Medya-asker ilişkisinde yeni dönem
Abone olAsker medya ilişkisinde yeni bir sayfa açıldığını haber veren Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı'ya göre bu alanda hala atılması gereken adımlar var.
Asker ve medya ilişkilerine değinen Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, adlı yazısında geçmişe nazaran hayli ilerleme olduğunu kaydetti. Dumanlı, olumlu tabloya rağmen TSK toplantılarındaki akredite kriterlerinin de reforma tabi tutulmasını ümit etti:
İtiraf etmem gerekiyor ki en zor konulardan biridir medya-asker ilişkisini ele almak. Sözleriniz yanlış anlaşılabilir. Bir çırpıda "askerci" de ilan edilebilirsiniz, "asker düşmanı" da. İşi tadında bırakan, meselenin dozunu iyi ayarlayan bir topluluk da değiliz. Hal böyle olunca iyi niyet, samimiyet, dürüstlük devreye girer.
Medya-ordu ilişkisinin zorluğu, tarihi hadiseler ve acı tecrübelerle de ilgilidir. Bab-ı âli baskınları ile Bab-ı âli'yi mesken tutmuş basın arasında bağlantılar hep kurula gelmiştir. Cumhuriyet döneminde durum, daha da anlaşılmaz bir hal almıştır. Olağanüstü haller normale dönünce basın darbecilere ağır eleştiriler yöneltmiş, darbeciler de basını 'kışkırtıcı yayınlar' yapmakla suçlamıştır... Türkiye artık eski Türkiye değil; çünkü dünya, artık eski dünya değil. Yerkürenin en ücra köşesinde meydana gelen bir olay, dünyanın diğer ucundaki insanları tesir altında bırakıyor. O yüzden her hadise, ânında bilgi havuzlarına düşüyor. Özgürlük kısıtlayıcı her şey, bir anda dünyanın da gündemi haline geliyor. Dolayısıyla özgürlük, ülkeden ülkeye değişen bir kavram olmaktan çıkarak her geçen gün biraz daha evrensel bir çerçeve kazanıyor...
TSK’nın son yıllardaki yol haritası
Evet artık ne asker eski asker; ne medya eski medya olarak kalabilir. Kalmıyor da. Herkes, gelişen şartlara ve dünyadaki yönelişlere göre kendini yeniliyor. Daha modern, daha etkin, daha demokratik, daha şeffaf, daha özgürlükçü...
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), son yıllarda bazılarının tahayyül bile edemeyeceği büyük icraatlara imza attı. Avrupa Birliği uyum yasalarının çıkarılması, Kopenhag Kriterleri'nin hayata geçirilmesi, MGK Genel Sekreterliği'nin sivilleştirilmesi gibi her biri Türkiye için zor sayılabilecek kritik noktalarda hep demokrasiden yana tercih kullandı. Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün emriyle başlatılan yolsuzluk soruşturmaları bile başlı başına tarihî bir değer taşıyor. "Askeri yıpratmak" gibi bir zırhın içine girme yerine (ve dolayısıyla ordumuz hakkında yapılabilecek dedikodulara göz yumma yerine) Özkök bizzat emir vererek işi hukuka devretti. Emekli generaller mahkeme huzurunda açıktan açığa hesap vermek zorunda kaldı. Ve herkes gördü ki halk, şeffaf mahkemelerde ortaya çıkan manzaradan "askerimizin yıpranması" sonucunu değil; "asker herkesten daha şeffaf" dersini çıkardı.
Adımlar atıldı; ama hâlâ problemler var
Geçen hafta Star gazetesinin sürmanşeti daha ilginç bir ayrıntıya açıklık getiriyordu. Gazeteye göre Hilmi Özkök Paşa, üst düzey komutanların mal varlığı beyanını yüzbaşı seviyesine kadar indirmiş. Bilemiyorum, Özkök Paşa'nın ve kurmaylarının cesaretiyle ortaya konan şeffaflaşmayı, başka kuruluşlar da yapabilir mi? Daha düne kadar herkes, asker-sivil ilişkisini darbe çerçevesinde tartışıyordu; bugün ordu, şeffaflaşma ve demokratikleşme merkezinde konuşuluyor.
Asker-sivil ilişkilerinin normalleşme süreci yaşadığı açık. Ne var ki bu süreçte hâlâ bazı sıkıntılar yaşandığı da bir gerçek. Mesela, şu akreditasyon sorunu hâlâ çözülebilmiş değil. İnsanlar bu yanlışı yazmaktan usandı adeta. Şimdilerde meseleyi en çok Tercüman Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak dile getiriyor. İtirazında yerden göğe kadar haklıdır. Akreditasyon, 28 Şubat döneminin sebep olduğu bir yanlış uygulamadır. Gazete ve televizyonları "dinci", "İslamcı" gibi ayrımlara tabi tutmak hoş değil. Bugünkü Türkiye manzarasına da yakışmıyor.
Kanaatim o ki, Türkiye normalleştikçe, asker-sivil münasebeti demokratik bir çerçeveye oturdukça akreditasyon problemi de çözülecek. Çözülmek zorunda çünkü. Bu işten en çok ordumuz yara alıyor; bunu fark etmemek mümkün değil. Sessiz kalınınca "bu mesele sadece Tercüman'ın problemi" gibi yanlış bir algılama ortaya çıkıyor. Bazen de "konuyu sadece hep Nazlı Hanım dile getiriyor, diğer mağdurlar buna razı mı" şüphesine de yol açabiliyor. Aslında akreditasyon uygulamasına demokrasiye inanan hiçbir vatansever medya mensubu razı değil; ancak hadisenin inatlaşmaya gitmesi de hoş bir durum değil. İşin tadı iyice kaçınca bu mesele, Türkiye'yi uluslararası platformda mahcup edecek bir hale de dönüşebilir. Avrupa Birliği yolunda bu kadar büyük adımlar atmış bir ülkenin dünya kamuoyu nezdinde akreditasyon yüzünden küçük düşmesine kimin gönlü razı olur!?.
