Leyla Umar'ın kürklü eylemi!
Abone olLeyla Umar, ikinci bir eyleme katıldı mı? Katıldıysa üzerine ne giydi? Usta gazeteci Umar'ın müthiş anıları.
Kürklü eylemin hikayesini Leyla Umar'ın kaleminden sunuyoruz
size: "Bari kürkünle yürümeseydin! Farkında olmadan ağzımdan şu
sözler döküldü: Aç olmayabilirim ama birçok arkadaş öyle.
İkincisine yine katılırım; ama bu sefer giyeceğime dikkat ederim...
Yaklaşık bir hafta önceydi... Yazıişleri'nde Zafer Mutlu ile
karşılaştım; yüzündeki ifadeden kafasından garip bir şeyler
geçtiğini hissettim. Onunla son 15 yıl birlikte çalıştığım için
ruhî durumuna dair kehanetlerimde pek az yanılmışımdır. Tayfun
Devecioğlu ise bir türlü iç ve dış dünyasını keşfedemediğim bir
Genel Yayın Yönetmeni'dir. iki yıl önce, şimdi hatırlayamadığım bir
sözüne kırılıp üç ay haber yazmayınca, gecenin bir saatinde
gazeteden çıkarken arkamdan koşup bana sarılıp gönlümü alınca;
ânında barışıp sonra gerçekten sevmeye başladığım bir adamdır...
Zafer Mutlu gazetenin haber toplantılarında bulunmak için 8. kattan
1. kata indiği zaman Tayfun'un karşısındaki koltuğa oturur ama
Yazıişleri'nde de neler olup bittiğini açık kapıdan çaktırmadan
izler. İşte, geçenlerde yine Tayfun'un odasındaki koltuğunda oturup
çevreyi gözetlerken ve o sırada ben önünden geçerken seslendi:
"N'olur, gelip biraz otursanıza" dedikten sonra pat diye "Kaç
yıllık gazetecisiniz?" diye sordu. "Kırk sekiz" yanıtını duyunca:
"Ben elli yıl sanıyordum. Ama yine de yarım asırlık bir
gazetecisiniz diyebiliriz" dedi. Zafer'in gözleri birden parladı.
"Sizin 50. yılınızı kutlamak istiyorum" dedi. "Bayramda 2 gün
Bodrum'daydım. Birden Babıâli'deki yaşamınız gözümün önünden geçti.
'Kimlerle çalıştığınızı, onlarla ilişkilerinizi' anlatmanızın ne
kadar ilginç olacağını düşündüm. Hemen Selahattin Duman'la Ercan
Arıklı'yı arayıp fikirlerini sordum. Hararetle desteklediler..."
Reklamlar dağıtıldı... Ömrümde hiç anı defteri tutmadığımı ve yakın
geçmişte bile önemli olayları unuttuğumu söyleyecek oldum... Zafer
bu mazeretlerimi dinlemedi tabiî: "Hatırladıklarınızı yazmanız dahi
kalın bir kitaba konu olur, lütfen hemen başlayın; bu benim size
yapabileceğim en büyük '50. yıl-dönümü' ödülünüz olacak" gibi
parlak bir cümleyle gönlümü almayı da ihmâl etmedi. Ertesi gün aynı
heyecanlı sesler: "Size reklâm danışmanımız Bülent Korman'ı
gönderiyoruz. Yanında bir de kameraman var; TV reklâmları için
söyleşi yapacak..." dediler. Ve yanıtımı beklemeden telefonu
kapadılar. Sonra her şey hızla gelişti; Bülent Korman, sanatına
hayran olduğum arkadaşım Sıtkı Kösemen ile evime geldi. Ortaya
döküp saçtıkları eski fotoğraflarımın resimlerini saatlerce
çektiler. Ve asıl şoku ertesi gün yaşadım... Tayfun Devecioğlu ve
Bülent Korman: "Biz reklâm filmlerinizi TV'lere dağıttık; sizin üç
gün içinde yazılarınızı bize parti parti teslim etmeniz gerekiyor"
dediler. Dondurma param Ne kadar çırpınsam hiçbir sonuç
alamayacağımı anlayınca işe koyuldum. Ve tabiî mesleğime başladığım
Milliyet'e nasıl girdiğimi, Ercüment Karacan ve Abdi İpekçi'yle
geçirdiğim 23 yılın hep iyi taraflarını düşünmeye başladım.
