Komünistlere göre AK Parti ilerici
Abone olKapatılan Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) son genel sekreteri Nabi Yağcı'dan çok tartışılacak sözer. Yağcı, AK Parti'nin ilerici CHP'nin ise gerici olduğunu söyledi.
Kapatılan Türkiye Komünist Partisi'nin son Genel Sekreteri Nabi
Yağcı, Türkiye'nin önünde ciddi bir değişim hedefi olduğunu
belirtiyor. Değişime kimin karşı çıktığı sorusuna verilecek yanıtın
önemli olduğunu söyleyen Yağcı 'Sorunlara CHP'nin sosyal
demokratlığı ya da AKP'nin gericiliği gibi bir genel tanımdan
bakmak bize hiç bir şeyi göstermiyor. Kim değişime karşı çıkıyor
buna bakmak gerekiyor' diyor.
Bir dönüş hikayesi
Münih'ten kalkan uçak Ankara Esenboğa Havalimanı'na inerken,
havaalanında olağanüstü bir hareketlilik vardı. Hareketliliğin
nedeni, Türkiye solunun iki köklü ama yasaklı/yasadışı partisi TİP
ve TKP'nin yöneticilerinin "düşünce özgürlüğü önündeki engellerin
kaldırılması için" Türkiye'ye dönüyor olmalarıydı. Uçakta her iki
partinin yönetim kadrolarının yanı sıra, Avrupalı çok sayıda insan
hakları savunucusu parlamenter ve aydın da yer alıyordu. TKP ve
TİP'in iki üst düzey yöneticisi Haydar Kutlu ve Nihat Sargın daha
önce de açıklandığı gibi uçaktan iner inmez gözaltına alınıyor ve
Ankara Siyasi Şube'nin Derin Araştırma Laboratuarı'na (DAL)
götürülüyorlardı. Türkiye 29 Kasım'daki genel seçime hazırlanırken,
düşünce özgürlüğünü hedefleyen ve uluslararası destek bulan bu
girişim, ülke yöneticilerinin hiç hoşuna gitmiyordu. Cumhurbaşkanı
Kenan Evren "ilgili yasalar enselerine yapışacaktır", "bunun
altında mutlaka kötü niyetler saklı, bunlar bir merkezden direktif
alarak Türkiye'ye gelmiştir" açıklamasını yapıyordu. Başbakan Özal
ise Cumhurbaşkanıyla aynı görüşte olduğunu belirtip Sargın ve
Kutlu'nun Türkiye'ye dönmelerini provokasyon olarak
niteliyordu.
Yurtdışında ise Uluslararası Af Örgütü ve Avrupa Parlamentosu
gözaltına alınmaları protesto ediyordu. Ve 16 Kasım 1987 günü
başlayan gözaltı süreci, 5 Aralık 1990'da iki liderin tutuklanıp
cezaevine konmasıyla sona eriyordu. İki yıl süren tutukluluk süreci
sona erdiğinde, düşünce özgürlüğünün önündeki en büyük engeller
olan 141, 142 ve 163. maddeleri kaldırılmış ve cezaevlerindeki
düşünce suçluları serbest bırakılmıştı. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi 1994 yılında ise, Kutlu ve Sargın'ın Türkiye aleyhine
açtığı davada Türkiye'yi mahkûm etti.
Türkiye'nin düşünce özgürlüğüne adım atmasında önemli
katkınız var. Önce bu süreci anlatır mısınız?
İshak Alaton biz cezaevinden çıktıktan sonra bana şunları
söylemişti: "Siz Türkiye'ye döneceğiz dediniz, biz inanmadık.
Dönmezler bunlar dedik. Hele 12 Eylül koşulları varken, ama
döndünüz. 141-142'yi kaldıracağız dediniz. Biz kalkmaz dedik,
kalktı." Biz Türkiye'ye gelirken daha geniş bir sol, sol birlik
için geldik. Aynı zamanda komünist adı ve programı üzerinde bir
yasak vardı, onu kırmak istiyorduk. Düşünce özgürlüğü önündeki
engellerin kaldırılması için on yıllarca mücadele verildi. Tek
başına biz kaldırmadık. Kaldırılması sürecini biz zorladık.
Soldan da tepkiler almıştınız o süreçte değil
mi?
Ne olacak dediler, 141-142 kalktı ama terörle mücadele yasası
getirildi. Oysa bu iki madde kalktığında Türkiye'de cezaevleri
boşalmıştı. Bizim sol kendi verdiği mücadeleye bile sahip çıkmıyor.
