyor, hükümet talepleri karşılayamıyor ve asfalt olmayan yollara döşenen mayınlar yüzünden askerimiz şehit düşüyor. Böyle bir talebin olup olmaması ayrı bir konu; eylemlerin gerçekten nerede yapıldığı başka bir konu. Günlerdir Türkiye’yi meşgul eden tartışmaya Diyarbakır muhabirimiz Mehmet Gökçe son noktayı koydu. 1 ayda 11 mayınlı saldırı yapılmıştı. Bunlardan 6’sı asfaltlı yolda, 3’ü stabilize, sadece 2’si toprak yolda gerçekleştirilmişti. Bu bilgilerin teknik ayrıntısını Zaman’ın 13 Ağustos nüshasında görünce sanırım kamuoyu “Günlerdir yapılan asfalt yol tartışması boşuna mıydı?” demiştir. Hadiselerin mide bulandıran yanları da var üstelik. Mesela bazı yollara mayın yerleştirmek saatler alabiliyor. Bu kadar sürede yolun her iki tarafını bir örgütün kapatması ve buna müdahale edilememesi kuşku uyandırıyor...
Türkiye, bu badireden de geçecek; yeter ki terörü sadece askerin, sadece polisin, sadece hükümetin işi gibi görmeyelim. ‘Eylemler sürsün de hükümet yıpransın’ ya da ‘eylemler devam etsin de askerin prestiji yerle bir olsun’ yaklaşımı haince bir duygudur...
Burası Türkiye; oyun içinde oyunların oynandığı ülke. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak isteyen şebeke(ler) ile Türk hükümetini ve devletini yıkmak isteyen örgüt(ler) aynı. Bakmayın taşeronların maskeli balosuna. Terörü tırmandıranlar ile “terörle mücadele” kavramından yararlanarak özgürlükleri kısıtlamak isteyenler arasında stratejik işbirliği var. Ve maalesef gizli servisler bu ülkede cirit atıyor. Ve bu örgütler, halkın hissiyatı ile kedi-fare oyunu oynamaktadır.
Basının kalitesi, böyle sisli-puslu havalarda güneş gibi ortaya çıkmasından bellidir. Dengeli, makul, stratejik yaklaşım niyetleri yetmez. Doğru bilgi, dürüst analiz, kuşatıcı nazar gerekir. Kimsenin kuşkusu olmasın; basın Türkiye’de hâlâ güçlüdür ve heveslerden arındırılmış bir gazetecilik anlayışı Türkiye’nin ufkunu açacaktır.
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:
Türkiye günlerce Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır gezisini konuştu. Önce aydınlar Başbakan’ı ziyaret etti. “Kürt sorunu” üzerine yeni açılımlar istendi. Ardından hükümet Diyarbakır’a taşındı. Çok sayıda gazetecinin yakından takip ettiği gezi, ülke gündeminin birinci maddesi haline geldi.
Başbakan’ın gezisi önemliydi elbette. Son birkaç aydır PKK’nın estirdiği terör, Türkiye’yi yeni bir güvenlik sendromuna itiyordu. Canlı bombalar, beklenmedik patlamalar, yollara mayın döşemeler, hemen her gün televizyonlara yansıyan ay-yıldızlı bayrağa sarılı şehit tabutları... Halk, huzursuz, şaşkın ve öfkeli... Bulanık suda balık avlamayı seven çoktur bu ülkede. Taşeron terör örgütünün estirdiği tedhiş havasından menfaat umanlar var...
Medya, böyle zor dönemlerde sağduyunun, akl-ı selimin merkezi olmak zorunda. Basının vereceği aşırı tepki, terörün elini güçlendiriyor çünkü. Onlar bekliyor ki, her sıkılan kurşun baş haber olsun. Böylece yüreklere korku salınsın, kitleler birbirine düşman edilsin, gücü elinde tutan otorite, hata yapsın, hakperestlik rafa kaldırılsın... İşgüzarlar görürsünüz böyle zor dönemlerde “sallandıracaksın birkaçını, bak bir daha yaparlar mı” deyiveren. Kaos ortamının oluşması için komplo hazırlayanlar, propaganda yapanlar...
