Leyla Umar'dan olay açıklamalar
Abone olMedya dünyasının yaşayan tarihi Leyla Umar'ın Nuriye Akman ile yaptığı söyleşinin son bölümü çok ses getireceğe benziyor. İşte Umar'ın olay yaratacak açıklamaları...
Leyla Umar'ın Zaman Gazetesi'nden Nuriye Akman'a verdği röportaj
bugün de devam etti. Umar; Ergun Babahan ile neden kavga ettiğini,
Sabah'tan çıkışının Bilginler tarafından nasıl verildiğini, Dinç
Bilgin'i hapisten kurtarmak için Ecevit'e kutu kutu ballar
götürdüğünü anlattı... İşte röportajın son bölümü... Dinç Bilgin’i
kurtarmak için Ecevit’e kutu kutu bal götürdüm Çok önemli işlere
imza attınız. Fakat insanları hiç sorgulamadınız. Hep onları
sevdiniz ve övdünüz. Hiç mi eleştirilecek yanları yoktu? Çok
haklısın. Bu anlamda iyi gazetecilik yapmadığımı biliyorum. Bazı
istisnalar dışında ben bir adamın ülkesine zararlı olduğuna eminsem
onunla röportaj yapmaktan hoşlanmıyorum. Mesela Süleyman Demirel
cumhurbaşkanıyken, Tercüman Gazetesi'nin sahibi Kemal Ilıcak'a
‘örtülü ödenek'ten 60 milyon dolar vermesini eleştirenlere
“Verdimse verdim, ne olmuş?” dedi. Üstelik Yeniköy'deki Sait Halim
Paşa Yalısı'nı, genç Ilıcak'a disko yapma iznini de verdi. Orayı
bir gece görmeye gittiğimde, o harikûlâde binanın içindeki kayıtlı
eşyaların halini gördükten sonra Demirel'e saygı mı sunacaktım?
Yine de araştırmacı, sorgulayıcı bir gazeteci olmayı tercih
edebilirsiniz. Bunu sevgiye açlığıma bağlayabilirsiniz. Çünkü çok
acı çekmişsiniz. Sevgisiz kalmışsınız... Evet, duygularımı
hissedebiliyorsun. Kim olursa olsun, sevgisinden mahrum kalmaktan
ödüm kopar. Bir nevi sevgi dilencisiyim. Beklediğimi alamazsam
kahroluyorum. Ve gerginleşiyorsunuz. Gerginleşip de ne yaptığımı
sanıyorsunuz? 18-19 yıl önce Amerika'dan döndükten sonra İdi
Amin'den kazandığım paranın bir kısmıyla, o zaman hiç kimsenin önem
vermediği Ortaköy'de rahmetli dostum Çelik Gülersoy'un önerisiyle
bu evi milyon TL'ye satın alıp yeniden yaptım. Tek amacım;
Ortaköy'ün tarihî dokusu bozulmadan bir sanat ve değişik yemek
kültürlerinin sunulduğu cazip bir yer olmasıydı. Ama, para
kazanmaktan başka hiçbir amacı olmayan birtakım esnaf burayı
yaşanmaz hale soktu. Savaş Ay'ın köşesinde yayınlanan esnafın
yazdığı mektuba göre kafalarına su döküyormuşsunuz? Bırakın
terbiyesizliği, benim insanların kafasına herkesin gözü önünde su
sıkacak kadar aptal olduğumu mu sanıyorsunuz? Her gün ağaçlarımı
sulamak en büyük zevkimdir. Kurumasından korktuğum iri bir dala su
verirken birkaç damla suyun aşağıdaki restoranın (ki arkadaşlarıma
aittir) boş masasına damladığını söylediler. Savaş Ay'ın ne benimle
ne de esnafla görüşmeden sayfasında bastığı o komik mektup beni
tanıyanları da güldürdü. Adını bile o güne kadar bilmediğim bir
adamın açtığı Yazarlar Lokantası, her yaz 3 tane kocaman saksısıyla
benim evimin merdivenlerinin yarısını kaplar; sırf 2 fazla sandalye
ilave edecekler diye... Ben de garsonlarına her yaz saksıları
kaldırmalarını rica ederim. O mektubu yazmalarına neden olan pazar