Oysa sol mücadele taş üstüne taş koyarak bir yere gelir. ªöyle
denseydi, 141-142'yi kaldırttık, bu güçle antiterör yasasını da
kaldırtacağız. Böyle bir söylem kendine güvenen insanların söylemi
olurdu. Bu anlamda solun psikolojisinin çok iyi bir rehabilitasyona
ihtiyacı var.
Size göre bu durum neden kaynaklanıyor?
Psikolojik rahatsızlıklarımız var bizim. Bu da çok anlaşılır bir
şey. Genellikle ezilen insanlar sola geliyor. 1960 sonrası kuşak
-68 kuşağı lafını doğru bulmuyorum- ile ondan sonraki 70 sonrası
kuşak birbirinden farklı. Biz 60 sonrası kuşak sanattan geldik,
büyük ölçüde. O nedenle de yumruklarımız o kadar da sıkılı değildi.
Ben her zaman söylüyorum Marx'ı tanımadan önce Camus ve Kafka'yı
okuyordum. Bu bize daha sonra da, şimdi de daha geniş bakabilme
yeteneğimi kazandırdı. 1970 kuşağına bakıyorum, çok az kitap
okurlardı, yalnız sıkılı yumruklar vardı. Öyle ki aşklarından söz
etmek günah gibi gelirdi, hatta kimi yerde belki yasaktı. Bu iki
kuşak arasındaki fark çok önemliydi. O dönemde TİP meclise giren
ilk sol partiydi. Orada da bizim günahımız var, gençlik
hastalığıyla, çocukluk hastalığıyla, parlamentarizmi eleştireceğiz
diye partinin de canına okuduk, Mehmet Ali Aybar "güleryüzlü
sosyalizm" dedi. Vay ne demek sosyalizm güleryüzlü olur mu diye
onun da saçını başını yolduk! Sonuçta da bu hale geldi. O yüzden
solun bugünkü hali şaşırtıcı ve beklenmedik değil.
Türkiye'de sol teoride mi bir sorun vardı
acaba?
Bizde solun teorisi hiç olmadı. Biz doktrini teori diye aldık.
Marksizm bir doktrindir, o anlamıyla tabiî ki evrensel ölçekleri,
değerleri, ilkeleri vardır. Ama teori bir hayatın bir hareketin
kendi pratiğinden çıkar. Bu evrensel değerler ve ölçekler üzerine o
pratiğin getirdiğini koyduğunuz zaman bu sol teori olur. Ya da
Marksist teori olur. Biz bunu yapmadık. Batı Avrupa koşullarında
çıkan Marksizmi teori olarak alıp, kendi topraklarımızda tutturmaya
çalıştık. Bu da bana göre kavruk bir fidan oldu. Hiç tutmadı
demiyorum ama kavruk bir fidan oldu. Oysa kendi topraklarımızda
sosyalist mücadelenin tohumları vardı. Mesela ªeyh Bedrettin var. O
zamanki dinsel Heretizm, Anadolu Felsefesi. Bu felsefe bütünüyle
materyalisttir. İbni Arabileri, Mevlana'yı da sayabiliriz bunlar
arasında. Dinden bahsettiler diye biz bütün bunları idealist
gördük. Oysa Avrupa'da felsefeye baktığımızda, Marks'a gelene kadar
dinden bahsetmeyen felsefeci yok. İşte kendi topraklarımızda
sosyalist düşüncenin tohumları varken, bunun üzerine Marksiszm
aşısı yapmak gerekiyorken, biz kesip attık. Anadolu düşüncesi nedir
bilmiyorduk zaten buna kafa da yormadık. O zaman da batıdan aktarma
getirdiğimiz, tercüme ettiğimiz metinler hiçbir şekilde yol
gösterici olmadı.
Sol, dinle de bir tartışma, karşıtlık ortamına girdi değil
mi?
İslamın başka, Hıristiyanlığın söylediği şeyler farklıydı. Biz
hepsini din diye bir kenara attığımızda anlamsızlaştı. Marx'ın
dinle ilgili iki sözü var. Biri tanesinde "din afyondur" der. Bir
diğerinde ise "Din, vicdanı olmayan doğanın, vicdanıdır" diyor.
Orada yerine oturtuyor dini, kaldırıp atmıyor. Türkiye İşçi
Partisi'nde 1960'ta bizim aramızda dindarlar, "aydın imam"
dediğimiz hocalar vardı. Solun bu tavrı olmasaydı, belki bugün
AKP'li gençlerin çoğu böyle bir sol partide olabilirdi.
