Kürtler her yerden fışkıracaklar
Abone olDEP eski milletvekili Sedat Yurtdaş'tan ilginç açıklamalar. Yurtdaş'a göre Kürtler için cin şişeden çıktı.
DEP eski milletvekili avukat Sedat Yurtdaş, "Bence açılım süreci
geri dönülmez bir süreç. Kürtler için ister 'şişeden çıkan cin',
ister 'Pandora'nın kutusu açıldı' deyin, buradan geri dönüş yok.
Artık Kürtlerin haklarının verilmesi gerekiyor" diyor.
Vatan gazetesinden Mine Şenocaklı'ya konuşan Yurtdaş, "Kürtler geç kalınmış bir uluslaşma yaşıyorlar. Bu geç uluslaşmanın yarattığı etkiyle her fırsatta tıpkı bir volkanik fışkırma gibi her yerden fışkıracaklar. Bunu Kürtler de Türkler de herkes bir yere kaydetsin" diye konuştu.
Habur'dan gelişleri siz 'Barışı sessiz kutlamalıydık'
diyen Mehmet Kaya'dan daha farklı
değerlendiyorsunuz...
Evet. Çünkü Cumhuriyetin 80 yıldır, İzmir başta olmak üzere, bütün
Türkiye'de öğrettiği şey, Türk diye bir halk yok. Dolayısıyla ben
Habur'dan gelişlere 'Diyarbakır yürüyüşü' ya da naçizane
'Kürtler'in silah bırakma töreni' diyorum. Çünkü Kürtler artık bu
işin silahla olmayacağını, demokratik araçlarla yapılması
gerektiğini söyleyen bir noktadalar. Bu inanılmaz önemli bir şey. O
gün o yürüyüşe halktan da doğal olarak katılanlar oldu. Çünkü
oluşturulan bir bilinç var 80 yıldır. Yani olmayan Kürtler birden
dilleriyle, sloganlarıyla, gövdeleriyle meydanlara çıktılar,
yollara döküldüler ve kendilerini ifade etmeye başladılar. Halbuki
30 yıldır süren, çatışma dönemini göz önüne alırsak, ölen 40 bin
insan, dağılan bir coğrafya, yüz binlerce hareket halindeki asker,
tanklar, toplar, araçlar, bütün bunların hepsini düşünürseniz,
kimsenin o gün o yürüyüşte burnu dahi kanamadı. Ve o gün insanlar
barışa olan özlemlerini sadece dilleriyle, renkleriyle,
sloganlarıyla ifade ettiler. 7'den 77'ye, o güne kadar DTP'nin
yanında, yöresinde bulunmamış insanların da katılımıyla bu özlemi,
bu karşılayışı bir yürüyüşe, bir şölene, bir kutlamaya
dönüştürdüler. Dolayısıyla aslında o gün Türk halkı de bir gerçekle
yüzleşmenin travmasını yaşadı ve olayı şöyle algıladı: Kürt denen
bir halk var, diliyle, kültürüyle ve TRT Şeş'i aşan bir noktada
kendilerini ifade ediyorlar... Dolayısıyla o günün böyle bir travma
yaratmasını da anlamak lazım. Çünkü o gün 80 yıllık bu
bilgilendirme sürecinin boşa çıktığı bir an, bir şok yaşandı.
Maalesef Türkler, bizim geleneğimizi bir şokla öğreniyorlar.
Naçizane benim de bulunduğum 1991 Parlamentosu, Leyla Zana şokunu
Türkiye'ye yaşatmıştı. Ama gördük ki bütün Kürtler Leyla Zana
geleneğiyle yaşıyor.
KÜRTLER VOLKANİK FIŞKIRMA GİBİ
FIŞKIRACAKLAR
-Yani?
-Kürtler dili yasaklanmış bir halk ve geç kalınmış bir uluslaşma
yaşıyorlar. Bu uluslaşmanın neresindeyiz, uluslaşma tamamlandı mı,
tamamlanıyor mu, bunlar belki bilim adamlarının cevap verecekleri
sorular... Ama bu geç uluslaşmanın yarattığı etkiyle Kürtler her
fırsatta tıpkı bir volkanik fışkırma gibi fışkıracaklar. Bunu
Kürtler de Türkler de herkes bir yere kaydetsin. Yani Kürtler bu
noktadan sonra kendilerini ifade etmek için buldukları her ortamı
sonuna kadar değerlendirecekler. Bunu keşke yapsalar, çünkü barış
dili ile yapacaklar. Barış burada çok önemli. Keşke silahı
dışlayan, kendini, dilini, düşüncelerini 21. yüzyılın
ihtiyaçlarıyla değişen bir ifade tarzıyla bunu yapmaya devam
etseler.