günü, kalabalık bir dost grubunu yemeğe davet etmiştim; yine
saksıları almadığını görünce garsona hemen kaldırmasını söylerken
sahibi fırlayıp yanıma koştu; içkili olduğu belliydi: İlk sözü:
“Sen buradan yok olunca benden sorsunlar. Zaten yaşıyorsan eski
kocan Refik Erduran'a borçlusun.” gibisinden tehdit dolu sözler
savurdu. Sabah'tan niçin ayrıldınız? Milliyet'te 23 yıl çalışıp
emekli oldum. Ancak hiçbir sosyal hakkımı alamadım. Ardından 14 yıl
süreyle serbest gazetecilik yaptım. Yaşadığım çok güç, çok onur
kırıcı pazarlıklar sinirlerimi bozuyordu. Özellikle Çetin
Emeç'ler... Bir gün Dinç Bilgin İzmir'den aradı beni; Yeni Asır'ı
göstermek istiyordu. Tanıdığım günden beri saygı duyduğum Güngör
Mengi ile beni kapıda karşıladılar. Gazeteyi gezdirdi ve
İstanbul'da daha büyük bir gazete açma hazırlığında olduklarını
söylediler. Yazılarımın karşılığını bulursam tabiî ki onlara
vereceğimi söyledim. İki yıl sonra Sabah kuruldu ve ben
gazeteciliğine hayran olduğum Zafer Mutlu'ya hemen hemen tüm özel
röportajlarımı vermeye başladım. Ama “kadroya” girmemek şartıyla.
Nedense Bilgin ailesi ve Zafer, bu kadro işinde çok ısrarcı oldu;
ben de girdim. Kadroya girerken nasıl bir maaş talep etmem
gerektiğini iki arkadaşıma sordum. Hiç unutmam Besim Tibuk ve
Mustafa Süzer ağız birliği etmiş gibi: “Sabah'ta 150 bin dolar
alanlar var. Eğer 10 binin altında bir maaş talep edersen senin
aklınla alay eder patronlar.” diye tembihlediler. Ama bana ne
düşündüğüm sorulunca ağzımdan 5 bin dolar çıktı. Fakat kısa bir
süre sonra dolar kuru değişikliği benim maaşımı bin dolara indirdi.
Sıkıntımı birkaç kere hem Zafer Mutlu'ya, hem Dinç Bilgin'e utana
sıkıla, bazen şakayla söyledim. Derhal düzeltileceği söylendi; ama
olmadı. Buna rağmen Dinç Bilgin “Ceketimi alıp gidiyorum” diye bir
mektup yayınlayınca günlerce ağlamama herkesten çok ben şaşırdım.
Haberi var mıydı ağlamanızdan? Görmeyen kalmadı. Zaten “Savaşa
geliyorum” diyerek gazeteye dönünce çok sevindim. Bir süre sonra
hapse, arkadan hastaneye yatınca çok üzüldüm. Oğlu Önay, eşi
Zeynep'i tahminlerin fevkinde seviyordum. Onların hatırını
kıramayıp 6-7 kere Ecevit'i ziyaret ettim. Eski arkadaşım olduğu
için Ankara'ya her gidişte kahve içmeye uğrardım. Ama bu
ziyaretlerimde maaşlarını alamayan arkadaşlarımın hatırı ve Dinç
Bey'in serbest kalması için yardım istedim. Her gidişte “çok zayıf
olduğu için” bir kavanoz bal götürmeyi âdet edindim. Sonunda
Ecevit, 'Senin ballarla doldu ev.' deyince incir reçeli alıp
götürdüm. Bunu gören Önay ve çocuklar kahkahalarla gülüp, alay
ettiler benimle. Ay siz iflah olmazsınız! Bunu biliyorum ve o
yüzden kendimi ben de affetmiyorum. Zafer ve arkadaşları topluca
ayrılırken gitmemeleri için nasıl yalvardığımı görseydiniz, kendi
çocuklarımın beni terk ettiğini zannederdiniz. Giden gitti; ben
kaldım. Tıpkı Ali Kırca'nın ayrılışında olduğu gibi Önay gözleri
yaşlı “ne yapacağız” diye oradan oraya koşuyordu. O sırada 3.