Ak Parti'yi şans olarak gördüğünüzü yazmıştınız. Sizin gibi
sol kökenli bir insanın, muhafazakar bir partiye destek vermesi
çevrenizdekileri şaşırtmadı mı?
Benim AK Parti'ye, Avrupa Birliği ve gelişim sürecine destek
vermemin etkisi şöyle seyretti kendi çevremde. Önce bir şaşkınlık
oluştu. Ne oluyor, niye AKP deyip duruyor bu adam? Fakat şimdilerde
tersine döndü gördüğüm. "Evet AKP'ye farklı bakmak lazım" deniyor.
Ve bu konuyu öğrenme merakını görüyorum. O bağlamda da çok soru
geliyor bana.
Siz samimi buluyor musunuz AKP'yi?
Kesinlikle samimi buluyorum. Bir vatandaş olarak bakıyorum ve
ikircimsiz destek veriyorum. Vatandaş sözcüğünü bilerek seçtim.
Vatandaşlıkta sağ sol, dinli dinsiz ayrımı yok. Yatay bölen bir
kimlikten söz ediyorum. Böyle baktığımda örneğin AKP'nin Avrupa
Birliği'ne bizi götürmesi, bu süreçte Maestrich kriterlerini
uygulaması, çıkarılan uyum yasaları doğru mu? Doğru. Karşı
çıkanlara soruyorum: Ekonomide durum dünden daha mı iyi daha mı
kötü? Hiç kimse daha kötü diyemiyor. Peki yaptıkları neye karşı
çıkıyorsunuz diyorum. "Neye karşısınız" sorusuna cevap yok. O zaman
ben bir vatandaş olarak diyorum ki, yapılan işler hepimizin
çıkarına olan şeylerdir ve bunun desteklenmesi lazım. Birinci
nedenim bu. Tarihe farklı bakıyorum. AKP'nin yerine farklı
bakıyorum.
AKP nasıl bir parti?
Sol olmadığı açık. Peki sağ bir parti mi? Bugün bunu kolaylıkla
söyleyemiyoruz. Çünkü sağ parti dediğimiz zaman neyi anlamam lazım.
Düzen partisini anlamam lazım. İster sağın merkezinde olsun,
isterse ucunda düzen partisidir. Peki AKP bugün düzeni mi koruyor,
yoksa düzene mi karşı? Bunu AKP'nin söylemine bakmadan da
görebiliriz. Düne kadar düzeni savunanlar bugün AKP'ye karşıysa, o
zaman AKP düzen partisi değil. Tuhaf bir karşıtlık var yani tarih
bakımından, ironik bir şey hatta. Muhalefet partisi iktidar olmuş
durumda, onun karşısındaki parti CHP o aslında iktidar partisi ve
muhalefet yapıyor. Böyle bir tuhaflık var. Fakat tarihe
baktığımızda bu hiç de tuhaf değil. Eğer resmi tarih ezberiyle
bakmıyorsak, o ezberi bozarsak, şunu göreceğiz. Gerçekte düzen
karşıtı olan AKP'nin geldiği gelenektir. Yani İslami gelenek...
Düşünür İdris Küçükömer'in de vurguladığı bir ayrımdı bu
değil mi?
Evet, bunu da zaten belirtmiştim. İdris Küçükömer'in
tezi olduğu için yeni sayılmaz ama o tez eski ama eskimemiş bir tez
hala. Düzen partisi oluyor CHP. Hele değişim hedefi varsa
Türkiye'nin önünde, değişime kim karşı çıkıyor diye sorduğumuzda
yine CHP'yi görüyoruz. O zaman CHP'nin sosyal demokratlığı ya da
AKP'nin gericiliği gibi bir genel tanımdan bakmak bize hiç bir şeyi
göstermiyor. Tarihin böyle ters yansıması aslında bizde tarihin
düzü. Bizim tarihimizin de zaten böyle olması lazımdı, böyle de
oluyor. Çünkü düzenin adını doğru dürüst koymak lazım.
Antidemokratik demek bir şeyi anlatmaz. Bilimsel bir tarif değil
bu. Ben onu oligarşik bürokrasinin düzeni ve vesayet rejimi diye
tarif ediyorum ki bu vesayet rejimi kavramı da bana değil, sosyal
bilimcilere ait. Bu vesayet rejimine kimler karşı çıktı Türkiye
tarihi içinde: İslami kesimler, bir dönem de komünistler. İslami
muhalefet bir düzen muhalefeti olarak hep vardı. ªimdi şans olan
şey, Avrupa Birliği gibi bir hedefte ve kendisini yenilemiş olarak
karşımızda Ak Parti gibi bir partinin olması.