Medya Erdoğan’ın gezisini abartırsa...
Bölge üzerine sislerin çöktüğü böyle bir günde Erdoğan’ın Diyarbakır’a gitmesi, yerinde bir hareket. Çünkü bölgedeki nabız, terörist örgütlerin eline bırakılamaz. İnisiyatif almak için risk almak gerekir. Ancak gezi öncesi medyada estirilen hava, Türkiye gerçeğine çok yakışmadı. Mesele o kadar abartıldı ki sanırsınız Erdoğan, Türkiye’nin güzide ve asude bir şehrine değil, yabancı bir ülkeye gidiyor. Diyarbakır dediğimiz belde bin 400 küsur yıldan beri İslam topraklarıdır. On asırdır aynı kültür ile yoğrulmuş, aynı bayrak altında yaşamış, aynı hasret ve vuslat türküleriyle hem dem olunmuş bir şehirden bahsediyoruz. İşi bunun ötesine taşımak büyük bir vebal altına girmek demektir...
“Kürt sorunu”nda büyük hatalar yapıldığı acı bir gerçek. Vaktinde müdahale edilemeyen, tedbir alınamayan, planlaması yapılamayan bir mesele bu. Kültürel dokunun tabii imkânları hep göz ardı edildi. Yüzlerce yıldır yöre halkını aynı potada eriten kültürel değerlerin avantajı korunamadı. Hadiseye sadece ‘etnik köken’ açısından bakılınca tuhaf bir manzaranın çıkacağı aşikârdı. Nitekim bölge bugün ırkçılığın yaydığı virüsün etkisi altındadır.
Şimdi kesin bir virajın eşiğinde Güneydoğu. Avrupa Birliği sürecinde atılan demokratik adımlar en çok PKK’yı rahatsız etti. Güya “özgürlük için” savaşıyorlardı. Özgürlük alanlarının genişletilmesi, yüreklerine korku saldı. Ve anlaşılan o ki ayrılıkçı terör örgütü 3 Ekim müzakerelerine kadar bu vahşi metoda devam edecek. Müzakere öncesinde “ben de varım” demek istiyor. AB karşıtı hangi müttefiklerden yardım aldığı ise meçhul. Bu şartlarda bu ülkeyi yöneten insanların bölgeye gitmesi ve halka doğrudan doğruya mesajlar vermesi kadar tabii bir şey olamaz.
Başbakan’ın konuşması ölçülü, hassas, doğru mesajlar içeriyordu. “Kürt sorunu önce benim sorunum” diyerek yöre halkını bağrına basıyor, “cezaevinde yattım; ama devletime asla küsmedim” diyerek devletle barışık olunmasını öneriyor, “tek devlet, tek millet, tek bayrak” diyerek ayrılıkçı şeytanlara karşı halka birlik çağrısında bulunuyordu. Ne yazık ki böyle millî bir meselede bile basın, bazen işi sulandırıyor. Meydan doldu mu dolmadı mı, dolmamasını güvenlik sebebiyle devlet mi istedi, yoksa belediyenin işgüzarlığı mıydı? Hemen her meseleyle ilgili yazı kaleme alan, Ankara’da oturup dünya dengeleri üzerine yazı yazan biri de “Ne lüzum var Diyarbakır’a kadar gitmeye. Konuşmanı televizyondan yapabilirdin” gibi absürd yaklaşımlar sergiledi.