-Barış dili diyorsunuz. Peki, Öcalan'ın hücresi küçüldü
diye başlayan bu molotof kokteylli, havai fişekli son olayları
nasıl değerlendireceğiz o zaman?
-Önce yeri küçüldü diye başladı ama biz de objektif olmaya
çalışıyoruz. Kabul edelim ya da etmeyelim, Öcalan'a halkın
inanılmaz bir ilgisi, yakınlığı var. Devletin hükümlü olarak
gördüğü, bu yüzden de ömür boyu hapse mahkum ettiği birini
Kürtlerin çoğunluğu bir lider olarak görüyor. Bazı objektif
gerçekleri görelim.
ŞU ANDA TÜRKİYE'DE EN TEHLİKELİ BÖLÜNMÜŞLÜK YAŞANIYOR
-Ahmet Altan'ın da geçen gün yazdığı gibi Öcalan bir kısım Kürtler
için neredeyse kutsallık mertebesine ulaşmış bir önder, ama
Türklerin bir kısmı için de en ağır şekilde cezalandırılması
gereken eli kanlı bir katil...
Şimdi iki kamuoyu var; bir Türk, bir de Kürt kamuoyu. Yani bir
zihinde bölünmüşlük olayı var. Şu anda Türkiye'de en tehlikeli olan
bölünmüşlük yaşanıyor. Bu, bugün kendisini inanılmaz bir şekilde
ortaya koyuyor. Yani devletin mahkemelerde mahkum ettiği, ceza
verdiği bir insan diğer tarafta lider gibi görülüyor. Bakın, bugün
sayısı 3,5 milyon olarak açıklanan bir imzayla, Öcalan için
'Liderimiz' diyen bir halk kitlesi ve bu kitlenin bir sahiplenmesi
var. Emine Ayna da izah ediyor, diyor ki "Bu sadece metrekare olayı
değil"... Yani bu olayın muhatabı kim olacak? Bu olay nasıl
çözülecek? Kimlerle çözülecek? Sorun burada düğümleniyor.
Dolayısıyla şimdi bir ezber bozma olayıyla karşı karşıyayız. Burada
halkın bir tepkisi var, ama benim kişisel düşüncem burada da çifte
standart uygulamamalıyız. İster Genelkurmay cephesinden, ister Kürt
gençleri açısından olaya bakarken, kafamızın içindeki 'Benim
şiddetim iyidir' düşüncesini bir yana bırakmalıyız. 'Hayır, karşı
tarafın uyguladığı şiddet de iyi değil, ama benim şiddetim de iyi
değil' demeliyiz. Dolayısıyla şiddetten medet ummamalıyız. Ölçümüz
barış olmalı, siyaset olmalı, bunun ismi konmalı ve hedefimiz
gerçekten bütün halkların eşitçe, özgürce bir arada yaşayabileceği
bir toplumsal sözleşmeye imza atmak olmalı.
-Tamam ama bunun için herkesin söylemlerine biraz daha
dikkat etmesi gerekmiyor mu? Emine Ayna, "Açılım bitmiştir" diyor,
"Taban bizim dağa çıkmamızı istiyor" diyor...
-Bence bu açılım bitmez, sürecek. Bu açılım, Türk halkının da
ihtiyacı, Kürt halkının da... Bu açılım, bugün devleti yönetenlerin
de, yarın yönetime aday olacakların da ihtiyacı... Çünkü toplum,
her zaman ileriye bakıyor. Geçmişte yaşadıklarımızı, eğer
sorunlarıyla, nedenleriyle, kökenleriyle ortaya koyup sağlıklı bir
şekilde değerlendirirsek, ki ben açılım sürecini bu tür sağlıklı
bir değerlendirme olarak nitelendiriyorum, özü itibariyle açılım
sürecektir. Hepsinden önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti devleti, artık
20. yüzyılın araçlarıyla, yöntemleriyle, 1930'ların mantalitesiyle
bu ülkeyi yönetemeyeceğini kesin olarak anlamış bulunuyor. Bunu çok
önemsemek lazım.
AÇILIMIN BAŞLADIĞI VE GELDİĞİ YER ARASINDA BÜYÜK BİR UÇURUM
VAR
-Peki o zaman niye bu söylemler?
-Kürtler, son 30 yılda olan çatışmalı ortam diliyle bu işin
gitmeyeceğini zaten biliyorlar. Zaten biliyorlar diyorum, çünkü
uzun yıllardır bu işin siyasal mecraya, demokratik mecraya, barış
mecrasına çekilmesi için bir gayret içindeler. Şimdi bu gayret test
ediliyor. Ben bu tıkanmaların, geçici tıkanmalar olduğu kanaatini
taşıyorum. Yani bu gösterilerin de, taş atmaların da ilelebet
sürmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Kürtlerin de ihtiyacı olan şey,
barış içinde demokratik bir ülke koşullarının yaratılması. Bakın,
AKP'nin yaptığı açılım nasıl başladı? Burada açılım için kullanılan
startlar da çok önemli. Açılım, "Kürt açılımı" diye başladı, ama
hemen arkasından aldığı isimlendirmeler neler?
-Önce 'Demokratik açılıma' döndü...
-Evet, bu da nispeten Kürt sorununu kapsayan ama onu da aşan daha
geniş bir demokratikleşmeyi içeriyor. Ama arkasından nereye geldi
takıldı açılım? Milli Birlik Projesi'ne. Oysa 80 yıllık Türkiye
tarihi boyunca bu halkın 'milli birlik' ve türevi kavramlardan
inanılmaz çektiğini söylemek lazım. Bu bölgede yapılan baskıların
hepsi; tutuklamalar, gözaltılar, faili meçhul cinayetler, köy
boşaltmalar, hepsi de 'milli birlik' çerçevesinde yapıldı. Şu anda
açılımın geldiği nokta neresi? Açılım yine Milli Birlik Projesi'ne
dönüştü. Dolayısıyla o projenin başladığı yer ile geldiği yer
arasında büyük bir uçurum var. Yani ciddi bir geri adım var.
KÜRTLER NE İSTİYOR?
-Peki bu açılım size neyi ifade ediyor?
-2005'te Sayın Başbakan'ın Diyarbakır'da söylediği şuydu; "Biz
büyük bir devlet olarak yanlışlarımızı görebilmeli ve o
yanlışlarımızdan geri dönebilmeliyiz." Bu söz özür dilemeyi
içeriyor. Bu söz, geçmişle yüzleşmeyi içeriyor. Bu söz, geçmişte
yok sayılan, üzeri örtülen, inkar, imha ve yasaklarla karşılaşan
bir sorunu kabul etmeyi ve bunu çözme vaadini içeriyor. Ama şimdi
bu sözlerin gölgelendiği görülüyor. Dolayısıyla açılımda iki
taraflı bir gölgelenme başladı. Yapılacak şey, bu açmazı aşacak
basireti göstermek. Şimdi bakıyoruz hükümet sert bir dil kullanıyor
aynı zamanda... Oysa asıl şimdi basiretli ve olgun davranmalıdır.
Hükümet, bu sürecin sürdürüleceğinin kararlı bir sahibi olarak
görülebilmelidir.
KÜRTLER NE İSTİYOR?
-Kürtler ne istiyor? Kimse bunu net ifade etmiyor. Siz ne
istediğinizi biliyor musunuz?
-Biliyoruz diyebilirim...
-Ne istiyorsunuz?
-En basitinden dil, kültür ve kimlik haklarının kabaca anayasal
güvenceye kavuşturulmasını istiyoruz.
-Yani?
-İdari düzenleme istiyoruz. Bu çok açık, şimdi bir kere bunu
yaparken Anayasa'yı değiştirmeden hiçbir yere varamaz bu ülke. 12
Eylül'ün katmerleştirdiği Kürt sorununu, 12 Eylül Anayasası çözmeye
yetmez. Bir kere bunu kaydetmek lazım. Siz Anayasa'nın başlangıç
ilkelerini değiştirmeden bu ülkede hiçbir şeyi
değiştiremezsiniz.