Avrupa Birliği konusunda AKP çok samimi Ancak AKP'ye
yönelik gizli gündem tartışması sürekli var?
Böyle bir imaj hem AKP'nin içinden kaynaklanıyor, hem de muhalefet
tarafından yapıştırıldı. Bir diğer faktör ise AKP'nin
kuşatılmışlıktan ötürü kendini tanımlamakta cesaretsizliğidir. AKP
kendini muhafazakâr demokrat parti diye tanımladı. Peki nasıl
oluyor hem değişim, hem muhafazakarlık? Ben AKP yöneticisi
olsaydım, "Çağdaş İslami Demokrat Parti" derdim. Böylece o
sıkışıklıktan da kurtulurdum. ªimdi bu muhafazakâr niteliğini
gösterebilmek için söylediği en fazla şey "aile kurumunu korumak".
Bununla bir siyasi çizgi açıklanamaz. O nedenle de ikide bir türban
sorunu gündeme geliyor, oysa İslami kimliğiyle pekâlâ ortaya
çıkabilirdi ama engeller var, korkular var. Yalnız bunu söylerken
hemen altını çizmeli, vurgulamalıyım: İslami parti demiyorum ben.
İslami motiflerde bir partidir AKP. Avrupalı söylüyor bunu, İslami
diyor ama ne biz, ne de AKP'nin kendisi söyleyebiliyor.
Gördüğümüzün adını koyamıyoruz ama gerçek bu.
Gizli gündeme dönersek, önce bu kadronun Refah Partisi'nden kopuş
sürecine bakmak gerekli. Niye koptular? Çağdaş bir söylem
tutturabilmek için. Çağdaş bir söylem aynı zamanda demokratik bir
söylemdir. Yoksa içi boş olur çağdaşlığın. Bu söylemi de hep dile
getirerek geldiler. AB meselesinde samimiler, kesinlikle
samimiler!
Nasıl varıyorsunuz bu sonuca?
Nedeni önce ekonomiktir. Çünkü Refah Partisi İslami kesimin
devletçi partisiydi. Hem kafa olarak devletçidir hem de devletten
beslenen ticari burjuvaziye dayanmıştır Refah Partisi. Fakat
Anadolu sermayesi ticari sermaye olmaktan çıktı, sanayi sermayesine
dönüş içinde. İşte KOBİ'leri vurgularken bunu kastediyorum. Ak
Parti esas olarak buraya dayanıyor. KOBİ'ler ise tamamen ekonomik
nedenlerle dışa açılma zorunluluğuyla karşı karşıya. Sermaye
açılacak dışarıya, peki nereye açılacak? İran'da falan ne var?
Hiçbir kar yok, kazanç yok, piyasa yok. Bunun için Avrupa'ya
açılacak. Bir defa bu temel yeter görmek için. Deniyor ki "AB
İslam'a evet diyecek, o yüzden bunlar da oraya yöneliyor". Yine
görüyoruz ki durum tam tersi: İslami olduğu için karşı çıkıyor AB.
Demek ki bu tür argümanları biz kendi kendimiz için üretiyoruz.
Kendimizi korkutmak için. Bunların gerçeklikle hiçbir ilgisi
yok.
'Demokrasi ve vatandaşlık ekseninde politika'
Kapatılan TKP'nin son genel sekreteri Haydar Kutlu ya da nüfus
kaydına göre Yaşar Nabi Yağcı, cezaevinden çıktıktan sonra bir süre
Meserret Restoran ve Kültür Evi'ni işletmişti. TKP ve TİP arşivini
toplama amacıyla kurulan Türkiye Sosyal Tarih Vakfı (TÜSTAV)
Başkanlığı'nı da yapan Yağcı, bu görevi politika arkadaşı Nihat
Sargın'a devretti. Bugün İzmir'in ilçesi Foça'da eşi Çiçek Hanım'la
birlikte yaşıyor, düşünüyor ve yazıyor. Referans gazetesinde
ekonomiye ve politikaya "demokrasi ve vatandaşlık çerçevesinden"
bakan yazılarıyla ilgi topluyor.
Haber: Jale Özgentürk
Kaynak: Referans Gazetesi