Düşüncelerim derinleştikçe üzüntülerimin arttığını gördüm. Her
ikisi de hayatta olmadıkları için kırgınlıklara az, neşeli ve mutlu
günlere daha fazla zaman ayırmaya karar verdim. 1955'te 5 yıl süren
birinci evliliğimi bitirmeden önce gazeteci olmaya karar vermiştim.
Nedenini bilmiyorum ama küçükken her çocuğa yöneltilen "Büyüyünce
ne olacaksın?" sorusuna "Gazeteci" yanıtını verdiğimi hatırlıyorum.
1960'da babam ihsan umar'ı kaybettim. Kâzım Taşkent'le birlikte
Yapı Kredi, Doğan Sigorta, Şeker Şirketleri ve o zamanın en büyük
matbaasını kurmuşlardı. O devrin Yapı-Kredi Bankası'nın Genel
Müdürü olan Oğuz Karahan babamın kasası açılırken yanımda elimi
tutuyordu. Şimdi nerede karşılaşsak o günkü duygularımız tazelenir.
Babamın kasasından sadece annemin mektupları ve benim 7 yaşlarında
evde hazırladığım "7 Cüce" adlı gazete çıktı. Bir de, Atatürk
öldüğü zaman yazdığım şiirleri topladığım defter. "7 Cüce"
Gazetesi'nin tanesini 5 kuruşa satıp dondurma paramı çıkarırdım.
Babam ağır bir şeker hastası olduğu için her gün insülin iğnesini
bacağına saplarken duyduğum acıyı ona hiçbir şekilde yük olmamakla
hafifleteceğimi zannederdim. O da benim matematik, fizik, kimya
gibi dersler yüzünden Amerikan Koleji'ni son yılımda terk etttiğim
için duyduğu üzüntüyü, kendimi suçlu hissetmemem için göstermemeye
çalışırdı. Sadece: "Karaköy'de bir daktilo kursu açıldı. Yazı
yazmaya meraklısın; seni oraya göndereyim, 10 parmakla daktilo
yazmayı öğren" demişti. O sırada yine babama yük olmamak iç
güdüsüyle Amerikan Konsolosluğu'nda diplomatlara Türkçe ders
veriyordum. Koşa koşa gittiğim kurslarda daktiloyu, çok istediğim
halde çalamadığım piyano gibi kullanmaya başladım. Babam da
tuşlarda çıkardığım sesleri ara sıra karşımda oturup konser
niyetine dinlerdi. Karacanlar'la tanışmam Bir gün Beyoğlu'ndaki
Mısır Apartmanı'nda oturan bir dostun evinde Ali Naci Karacanla
tanıştım. Kısa bir süre önce Milliyeti çıkarmaya başladığını
anlatırken duyduğu heyecanı hiç unutmam. Birkaç gün sonra müşterek
bir dostumuz aradı: "Ali Naci'nin İngilizce bilen bir sekretere
ihtiyacı varmış, kabul eder misin?" dedi. Ona aklımda sadece
gazetecilik olduğunu söyleyemedim. Kısa bir süre sonra da Ali Naci
Karacan'ın vefat haberini okuduk. Sürekli olarak gazetelerin küçük
ilânlarına bakarken Milliyet'te İngilizce bilen 'Beyoğlu muhabiri'
arandığını okudum. Aynı gün Necmi Tanyolaç'la babamın yattığı
hastanede tesadüfen tanıştım. Belki o hatırlar ama ben nasıl,
niçin, nereden konunun açıldığını ve gazeteci olmak istediğimi
söylediğimi unuttum. Bana o gün "Milliyetin sizin gibi birine
ihtiyacı var" demişti. Tabiî ki, ertesi gün Milliyet'in kapısına
dayanmıştım... Haber : Leyla UMAR "