ANAYASA'NIN DEĞİŞMEZ DENİLEN MADDELERİNİN DE DEĞİŞMESİ
LAZIM
-Sizce öncelikle değişmesi gereken madde nedir peki?
-Öncelikle Anayasa'nın başlangıç maddelerinin mutlaka günümüzün
çağdaş Kürtlerini ve Türklerini de kapsayacak bir içeriğe
kavuşturulması lazım. Bir kere Anayasa'yı 'Atatürk ilke ve
inkilapları', 'milletin bölünmez bütünlüğü' gibi, sıkıyönetimin,
OHAL'in ve ardından şimdi özel görevli mahkemelerin dayandığı bütün
bu uygulamaları içine alan, çocukları büyük gibi algılayan, büyük
gibi yargılayan, büyük gibi cezalandıran, onları bir daha
gençliğini, geleceğini yaşayamaz hale getiren yasalara mahkum eden
bir anlayıştan kurtarmak için başlangıç ilkelerinden başlamak
lazım. Cumhuriyetin ilkelerinin değişmesi lazım. Değişmez madde
yoktur. Değişmez denilen maddelerin değişmesi lazım. Dilin de
değişmesi lazım, ilkelerin de değişmesi lazım...
-O zaman Türkiye, yine Türkiye olur mu?
-Tabii insanlar farklı görüşler ileri sürebilirler. Bunu kimler
söylüyor, hiçbir değişimin olmamasını düşünenler söylüyor. Yoksa
kendi adıma söylüyorum, bu maddeler değişmeden gerçek kardeşliğin
koşulları bu ülkede yaratılmaz. Çünkü yasaları, Anayasa'yı aşan bir
hukuk fikri var. Artık biz bu hukuk fikrine bağlı olmak
durumundayız. Kürtler de, Türkler de, düşünen herkes de bu
yasaların dar kalıplarından kurtulmalı. Eğer AKP kendisini 12 Eylül
Anayasası'na mahkum ederse, bir sonuç alacağı kanaatini
taşımıyorum. Şimdiden tabular oluşturursak, 'Anayasa değişmeyecek'
dersek olmaz. Çünkü siz Türkiye'de 'yurttaşlık' tanımını yeniden
yapmadan ortak bir gelecek inşa edemezsiniz. Siz 42. maddeyi
değiştirmeden bunu yapamazsınız. Kürtleri, dil, kültür ve kimlik
haklarından yoksun bırakırsanız sonuç alamazsınız.
-Peki Kürtler tam olarak ne istiyor? Özerk bir bölge
mi?
-Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi var bunun içinde... Ben Kürtler
adına konuşma hakkını kendimde bulmuyorum. Ama benim söylediğim
şey, IRA'dan ders çıkarmak lazım. İrlanda deneyiminden ders
çıkarmak lazım. İspanya deneyiminden, Bask'lardan ya da İspanya'nın
17 ayrı özerk bölgeye bölünmesinden ders çıkarmak lazım. Çünkü
Kürtler bunlardan ders çıkararak eşit haklar istiyor. Yani Türk
halkından haklar almak, onların haklarını ya da özgürlüklerini
kısıtlamak gibi bir talepleri, bir niyetleri yok Kürtlerin. Ama
kendi hak ve özgürlüklerini çağdaş standartlara göre isteme gibi
bir durum var orada.
-Kamer Genç, Meclis'te Hasip Kaplan'a, "Kürtlerin hangi
hakkı eksik?" diye sormuştu. Siz yanıtlayabilir misiniz bu
soruyu?
-Neler eksik değil ki! Kürtler, bir kere kendi dilleriyle eğitim
hakkı istiyor. İlkokuldan başlayan üniversite bitinceye kadar devam
eden Kürtçe eğitim hakkı istiyor. Benim kişisel düşüncem, en temel
talepleri bu... Kürtçe eğitim hakkı gönüllü birlikteliğin esaslı
bir şartıdır. Çünkü Kürtler uzun bir süre bayraktan korkmuşlar,
milli birlik sözcüğünden korkmuşlar, karakoldan korkmuşlar, bugün
hiçbir Kürt'e siz 'Benim karakolum' dedirtemezsiniz. Ama eğer bu
ülkede yaşayacaksak, ortak bir gelecek kuracaksak Kürtlerin 'Benim
karakolum', 'Benim ordum', 'Benim askerim', 'Benim polisim'
diyebilmesi lazım. Bunu diyebilmesi için de o hakkının sağlanması
lazım. Bu bir süreç ama nihayetinde onun için Anayasa'nın da,
yasaların da değişmesi ve Kürtlerde de o yurttaşlık düşüncesinin
gelişmesi lazım.