kattaki odamın yanından geçerken küçük bir odada Ergun Babahan'ın
dergi karıştırdığını gördüm; ne yaptığını sordum. Ankara'nın Akşam
bürosundan İstanbul'a geldiğini, ne yapacağını henüz bilmediğini
söyledi. Hemen Önay'ın yanına koştum: “Bak” dedim, “Ergun daha önce
bu işi yaptı, kovduğunuzu unutun; içerde iş arıyor.” dedim. Murat
Birsel için de aracı olmuştum; Ali Kırca gidince panik içindeki
Önay'a baba dostu Murat'ın düşünmeden NTV'deki programlarını
bırakıp, gelmesine aracı olmuştum. Ama ATV'den çıkarıldığını Murat
internetten öğrendi. Neyse, Ergun bir anda kendisini genel müdür
koltuğunda buldu. Ergun'la nasıl bozuştunuz? Ben Ergun'a orada
oturmasına neden olduğumu tek bir gün söylemedim. Hem tebrik, hem
de kutulardaki eşyalarımı aşağı katlarda ufak bir bölmeye
yerleştirdiğimi söylemek için odasına gittim. Ergun buz gibi bir
sesle: “Siz bana sormadan nasıl yer ayarlarsınız?” deyince önce
şaka sandım. Ciddi olduğunu görünce, “Sen delirdin mi?” diye
bağırdım. Odada Ahmet Örs vardı, benim bayılacağımı sanmış. Ergun
koltuğuna daha da yayıldı. “Siz benim genel yayın yönetmeni
olduğumu unuttunuz galiba.” deyince, “terbiyesiz” diye bağırmaya
başladım. Kapıyı açıp herkesin duyması için daha ne kadar sıfat
kullandığımı hatırlamıyorum; ama “Sen burada oldukça ben yazı
yazmam.” dediğimi hatırlıyorum. Dinç Bey dışında Bilgin ailesi,
hepsi içtenlikle orada kalmam, yazı yazmam için 3 ay süreyle
yalvardılar. Ama ben hep “Bakın” diyordum, “Sizin şu kritik durumda
benim yüzümden Ergun'u çıkarmanızı asla talep etmem. Ama
terbiyesizlik eden biriyle de çalışamam. Sizden tek ricam ya sizin
ya da benim evimde bir akşam yemek yiyelim; dostça ayrılalım.” diye
âdeta yalvardım. Maalesef bu ricam yerine getirilmedi. Bir gün Oya
ve Bülent Eczacıbaşı'nın evinde öğle yemeği yiyorduk. Telefonum
çaldı, gazeteden Muhasebe Müdürü Şakir Bey, cümlesine başlarken
ağlamaklı bir sesle nihayet: “Leyla Hanım, Dinç Bey sizin
çıkışınızı vermemi bildirdi.” Zavallıyı teselli etmek bana düştü.
Bülent'le Oya tek bir satırla işime son verilmesi karşısında bir
süre donup kaldılar. Gözlerinin yaşardığını görünce onları da
teselli etmek bana düştü. Bilginler'in vefasızlığına o kadar
üzüldüler ki, bir hafta sonra beni nefis bir Prag gezisine götürüp
çocuklar gibi eğlendirdiler. Döndüğüm zaman sabah erkenden
telefonum çaldı: Zafer Mutlu, “şen şakrak bir sesle” sabah
kahvaltısına gelmek istediğini söyledi. Herhalde kapımdan telefon
etmişti ki, elinde kahvaltı paketiyle içeri girdi. Tabiî hiç
düşünmeden Vatan'a gittim. Ve şimdilik mutluyum... 25 yıl önce
Castro’ya âşık olurdum Castro'ya âşık mı oldunuz? Bu soruyla sık
sık karşılaşıyorum. Ama doğrusunu söyleyeyim; 30-40 yıl önce
tanısaydım muhakkak olurdum. Onun ülkesine olan tutkusunu, halkıyla
sıcak ilişkisini, inanılmaz kültürü ve espri kabiliyetini
görenlerin benimle aynı hissi paylaşacağından eminim. Birkaç yıl
önce Küba'dayken Ayşenur Arslan, Serpil Yılmaz ve Duygu Asena'yı
Fidel'le tanıştırdıktan ve onunla bir iki dakika konuştuktan sonra
neler hissettiklerini sorsana... Dışarı çıktıktan sonra yarım saat
kendilerine gelemediler heyecandan... Sonra Türkiye'nin Güney