Ordu da medya da bu engeli aşmalı
28 Şubat'ın sebep olduğu yanlışlar birer birer tashih ediliyor; edilecek de. Türkiye sorunlarını "dünya standartları"na doğru mesafe alarak çözüyor. Bu meseleyi aynı mantıkla çözmek gerekiyor. Dünyada akreditasyon uygulaması var; ancak bu, insanların dünya görüşüne göre yapılan ideolojik bir sınıflamaya dayanmıyor. Diyelim ki askerî bir konuda brifing verilecek; ordu, her muhabiri kabul etmiyor, uzman muhabir isteyebiliyor. Bunu sadece ordu değil, diğer kurum ve kuruluşlar da yapıyor. Böyle bir uygulamanın toplantının verimli geçmesi mantığıyla makbul bir izahı var. Türkiye'deki yanlış, bazı kuruluşları topyekün yasaklı ilan etmek. Böyle bir şey mümkün mü!?.
Akreditasyon yanlışında medyanın da vebali büyük. Kendisine uygulanan ayrımcılığı diline pelesenk yapan basın kuruluşları, söz bu konuya gelince sessiz kalmayı tercih ediyor. "Nasıl olsa bize yapılmıyor" diye düşünüyorlar galiba. Oysa medyanın toplam itibarı söz konusu.
Medyanın tavrında daha üzücü bir ayrıntı var: Askerin düzenlediği her toplantı sonrasında haberlere akreditasyon notu düşülüyor. Papatya falına bakar gibi "çağrıldılar", "çağrılmadılar" diye not düşülürken "İslamcı medya" gibi "dinci basın" gibi tabirleri bile kullanmakta beis görmüyor bizim medya. Mesele zihnî bir problem aynı zamanda. Geçenlerde pek çok gazete ve televizyon yöneticisinin üye olduğu bir meslek kuruluşu bile gazeteleri "İslamcı basın" diye tanımlayıverdi. Medya kuruluşlarında bile ayrımcılığa dayanan zihni kodlar varsa, meseleyi kısa vadede çözmek zor...
Medya ne yapmalı?
Aslında işin doğrusu şu: Herkes kendi işini tastamam yapacak. Asker de öyle, medya da öyle, siyaset de öyle... Tam demokratik bir ülkede asker, siyaset, üniversite, iş dünyası vesaire ne yaparsa, bu ülkede de öyle olacak.
Medya-asker ilişkisinin normale dönmesinde basına da çok büyük bir mesuliyet düşüyor. "Askere şirin görünmek" ya da "asker düşmanlığına yol açmak"tan bahsetmiyoruz. Basın, kendine sıradağlar gibi heybetli bir pozisyon bulmak zorunda. Daha açıkçası, işini dosdoğru ve tastamam yapmak mecburiyetinde. Gazete, dergi ya da televizyon doğru bilgiyi, bağımsız yorumu yansıtıyorsa, bu, görmezden gelinemeyecek kadar güçlü bir sosyal gerçeğe dönüşmüş demektir. Referans gazeteciliği böyle bir kapı açar basına. Bilgi kirliliğinin asit yağmuruna dönüştüğü ve radyoaktif tesirinin millet vicdanını çürüttüğü günümüzde, hep doğru yazan, doğru kriterlerle gazetecilik yapan basın kuruluşlarının itibar kazanması kaçınılmaz. Diyelim ki bir yayın kuruluşu, gümbür gümbür gazetecilik yapıyor, en azından o yolda çırpınıyor, bunu kim görmezden gelebilir? Diyelim ki görmezden geldi, bu durumu kamuoyuna nasıl izah edebilir?
Unutmamak gerekir ki basının asıl sermayesi akredite değil kredibilitedir. Gazeteler müstağni davranıp, "biz ciddi gazetecilik yapalım, takdir kamuoyunundur" diyebilir. Ancak, hem ordumuzu, hem medyamızı yıpratan bir yanlışın sürdürülmesi, ülkemiz ve demokrasimiz için anlaşılır bir durum değil.
Türkiye, devasa problemlerini çöze çöze ufka yürüyor. Doğru ve emin adımlarla yapılan bu yürüyüşte hem Türk medyasına hem de Türk ordusuna tarihi sorumluluklar düşüyor. Umarım sorumlular bunun farkındadır...
Gazetecilerin toplantısında bile ayrımcılık yapılırsa
Geçen hafta gazetecileri üzen nahoş bir hadise yaşandı. Galatasaray Üniversitesi'nde düzenlenen 'Demokratik bağımsız ve saygın medyanın hayata geçirilmesi' başlıklı konferansa Yeni Asya Gazetesi muhabiri Naciye Kaynak alınmadı. Toplantıyı düzenleyen Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, konu 'bağımsız ve saygın medya' ve bir genç muhabir içeri alınmıyor. Cemiyet Başkanı Orhan Erinç, üniversiteyi suçlamış; ama üniversite hadisenin kendileriyle ilgisinin olmadığını, kendilerinin sadece ev sahipliği yaptığını ifade ediyor. Durum böyle ise Gazeteciler Cemiyeti ağır bir yara almıştır. Meslektaşlarını giyim kuşamına göre ayırmak TGC'ye asla yakışmaz. Bir haber için toplantı yerine kadar gelmiş, meslektaşları tarafından kapıdan çevrilmiş gazeteciye cemiyetin özür borcu var...
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak: