Kuytuda Büyür Hayat
Abone olBu soruya yanıt arıyorsanız belki de “Kuytuda Büyür Hayat” isimli kitap size yardımcı olabilir.
Unuttuklarınız... Yok saydıklarınız... Görmezden
geldikleriniz... Görüp de umursamadıklarınız... Aşklarınız...
Dostlarınız... Gülüşleriniz... Ağlayışlarınız... Hesaplarınız...
Kavgalarınız... Sorularınız... Cevaplarınız... Sormadıklarınız...
Cevaplamadıklarınız... Kaçtıklarınız... Sakındıklarınız... Günlük
karmaşanın içinde sıkışıp kalan yanlarınız... Kısacası hayatınız,
birgün bir kitapta karşınıza çıkarsa ne yaparsınız? Bu soruya yanıt
arıyorsanız belki de “Kuytuda Büyür Hayat” isimli kitap size
yardımcı olabilir. Gazeteci, yazar Fügen Ünal Şen son kitabı,
Kuytuda Büyür Hayat’ta “Ya günün orta yeri, hayatın neresine denk
düşer?” diye sorup, zaman zaman hepimizin, bulmaya çalıştığımız,
sonra da aramayı başka zamanlara ertelediğimiz yanıtın peşine
düşüyor. “Yalanlarım mı, elbette vardı. Pembe, beyaz, mavi...
Rengini sen seç işte. Sana, ona, onlara söyledim ama hiçbir yere
gitmediler, en olmadık anlarda çıkıp karşıma dikildiler.”sözlerinde
itiraflarımız sesleniyor. “Yüzleşmenin zamanı yok. Vakit, ‘dan’
diye geliveriyor. Hazır mısın? Hazır mıyım? Bilmem” satırlarında
kaçışlarımızla karşı karşıya kalıyoruz. “Belki de aşk, belli ki
aşk, herkes için aynıydı da ben de herkes gibi yapıp, farklı
yaşadım” satırlarında aşkımıza rastlıyoruz. Sözün özü ‘Kuytuda
Büyür Hayat’ tın satırlarında durup durup kendimizle
karşılaşıveriyoruz. Yazarın Sonbahar Yakın ve Bir Anı Paylaşmak
isimli kitaplarındaki şiirsel öyküler, Özgür Yayınları’ndan çıkan
Kuytuda Büyür Hayat isimli kitapta da devam ediyor. Yazar Fügen
Ünal Şen, “Yaşadığımız hayat mı gerçek, yoksa hayatı yaşayış
biçimimiz nedeniyle gerçek hayatı kaçırıyor muyuz?” diye soruyor ve
her okuyucu yanıtını kendisi veriyor. Fügen Ünal Şen’in Kuytuda
Büyür Hayat isimli kitabından bir öykü: Kar yağdı sokağı Bilmem ki
önce yağmur mu yağmış, yoksa bu evin tahtaları hep böyle is karası
mıydı? Yağmurdan önce, kara tahtalar mı vardı? Bilmem ki bunu bilen
var mı? Sormam ki... Öylesine gelir geçer yüreğimden. Ve hayat bir
tüy hafifliğindedir o an, kendiliğinden... Bildiğim budur. Bir tek
bu. Servili sokağın köşebaşında, hemen eski bakkalın yanından
dönüverince yüz yüze geldiğim, daima eğreti duruşlu, olduğundan
yaşlı ve yalnız görünüşlü evin tahtaları hep böyle siyah, hep böyle
çürük müydü sahiden? Ya bu soruyu benden önce soralar, bir cevap
bulmuş muydu? Sahi sence o evin saçaklarında asılı duran hüzün,
asırlık servi ağaçlarından mı beslendi durdu? Yoksa uzun duruşlu,
hazan savruluşlu ağaçlarının gölgesinde dinlenen isimsiz beyaz
taşlar mıdır buna tek sebep, düşünmedim. Düşünemediğimden... Sadece
dokundum. Boşlukta asılı kalmış reçine kokusuna dokundum. Daha önce
hiç yapmadığım bir şeydi bu... Bu günlerde bir tuhafım. Bilmem ki
önce yağmur muydu yağan, tahtaları siyaha boyayan? Sahi yağmur
muydu o isimsiz ressam? Kim bilir belki de güneşti, zamansız, o
sahipsiz evi kavuran? Ev dediğim, daha önce hiç gelmediğim uzak bir
tepedeydi. İstanbul’u seyirdeydi her daim. İmrendim... Hep böyle
serindeydi, sessizlikteydi. Saçaklarında saka kuşlarının yaramaz
başlarını gördüm de gülümsedim. Gölgede duran bir masa vardı ve
elbette tahtadan sandalyeler... Oturdum. Kimsecikler yok. Masa
örtüsünde kocaman bir sigara yanığı... Dalgın insanların imzası,
biraz da kırgın insanların, belki de yalnız. Hayalimde bir nargile
çektim dizime doğru, ıslak tütünleri parmak uçlarımla ufaladım...