Amerika'daki elçilerinden birinin eşi Canan Türkmen, 27 yabancı
elçinin eşiyle birlikte Castro tarafından çaya davet edildiğini
anlatırken, “Bir saat bizimle görüşen Castro hepimizi öyle büyüledi
ki dışarı çıktığımızda herkes ağlıyordu.” demişti. Küba'nın hiç mi
sorunu yok? Olmaz olur mu, ben orada yaşanan her şeyi onayladığımı
mı yazdım? Ben Castro'nun ülkesini Batista'dan kurtardıktan sonra
eğitime verdiği önemi, parlak zekâsını, halkın ona olan ilgisini,
gözümle gördüğüm inanılmaz yenilikleri yazdım. Bütün dünya
gazetecilerinin peşinde koştuğu bir liderin kendi ağzından
dinlediğim yaşam öykülerini yazmayı, ona hakaret edici sorularla
susturmaya tercih ettim. Amerikan basınının ileri gelenleri bile
onunla yaptığı röportajlarda Castro'nun sevimli yönlerini
yazıyorlar. Röportaj yaptığınız insanların da sevgisini talep
ettiğinizi düşünüyorum. Haklısın. Ama biz Atatürk'ü nasıl sevdiysek
halkının Fidel'i aynı hislerle sevdiğine tanık oldum. Elbette benim
de hoşlanmadığım, birtakım yasaklardan bunalan Kübalılar da var;
zaten onlar kaçmak için ölümü bile göze alıyorlar. Ama gücü elinde
tutan her yöneticinin maalesef Fidel'den çok daha kötü şeyler
yaptığına tanık olmuyor muyuz? Babam Selanik kökenli, dönme
olabilir Leyla Hanım, siz dönme misiniz? Babam Selanik'te doğmuş,
dönme olma ihtimali var. Buraya gelmiş, çocukken. Hiç akrabası
yoktu. Babası, annesi, kardeşleri ölmüş, evleri yanmış. Burada
kendi başına liseyi bitirmiş. Annem İzmirli. Eczacıbaşılar'la
kardeş torunları. Babamla evlendiğinde 16 yaşındaydı. Kaç sene
sonra, bu Selanik, dönme lafları çıktı ya, anneme sordum. Dedi ki;
“Baban o kadar haysiyetli, o kadar iyi bir insandır ki, ben onun
hiçbir kimsesi olmadığına inanamıyorum. Ama baban herhalde bunun
bilinmesini istemiyor. Belki de dönmeydi; ama üzülür, rencide olur
diye sormadım.” O zaman öğrendim ilk defa. Samsun'da çok Selanikli
vardı. Onlarla tenis oynarmış annem. Demişler ki anneme; “Bizi
istemediklerini bildiğimiz için, hep kendi aramızda evlene evlene
ırkımızı gelenek halinde getirdik.” Sonra bir gün Abdi İpekçi'ye
dönme olup olmadığını sordum. Hayatımda unutmayacağım, Abdi'nin
gözlerinden yaşlar aktı. “Amcam, babam, hepsi Selanikli. Fakat ben
bunların böyle ayrı bir dini yaşadıklarını görmedim. Benim babamın
dönme olmasında benim ne suçum var?” diye ağladı. Ve vasiyet etti,
ben öldüğüm zaman asla o mezarlığa götürmeyin, Müslüman mezarlığına
götürün diye. Bu konuda iki de tanığım var. Babam öleli elli seneye
yakın oluyor. Ben şimdi, soyumu sopumu niye araştırayım? Bana ne,
babam Yahudi olsa ne olur ayol. Müslümanlık nasıl algılanırdı
ailenizde? Annem, kolejde okumuş, şapka giyen çok modern bir
kadındı; ama her banyodan sonra, beyaz bir örtü örter, Kur'an
okurdu. Ben de karşısına geçip gülmeye başlardım, güldüreyim onu
diye. “Çekil oradan terbiyesiz.” derdi. 15 yaşımdaydım. Babam bir
gün dedi ki: “Bak kızım Leyla. Herkes bir şey söyler din için.”
dedi. “Sana Türkçe Kur'an'ı getiriyorum. Oku, kendin kararını
verirsin.” Ben okudum, hiçbir şey anlamadım. Çok kötü bir
tercümeydi. Hayatımda hiçbir din adamına kırılmadım. Bilakis çok
yakınıyım. Hakiki dindara saygım sonsuz. Allah'a her gün dua
ediyorum. Ama Türkçe.