DTP'NİN KAPATILMASI BAŞKA BİR SİYASİ PARTİNİN
KAPATILMASIYLA BİR OLMAZ
-Peki DTP kapatılırsa ne olur?
-Ben DTP'nin kapatılmaması gerektiğine inanıyorum. İddianameyi
bugün yeniden gözden geçirdim, vicdanlı olarak bakarsam ne derim
diye, kapatma gerekçesi yok orada. Neye göre yok? Venedik
Kriterlerine göre yok, Anayasal güvenceye göre yok, AİHM'in
geçmişte HEP için, DEP için ve ÖZDEP için verdiği kararlar
çerçevesinde yok. Ama neye göre var? Eğer biz 1930'ların
mantalitesini hala iktidarda tutarsak, yani bugün CHP ve MHP'nin
Türkiye'yi mahkum etmek istediği dar alana sıkıştırmak istersek
DTP'yi, belki o zaman sebep bulabiliriz. Ama hukuken DTP'yi
kapatmak için sebep yok.
-Vural Savaş, "Şiddeti meşru gören bir partinin
kapatılmaması için hiçbir sebep yok. Mutlaka kapatılmalı"
diyor...
-Ama röportörler bile DTP'nin o konuda fazla yoğun olmadığını
söylüyor. Diğer taraftan hem Anayasa'da hem de Siyasi Partiler
Yasası'nda partilerin müeyyidesinin kapatma olmadığı da
düzenlenmiş, başka müeyyideler var. Dolayısıyla eğer AKP'ye bu
müeyyide uygulanmadıysa DTP için de uygulanmamalı. Ama belki ihtar
verilebilir. Çünkü Anayasa Mahkemesi açısından olaya bakarsak,
Anayasa Mahkemesi sadece hukuka bakarak karar veremez, sadece
siyasete bakarak da karar veremez. Hem siyasete, hem hukuka, hem
ülkeye, hem topluma, hem geleceğe, hepsine birden bakarak bir karar
vermek zorundadır. Gereği budur. Çünkü Anayasa Mahkemesi toplumu
yeniden karıştırmamak, yeniden belirsiz, DEP'in kapatılmasıyla
başlayan ve 2007'ye kadar da Kürtlerin parlamento dışında kalmasına
sebep olan bir süreci başlatmamak yükümlülüğü altındadır. Yani bu
olayı sadece hukuki kriterlerle değerlendiremez. Dolayısıyla ben
bir kapatma kararının çıkmaması gerektiği ve çıkmayacağı
düşüncesindeyim
-Peki DTP kapatılırsa ne olur?
-Ahmet Türk, sine-i millete dönmekten söz etti. Ben kendi adıma
sine-i milletten ziyade demokratik mücadelede ısrar edilmesi
gerektiğini savunuyorum. 1994'te de bunu savundum. Ama grubun
aldığı ortak karar nedeniyle böyle davranmadım. Bugün de aynı şeyi
savunuyorum, bence demokratik mücadelede ısrar edilmeli. DTP,
Kürtler adına politika yaptığını unutmamalı ve geleceği
düşünmeli...
-Peki DTP'nin kapatılması Türkiye'ye nasıl
yansır?
-Kabul edelim ki Siyasi Parti Yasası'na göre de, Anayasa'ya göre de
DTP tam bir yasal parti gibi davranmamış olsun, ama bunun ölçüsü
başka bir siyasi partiyi kapatmakla aynı olmaz. İstanbul'daki bir
partinin kapatılmasıyla, yani demokrasinin bütün araçlarını
kullanma imkanı olan, dilini, kültürünü kullanmakta olan bir
partiyle buradaki bir partiyi kapatmanın etkisi aynı olmaz. Bunun
görülmesi lazım.
- "Tam bir siyasi parti olarak davranmamış olabilirler"
diyorsunuz...
Evet. Bunu kendileri de söylüyor, ben de açık, açık her tarafta
söylüyorum. Bir kere bu siyasi partinin bir gelenek halinde
yaşamasına izin vermemişsiniz. Önceki 6 partiyi kapatmışsınız.
