Geçtiğimiz günlerde ulusal basında yayınlanan bir habere göre, Meclis arşivlerinde en çok araştırılan husus, Osmanlı Devleti zamanında bankada kalmış para ve miras kalan taşınmazlar olduğu ortaya çıktı.
Bu durum, maddi çıkar mevzubahis olduğunda kendimizi Osmanlı’nın mirasçısı olarak görmeyi yadsımadığımızın ve köklü bir medeniyetin mirasçısı olma mevzusunu ne kadar yanlış anladığımızın trajik bir göstergesi aslında.
Osmanlı, hamuruna kattığı İslam mayasıyla çeşitli medeniyetlerin tevhid inancına aykırı olmayan özlerinden beslenerek hala yeri doldurulamayan ve aşılamayan örnek bir model oldu.
Birkaç yüzyıl öncesinin haritalarına bakınca, Osmanlı’nın bir şekilde kaybetmiş olduğu topraklarda hala daha kargaşanın hâkim olduğunu, barış, adalet ve kardeşliğin tesis edilemediğini görüyoruz. İşte Osmanlı’nın mirasçısı oluşumuz tam bu manada daha kritik bir önem arz etmeye ve hatta bizim için tarihi bir sorumluluk olmaya başlıyor.
Son birkaç yüzyıldır yaşananları anlayabilmek için okuma yaptığımızda, yeni dünya düzeni denilen düzensizliğin, aslında günümüzdeki birçok problemin temeli ve bu problemlerin sürekliliğini sağlayan ana etken olduğunu da anlayabiliriz. Bu gerçekle beraber, Batının veya genel olarak dünyaya hâkim olan hegemonyanın ciddi bir adalet sorunuyla karşı karşıya olduğunu da rahatlıkla müşahede edebiliriz.
Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında insan hakları, özgürlük, adalet gibi kavramların tek hamisi, yılmaz savunucusu olan Batı, bu kavramları; kişiye göre adalet, kişiye göre insan hakları ve kişiye göre özgürlük mesabesine indirgeyerek kavramların homojen yapısını/özünü bozdu. İnsanlığın ve dünya barışının köküne kibrit suyu döken bu anlayış, dünyaya hâkim oldu. İnsanı öteleyen, sistemi önceleyen Batı; insanların dinine, ırkına ve yaşadığı coğrafyaya göre adalet, insan hakları ve özgürlükten alacağı payı belirledi.
Bu noktada, Osmanlı’nın yalnızca bize değil dünyaya da bir miras bıraktığına olan inancımız sorumluluğumuzu kat be kat artırdı. Esasen bugün dünyanın, adalet gibi temel bir dayanaktan uzaklaşmayan, aynı dinamiklerle çağı okuyan, insana, insan olduğu için önemli olduğunun çağrısını yapan, bu çağrıyı yapacak temel unsurları evvela kendinde taşıyan Osmanlı ruhuna ihtiyacı var.
Fakat maddi mirasçılar ve mirasyediler varken, insanı eşrefi mahlûkat olarak gören, sınırlarının her karışını barış yurduna çeviren bir medeniyetin asli mirasçısı olmak zor ve sorumluluk isteyen bir iş. Çünkü maddi mirasçı olmak, dışarıdan gelen bedelsiz bir zenginleşmeye kapı aralarken medeniyet mirasçısı olmak; büyük bir medeniyet fikrinin özünü/kökünü bilmeyi ve ona uygun bir hayat inşa etmeyi gerektirir.
Her mirasta olduğu gibi bir anda ortaya çıkan alacaklılar, öncelikli olarak sıraya girerken, o mirasa kendi medeniyetini borçlu olanların da elbette yapacakları şeyler olmalıdır. Çünkü Osmanlı medeniyeti, coğrafi sınırlara hapsolacak kadar küçük değildir; aksine sınırları gönüllerde mündemiç olan büyük bir medeniyetin adıdır.
Bu tanımlama, yasal mirasçı olmamasına rağmen dünyanın geri kalanını da Osmanlı’nın varisi haline getirmiştir. İşte dünya, temel dayanağı İslam olan Osmanlı medeniyetinin bu mirasına sahip çıktığında, insanı anlayacak ve modern tüm sorunlarına da çare bulacaktır.