Marpuç dudaklarımdaydı sanki o an, öylece daldım. Uzağa baktım,
uzağa yandım. Kalakaldım. Masanın altında toprak saksıda incecik
sardunya; belli ki birisi bu sabah dikmiş, dibi hala ıslak. Bütün
yaz açar bu çiçekler; ne cömerttirler. Son zamanlarda, bilmediğim
mekanlarda buluyorum kendimi. Tuhaf, daha önce hiç çıkmadığım
yokuşları tırmanırken, İstanbul’u başka yerlerden, başka gözlerle
seyrederken, seni anlamayı öğreniyorum içte içe. Ve bu
kendiliğinden oluyor. Böylesi güzel değil mi zaten? Yabancı
kaldığım sokaklarda, seninle olmasa da, gidişinle barışıyorum, hak
veriyorum. İstanbul uzakta. Serviler rüzgarla bir sağa bir sola
yatıyor; şehrim bir görünüp bir kayboluyor. Sessiz tabii. O tahta
eve çıkan merdivenin başında, başını kuyruğuna gömüp uyuyan
kahverengi kedi var. Onun da adını bilmiyorum bak... Dedim ya
soracak kimse yok. Akasya ağaçlarının taze yeşil yaprakları, gölge
yapmaya başlamışlar bile, ne alem şey şu hayat.. Ah, şimdi aklıma
geldi, sana hep “bir şey soracağım” diyordum, sonra da unutuyordum
ya, işte bak şimdi, burada hatırladım; belki de soru İstanbul’un
içinde gizliydi. Sahi sence bu şehrin sesi neydi? Uzaktasın diye
belki kolay bulursun cevabı; haydi düşün. Ezan diyorum, vapur
düdüğü diyorum, zerzevatçıları da boş veremiyorum, velhasıl
bulamıyorum; sence? Düşün biraz, hemen cevap verme... Hey ki hey;
yine bir soru, yeni bir soru. Ben hayatı gizledim belli ki
sorulara, sen kendi cevaplarınla sobele. Yaza hazırlanan bir
İstanbul sabahında, Kar Yağdı Sokağı’ndaydım. Ne güzel isim değil
mi? Kar yağdı sokağı... Sanki birisine, bir şeyleri anlatmak için
söylenmiş bir cümle gibi. Belki de öyledir. Şu tahta evin, kim
bilir en son ne zaman açılmış penceresinden bir baş uzanıp,
İstanbul’a seslenmiştir; “Şehrim, canım İstanbul’um, bak kar
yağdı... Üşümeyesin e mi.” Öyle midir? Neyse ne. Soruları,
bilinmedik öyküler peşinde yuvarlanmayı, yazmayı ve seni bir
süreliğine bırakıyorum, çünkü gözlerimi ve yüreğimi İstanbul’dan
çekip alamıyorum. Yapamıyorum. Becerebilseydim, yani eğer gönlüm
karışmasaydı, sana Kar yağdı Sokağı’nı anlatacaktım,evin kuytusuna
çakılmış, paslı ve yamuk sokak tabelasını anlatacaktım, üstüne sen
kendi hikayeni ekle diye, yazımı yarım bırakacaktım...
Yapamıyorum.