İşte, 1991-2009 arasına baktığınız zaman bu partilerin ortalama
ömürleri iki ya da üç yıldır...
-Tamam ama hiç mi eleştirilecek tarafları yok bu
partilerin?
-Bakın bunu açık ve net bir biçimde buradan dünyaya bakan insanlar
olarak söylüyoruz, söylemek zorundayız, siyaset yapan Kürtler
özellikle meşru araçları çok doğru bir şekilde kullanmak
zorundalar. Aynı zamanda şiddeti dışlayarak, şiddetin karşısında
durarak kullanmak zorundalar. Bunu bütün güçlüklerine rağmen yapmak
durumundalar. Ancak bu bizi birlikte yaşatır.
KÜRTLER ARTIK KENDİLERİNİ YÖNETMEK İSTİYOR
- Ben yine başa dönmek istiyorum. Mehmet Kaya, "Leyla
Zana'nın ilk Meclis’e girdiği anı televizyonda izlerken çok hoşuma
gitmişti, gururlanmıştım ama yanlış olduğunu biliyordum"
demişti...
Ama şok öğretme yöntemiydi o... Ben o taraftan bakıyorum, Leyla
Zana’nın o tavrını destekliyorum. Bizim bayrağın, yani simgesel
olarak böyle kırmızı, yeşil, sarı renklerde ceket cebinde mendil ya
da kadın saçında bant olarak kullanılmasını da Kürtlüğü bir öğretme
yöntemi olarak değerlendiriyorum. Ben, bu doğrudur diyorum. Çünkü
gerçekten o yaşanan baskıları da anlamak gerekiyordu. Kürtlerin
buna inanılmaz ihtiyacı vardı. Biz Kürtler buna ‘Leyla Zana
geleneği’ dedik, bu Ahmedi Hani’de de var, Seyit Rıza’da da var,
Şeyh Sait’de de var. Hepsi bu coğrafyanın acıları nedeniyle bir
şekilde bedel ödemiş insanlar. Bu insanlar halkın değerlerini
yansıtmak için bir dil kullanmışlar, bunu böyle yorumlamak lazım.
Burada bir art niyet yok, bir kızgınlık yok, sadece masum bir ifade
var. Çünkü inanılmaz bir reddedilmişlik vardı o dönemde. Mesela
1994’te DEP'in kapatılmasını, arkadaşlarımızın cezaevine girmesini
ve 15 yıl kalmasını düşünün. O gün konuşulanlara bakın, şimdi
konuşulanlara bakın, yanında ne kadar masum kalıyor. İnanılmaz bir
orantısızlık var.
Bu neyi gösteriyor?
Demokrasinin maalesef en güzel tarafı bedeller rejimi olması.
Kürtler, Zana başta olmak üzere bu bedelleri ödediler. Bugün
gelinen aşamada DTP’nin kapatılması gibi yeni bedeller ödememek
gerekir. Yani Sezgin Tanrıkulu'nun da söylediği gibi bu partiyi
İspanya'da yasaklanan Bask partisi Batasuna'yla karşılaştırmak
yanlış. Çünkü Batasuna'nın özerk bölgesi var, dili var, kültürü
var, parlamentosu var, ayrı bayrağı var, polis yönetimi var,
vergisi var. Bunların altını çizerek söylüyorum, çünkü Kürtlerin de
nihayetinde kendilerini yönetme ihtiyacı var. Bunu görmek lazım.
Kürtler, artık kendileri kendilerini yönetmek istiyor. Ha, bunu
yaparken devleti parçalamak bir yöntem değil. Kürtler kendilerini
bu devletle bu devletin temsilcileriyle birlikte yönetmek
istiyor.
ERDAL İNÖNÜ'NÜN ÖNÜNE 22 MADDE KOYMUŞTUK '21 MADDE TAMAM
AMA BU BİR MADDE OLMAZ' DEDİ
O gün yaşananlar Erdal İnönü'yü de zor durumda
bırakmıştı...
Erdal İnönü çözümsüzlüğün değil, çözümün siyasetçisiydi. Biz 22
maddelik bir çözüm paketi hazırlayarak kendisini ziyaret etmiştik.
