Ülke olarak bir yığın sorunumuz var. Kiminle konuşsanız size
kendi dertlerini, sorunlarını anlatıyor. Bu sorunların bazısı
kişisel sorunlar olsa da büyük bir kısmı hepimizi ilgilendiren
sosyal sorunlar. Öyle ki bazen diyalog kaygısı olmaksızın
insanların aynı anda dertlerini anlattığına dahi şahit oluyorum.
Bunun şaşılır bir tarafı yok. Çünkü insanlar bazen çözüm bulma
umuduyla bazen de sadece paylaşma güdüsü ile sorunlarını
anlatırlar.
Sosyal sorunların neredeyse tamamı ülke yönetimi ile ilgili
sorunlar. Epey bir kısmı da birkaç ana başlıkta
toplanabilir.
Normalde bu tür kolektif sorunların medya da dile getirilmesi
beklenir. Yani medyanın dünyada olan biteni insanlara ulaştırmak
dışında bu tür toplumsal sorunların gündeme getirmek gibi bir
görevi ve sorumluluğu da var... Bir nevi toplumsal ve vicdani bir
ses olma sorumluluğu.
Ancak, birçok meselede gündemi ıskaladığı gibi asli
becerilerinin büyük bir kısmını da sosyal medyaya kaptırdı ana akım
medya. Artık insanlara ulaşma, gündem oluşturma ve vicdani
duyarlılık noktasında sosyal medya daha başarılı bir ortam.
Türkiye’nin kolektif vicdanı ve siyasal gündem merkezi artık sosyal
medya.
Ulusal medyanın bir süredir sorumluluklarını yerine getirmede
isteksiz ve başarısız olduğu gerçeğini ise medya ve toplum
kanıksamış durumda. Konuyla alakalı birkaç yazı da yazdım. Medyanın
toplumdaki beklentiler ve gündemler ile uyumsuz hale gelmiş olması
başlı başına önemli bir sorun iken son zamanlarda bir adım daha
geriye düştü.
İlk geriye çekiliş, alanın bir kısmını yabancı medya organlarına
kaptırmaktı. İkinci geriye gidiş ise tek sesli hale gelmesi idi.
Zannetmeyin ki burada oklar sadece iktidara yakın medyaya
yöneltiliyor. Kendine “muhalif” diyen medya da aynı rezil halde.
Muhalif medya organları da alternatif bir mecra olmak yerine
başarısız bir reaksiyon sahasına döndüler. Epey kapı dışarı edilmiş
emektar gazetecinin olduğu bir düzlemde bile bu kadar sönük kalmak
ise nereden bakarsanız ciddi bir zihniyet sorunu.
Her seferinde itibar ve ahlak çukurunun dibini bulduğunu
zannederken, medyanın bir adım daha gerilediğine şahit oluyorum.
Son geriye gidiş ise normalde konuşulması gereken sorunları
konuşanların itibar suikastı ile susturulmaya çalışılması oldu.
Yani “konuşmayan” medya şimdi de “konuşturmayan” medya oldu.
Oysaki konuşulacak mevzusu olmayan bir topluluk yok dünyada.
İnsanların sorunlarını dile getirmek yani “konuşabilmek” açık
toplumların en asgari standardı değil mi?
Ben bütün bunları tekrar tekrar söylerken okuyuculardan medyanın
bu halinin yeni olmadığına dair bir itiraz yükseldi... Medyada bu
tür patolojik yaklaşımların her zaman var olduğuna dair anlamlı bir
itiraz.
Türk medya tarihi maalesef hiç parlak değil. Buna katılıyorum.
Medya sahiplerinin askeri vesayet ile çarpık ilişkileri,
patronların alengirli işleri ve politikaya açıktan müdahaleleri hep
vardı. Ama farklı toplumsal kesimlerin sorunlarını dile getiren
çeşitliliği de içinde muhafaza etmeyi başarmıştı. Dönem dönem
kutuplar değişse de “muhalif” medya her zaman bir çekicilik ve
duruş sahibi olmayı becermişti. Mevcut medya düzenin eskisine
nazaran daha da düşüren ise işte bu durum.
Zira, siyah-beyaz olarak kodlanmış bir medya düzeni, kontrol
edilebilir bir medya imkânı sağlarken itibar ve etkinliği de
törpülüyor. Tamamı aynı manşete mahkûm edilen gazete ve internet
ortamları mesajı teke indiriyor ancak bu mesajın topluma aktarılma
becerisini sınırlıyor.
Sonuç olarak “konuşturmayan medya” konuşturmayınca ne toplum ne
de vicdan susuyor. En nihayetinde açık bir mecra bulunuyor ve
arzular şelale oluyor. Şimdilik bu şelale sosyal medya, internet
haberciliği ve şahsi Youtube kanalları olmuş durumda.
Son bir not da Youtube kanalı olan yeni medya düzeninin
aktörlerine: Lütfen mesajı hızlı ve etkili iletmeye çalışın ve seri
konuşun. İnternet kullanıcıları televizyon seyircisi gibi değil.
Bazı kanallarda video oynatma hızını 1.5 katına çıkarmak
zorunda kalıyorum.