Savaşlar geride acı ve ölümden başka bir şey bırakmaz.
Bu kanaat; insanlık tarihi boyunca yaşanan savaşların tüm
insanlığın belleğinde oluşturduğu ortak ve doğru
kanaattir.
Savaş ancak ve ancak meşru müdafa durumunda anlamlıdır.
Toprak bütünlüğünüze, halkınızın can bütünlüğüne, ulusal
çıkarlarınıza yönelik tecavüzlerin önlenmesi için verdiğiniz,
vereceğiniz savaş anlamlı ve meşrudur.
Suni olarak yaratılmış müdafi gerekçeler savaş için anlamlı
sayılabilecek meşru gerekçelerin dışında tutulmalıdır.
Kuşkusuz insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özellik;
bilgi birikimini ve deneyimlerini sonraki nesillere
aktarabilmesidir.
O halde hafızamızın derinliklerine attığımız insanlığın
geçmişine dair yaşanmışlıklara bakarak savaşı ve savaşın doğuracağı
sonuçları doğru tespit etmemiz gerekir.
Yaşadığı dönem itibariyle insanlık tarihinin en kanlı
savaşlarına tanık olan Gazi Mustafa Kemal’in 20 Nisan 1931’deki
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” söylemi bu bakımdan oldukça
önemlidir.
Savaşı en iyi bilen ve yaşayan Gazi Mustafa Kemal milli
mücadeledeki başarısını büyük ölçüde haklılığına inandığı meşru
müdafa inancına borçludur.
Bir milletin var olma gibi hayati önem taşıyan bir savaşın
içinde yer alması
başka şeydir.
Amacı belli olmayan ve hatta ulusal çıkarlara aykırı olan bir
savaşın içinde olmak ise apayrı şeydir.
Büyük Önder Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” söylemi aynı
zamanda Türk Dış Politikasının da omurgasını oluşturmaktaydı.
Ta ki sağ partilerin marifetiyle ülkemizin apar topar Nato’ya
üye edildiği güne kadar…
Nato üyeliği ile hem sulha dair hem de ihtiyaç durumunda savaşa
dair karar alma egemenliğimiz elimizden alınmış oldu.
Böylece son derece önemli ve evrensel olan bir söylem, pasif
politikalara mahkûm edilmemizin aracı haline de getirilmiş
oldu.
Her savunma girişimimizin önü küresel güçler tarafından kesildi.
Daha vahimi ise; küresel güçlerin tetikçisi konumuna düşürülmüş
olduk.
Suriye ile savaşın eşiğine geldiğimiz bu günleri yukarıda
anlatmaya çalıştığım bakış açısı ile değerlendirdiğimizde olası
savaş kararımız meşru olabilir mi?
Mevcut dış politikamızın içler acısı hali ülkemizi içinden
çıkılmaz sorunların içine iteceği aşikârdır.
Bu yanlıştan ivedilikle dönülmeli ve dış politikamız yeniden
ulusal çıkarlarımızın ön plana alındığı çizgiye çekilmelidir.
Bu da şu anlama gelir;
ABD ve diğer küresel güçlerin bölgemizdeki manevralarının bir
parçası olmak değil, karşılarında dimdik durarak bölgemizde kurmak
istedikleri tahakkümün önüne geçmektir.
Bir siyasal grubun varlığını sürdürebilmesi için tercih ettiği
politikalar top yekûn bir milletin bekasını belirsizliğe
sürüklememelidir.
Kaldı ki halletmemiz gereken ve iç güvenliğimizi tehdit eden
onca sorunlar varken…
Neden bilmem; hükümetin izlediği Suriye politikasını gördükçe
aklıma “kurt kuzuyu yeme kararı verince” anlatımı gelir.
Herkesin bildiği ve Prof. Dr. Ahmet Berhan Yılmaz’ın anlatımıyla
hikâye şöyledir;
“Susamış olan kuzu nehrin aşağı tarafında su içmektedir. Nehrin
daha yukarılarında su içen kurt, kuzuyu gözüne kestirmiş, kuzuya
seslenir;
“Hey sen! Benim içtiğim suyu ne hakla bulandırıyorsun?” der.
Kuzu ise masum masum;
“Ben sizin suyunuzu bulandıramam ki! Baksanıza, sizin içtiğiniz
su bana doğru akıyor.” Diyerek cevap verir.
Aklına kuzuyu yemeyi koymuş olan kurt biraz daha
hiddetlenerek;
“Bir de bana itiraz ediyorsun öyle mi?” diye haykırmış ve
nihayetinde, kuzuyu yemek niyetinde olan kurt sözünü bitirir
bitirmez, kuzunun üstüne atlayıp onu parçalamış.”
Suriye konusunda izlediğimiz politika ile hikâyedeki kurdu mu
temsil ediyoruz, kuzuyu mu?
Yoksa her ikisini de temsil etmeye kalkışmadan olması gerektiği
gibi çabamız; doğruları gösterme ve iç işlerine müdaheleden
kaçınarak diplomasi yoluyla mı iyi niyetimizi ortaya
koymalıyız?