Bütün maddeleri tek tek okudu, bizi sabırla dinledi. Koruculuğun
kaldırılmasından, yer isimlerinin iadesine, Kürt dilinin eğitim
dili olarak kabul edilmesine kadar 22 madde... Aslında bugün
konuşulan çözüm paketi 1991'in sonunda ya da 1992'nin başındaki o
önerilerde vardı. Erdal İnönü bize dönüp şöyle dedi, "Bu 21 maddeye
itirazım yok. Bunların hepsinin verilmesi lazım. Ancak biz Türk
halkına daha yeni yeni Kürt halkını kabul ettirebildik. Buraya
'Kürt ulusu' diye yazmayın ya, bunu çıkarın!" Aynen söylediği
buydu...
AÇILIMDA YARIM BİR HAMİLELİK SORUNU VAR
Ne oldu peki, çıkardınız mı o maddeyi?
Hayır, çıkarmadık... Fakat ne oldu, Deniz Baykal genel sekreterdi
ve partide çok etkin bir konumdaydı. Dolayısıyla o dönemde Erdal
İnönü'nün Kürtlere ilişkin izlediği politikalar, onu kuşatan ve
aynı zamanda onun ortağı olduğu parti ve hükümet nedeniyle hayata
geçemedi. Fakat o gün de bugün de aslında Kürtler bu ulusallaşma
sürecini yaşıyor. Bugün açılım derken bunu görmemiz gerekiyor. Yani
biz ister 'ulus' diyelim, ister 'halk' diyelim, sonuçta dildi,
kültürdü Kürtler bu süreci yaşıyor. Birincisi bu. İkincisi, yarım
hamilelik olmaz. Yani hamilelik eğer gerçek hamilelik değilse, iç,
dış, sahte bir hamilelikse, bu samimiyeti sorgulama noktasına
götürür Kürtleri. Bugün bir yarım hamilelik sorunu var açılım ve
Kürt meselesinin ele alınış şeklinde... Dolayısıyla hükümetin,
devletin bu konuda attığı adımların bir sonuca gitmesi gerekir.
Sonuca gitmezse, açılımın organizmaya, onu taşıyan bünyeye,
Türkiye'ye daha zarar verecek sonuçları olacağı da muhakkaktır.
DTP'nin kapatılması da buna dahil olmak üzere...
Nasıl?
Bakın, zulmün kalesinden eşitlik olmaz, kardeşlik olmaz. Dilini
yasaklayacaksın, Kürtlüğünü yasaklayacaksın böyle kardeşlik olmaz.
Kürtlerin dilini de vereceksin, kültürünü de vereceksin, kendini
yönetme hakkını da sağlayacaksın, ancak o zaman gerçekten kardeşlik
olur. İşte bu noktada Kürtler her yerden fışkıracak. Çünkü Kürtler
geç uluslaşan, uluslaşma süreci yaşayan bir halk. Bu noktadan sonra
da ne dilsiz bırakılabilir, ne kültürsüz, ne örgütsüz... Bu süreç
geri dönülmez bir süreçtir. Bunu sosyolojik olarak tespit etmek
lazım. 1993'te benim de katıldığım, içinde akademik çevrelerin,
genelkurmayın olduğu, Yıldırım Aktuna'nın denetimde yapılan politik
psikolojik merkez toplantıları vardı. O toplantılardan çıkardığım
sonuçlara göre, bence bu geri dönülmez bir süreç. Bunu devlet
görüyor, siyasetçiler görüyor... Kürtler için artık ister 'şişeden
çıkan cin' deyin, ister 'Pandora'nın kutusu açıldı' deyin, buradan
geri dönüş yok. Bunu soğukkanlılıkla görmek lazım. Belki molotof
kokteylleri falan duygusal bir süreç yaratıyor ama bunları bir
tarafa bırakıp olana bitene soğukkanlı bakıp Kürt meselesini biran
önce çözmek gerekiyor. Bu meseleyi anlık, dönemsel tepkilerden,
sıkıntılardan, bağlardan kurtarıp, bu halkın haklarının kabul
edilmesi gerekiyor. Hükümetin de esas alması gereken duruş budur.
Sabırlı olmalı, dikkatli olmalı, dönemsel sıkıntıların aşılacağı
inancını taşımalı ve halkın bütününü kucaklamalıdır. Bizi barışa,
birliğe, kardeşliğe götürecek olan yol budur.