Güneydoğu’nun bugünlere gelmesinde herkese düşen bir sorumluluk var. Siyasîlerden medya mensuplarına kadar uzayan mesuliyet listesinde laubali yaklaşımların payı büyüktür. Hadiseye kâh “bir avuç eşkıya” efsanesiyle yaklaşıldı, kâh “terörün beli kırıldı” üsturesiyle. Sosyal analizler yapılamadı, siyasî gelişmeler vaktinde anlaşılamadı. Hâlâ da anlaşılabilmiş değil. Susurluk skandalına adı karışan emekli bir tuğgeneral (Veli Küçük) “silah alır dağa çıkarız” diyor. Hadise keşke bu kadar basit olsaydı. Bu kadarcık bir gayretle çözülecek olsa hangi vatansever çıkmaz dağa? Ancak, meselenin sosyal, ekonomik, siyasî, tarihî, dinî, kültürel ayrıntıları var; çözüme o açılardan tek tek bakmak gerekiyor.
Elbette “daha çok demokrasi”. Elbette “daha çok özgürlük”. Ancak açık bir gerçek var ki bu bölgede terör örgütü cirit atıyor. Bu menfur örgüte karşı mücadele yapılmaması düşünülemez. Önemli olan devletin, eli kanlı katiller ile sade vatandaşı birbirinden ayırması, hukuk kuralları içinde hakperest ve adil davranması. Aklı başında gazetecinin kendini ne romantik bir demokrasi destanına kaptırması gerekiyor ne de faşist özentilere girmesi. Her iki uçta geliştirilecek yayın politikası, meseleyi daha da berbat ve çözümsüz hale getirir.
Medya için doğru bilgi her şeydir. Yanlış bir bilgi üzerine söylenen her söz tarihî bir vebaldir. Mesela Türkiye günlerdir asfaltlanmayan yollar nedeniyle teröristlerin rahat pusu kurduğunu tartışıyor. İddiaya göre askerler asfalt yol istiyor, hükümet talepleri karşılayamıyor ve asfalt olmayan yollara döşenen mayınlar yüzünden askerimiz şehit düşüyor. Böyle bir talebin olup olmaması ayrı bir konu; eylemlerin gerçekten nerede yapıldığı başka bir konu. Günlerdir Türkiye’yi meşgul eden tartışmaya Diyarbakır muhabirimiz Mehmet Gökçe son noktayı koydu. 1 ayda 11 mayınlı saldırı yapılmıştı. Bunlardan 6’sı asfaltlı yolda, 3’ü stabilize, sadece 2’si toprak yolda gerçekleştirilmişti. Bu bilgilerin teknik ayrıntısını Zaman’ın 13 Ağustos nüshasında görünce sanırım kamuoyu “Günlerdir yapılan asfalt yol tartışması boşuna mıydı?” demiştir. Hadiselerin mide bulandıran yanları da var üstelik. Mesela bazı yollara mayın yerleştirmek saatler alabiliyor. Bu kadar sürede yolun her iki tarafını bir örgütün kapatması ve buna müdahale edilememesi kuşku uyandırıyor...
Türkiye, bu badireden de geçecek; yeter ki terörü sadece askerin, sadece polisin, sadece hükümetin işi gibi görmeyelim. ‘Eylemler sürsün de hükümet yıpransın’ ya da ‘eylemler devam etsin de askerin prestiji yerle bir olsun’ yaklaşımı haince bir duygudur...
Burası Türkiye; oyun içinde oyunların oynandığı ülke. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak isteyen şebeke(ler) ile Türk hükümetini ve devletini yıkmak isteyen örgüt(ler) aynı. Bakmayın taşeronların maskeli balosuna. Terörü tırmandıranlar ile “terörle mücadele” kavramından yararlanarak özgürlükleri kısıtlamak isteyenler arasında stratejik işbirliği var. Ve maalesef gizli servisler bu ülkede cirit atıyor. Ve bu örgütler, halkın hissiyatı ile kedi-fare oyunu oynamaktadır.
Basının kalitesi, böyle sisli-puslu havalarda güneş gibi ortaya çıkmasından bellidir. Dengeli, makul, stratejik yaklaşım niyetleri yetmez. Doğru bilgi, dürüst analiz, kuşatıcı nazar gerekir. Kimsenin kuşkusu olmasın; basın Türkiye’de hâlâ güçlüdür ve heveslerden arındırılmış bir gazetecilik anlayışı Türkiye’nin ufkunu açacaktır.