Komik ama mutsuz
Abone olNick Hornby'nin derdi ölümün travmasına bile kendi üslubunu giydirebilmek. ve hep eğlenceli olabilmek.
Nick Hornby'nin derdi insanın halleri! İntihar fikriyle,
depresif olmadan, hakkını vererek ve irrasyonalliğini göstererek
uğraşmak. Ölümün travmasına bile kendi üslubunu giydirebilmek. Ve
hep eğlenceli olabilmek. Hornby 'Düşerken'de bunu çok iyi
başarıyor
Hayatın dibindesiniz, çaresizlik almış yürümüş, köprüden önceki son
çıkışı bile kaçırmışsınız. Kafanızda hayatınıza yön (son?) verecek
tek çare kalmış, intihar. Karar veriyorsunuz, fiyakalı ve bir o
kadar da taammüden işlenecek bir 'intihar suçu' için plan
hazırlıyorsunuz. Yeni bir yılın ilk dakikalarında kendinizi şehrin
en ünlü binasının tepesinden aşağı bırakacaksınız. Yürüyorsunuz
binanın en uç noktasına.
Artık her şey tamam. Tam kendinizi soğuk havanın kollarına
bırakacakken bir de bakıyorsunuz ki yalnız değilsiniz! Tıpkı sizin
gibi, gidiş yolu farklı da olsa aynı sizin ulaştığınız sonuca
ulaşan birisi daha var orada! Ne düşünürdünüz? Kendi elinizle
yazdığınız kadere bile ortaklık eden birine nasıl davranırdınız?
Ya, değil bir kişi, tam üç ayrı 'çaresiz' size eşlik etmek üzere
aynı mekânı seçmişse... Ne yapardınız? Balinalar misali el ele
toplu intiharı seçmeyeceğinize göre geriye bir tek şey kalır...
Konuşmak, paylaşmak... Hem de merakı kabartma, yeniden hayata
bağlanma pahasına...
Muallakta kalmak
Sinematografik bir anlatım, merak uyandırıcı bir tempo ve hayata
dair ince ayrıntılar, diyaloglar, serbest düşünme atakları... Ama
en çok da ironi... Nick Hornby'nin tüm kitapları sanırım bu
tanımlamaya uygundur. Bir İngiliz olduğunu her satırında
hissettirdiği nüktesiyle Hornby, ilk kitabı Fever Pitch'ten beri
kaç gönül fethetti bilinmez.
Ama şurası kesin, o artık İngiliz edebiyatının olduğu kadar
dünya edebiyatının da önemli bir bileşeni. Bazıları onu fazla
hafif/'pop' bulsa da, o her seferinde farklı bir sefere çıkarıyor
bizi. Her ne kadar rol dağılımında İngiliz orta sınıfını hep
kayırsa da her seferinde başka hikâyeler anlatmayı başarıyor.
Sahici, samimi ve absürd...
Son kitabı Düşerken de aynı yolun yolcusu. Tek farkla; o
bildiğimiz sempatik romantik komedi tadı ve temposu baskın değil bu
sefer. Hatta tüm nüktesine inat her sayfaya eşlik eden 'muallakta
kalma' vurgusu daha fazla öne çıkıyor. Yukarıda tasvir etmeye
çalıştığım spektaküler açılışın vaat ettiği işte tam da bu.
İntiharın eşiğinde bile insan 'can yoldaşı' hatta 'yoldaşlarına'
rastlayabilir ve her şey o noktadan sonra bile geri dönebilir. Hiç
değilse dönebildiği kadar...
Aslında böyle bir konu, yazarı her an 'didaktize' edebilir. Bir
anda kendinizi tavsiyeler verirken bulabilirsiniz. İşte bu
tehlikenin sınırına pek yaklaşmıyor Hornby. Hayatın karmaşık
sandığımız örgüsüyle hem dalga geçiyor, hem de ciddiye alıyor.
Yüzünüze yerleştirmeye bayıldığı o 'yayık' tebessümü de unutmadan
(ki ona gülümseme dememek lazım; daha çok sırıtmaya benziyor)
harika bir ritimle, dört benzemezden kare as çıkarıyor. Birbiriyle
hiç kesişmezmiş gibi duran hayatları intihar olgusuyla birbirine
teyellemek ve buradan bir yaşama tutkusu çıkarmak... Hem de
'normal' hayatta birbirlerinin yüzüne bakmayacakken. Üstelik bunu
iyi edebiyata yedirmeyi başararak...
Az şey değil bu!
Böyle bir çaba bazılarına
naif görünüyor olabilir ama değil. Çünkü üstat, en çok alkışı tam
da bu işin nasıl kıvamında kotarılması gerektiğini iyi gösterdiği
için hak ediyor. Hem naiflik tuzağına düşmeden, hem de mizahla işin
ciddiyetine halel getirmeden kıvrak manevralarla alıyor sizi,
romanın sonuna götürüyor. Yine hızla, yine kestirmeden, yine bir
solukta.
Malum bazen hayatla bağınızın inceldiği anlar gelir. Ama
'düşerken' bile bir hayat tutamağı çıkacaktır karşınıza. O
tutamağın nerede ve kimin elinde olduğu önemli değil. Sonuçta kimse
yerli yerinde ve kıvamında bir hayat yaşamıyor. İnsan denen varlık
kusurlarıyla malûl. Ama bu durum tek başına hayatı yaşanmaz kılmaz
ki. Sonsuz mutlulukla intihar arasında gidip gelmek herkesin ortak
kaderi belki de. İntihara niyet edenler ülkesinin en imtiyazlı
vatandaşları bile iki çift lafla yeniden yaşama döndürülebilir.
Döndürebildiği kadar... Bir çatıya, daha çok da arafta sıkışmış
hayatlara iki içten lakırdı, saçma sapan bile olsalar, deva
olabilir. Olduğu kadar... Ve hikâye her zaman yeniden kurulabilir.
Kurulabildiği kadar... İşte kitabın temel derdi. Belki de bu
nedenle insana iyi geliyor.
Ürkütücü bir basitlik
Ama, açık konuşmak gerekirse tüm bunlar Düşerken'i, yine de en iyi
Hornby romanı yapmaya yetmiyor. Ölümüne Sadakat'in (High Fidelity)
çevirmeni Defne Orhun'un güzel tespitiyle bir 'temkinlilik hali'
söz konusu. Sanki pop değil has edebiyatçı olduğunu ispatlamak için
sınırlamış kalemini. Bir türlü gürül gürül çağlamıyor.
Konu Hornby edebiyatı olunca ister istemez başka bir tartışma da kendiliğinden güncelleniyor. Komik mi komik, okuması kolay mı kolay, eğlenceli mi eğlenceli bir kitap aynı zamanda yüksek edebiyat kriterlerine de uyabilir mi? 'Güldürürken düşündüren, düşündürürken güldüren' bir eser edebi derinlik de barındırabilir mi? Hem 'bestseller' hem de 'iyi edebiyat' olmanın mümkünü var mıdır? İlk kitabı Fever Pitch, ardından gelen Ölümüne Sadakat'den beri Nick Hornby, İngiliz edebiyat dünyasına bu soruları sordurup durdu.
Genelde olumsuzdu cevaplar -ki haksızdılar. Onu fazla popüler buluyorlardı. Gündelik dilin, gündelik düşünüş temposunun üslubu bire bir etkilediği bir edebiyatı bir türlü içine sindiremedi İngiliz edebiyat dünyası. Bu yüzden yıllarca onu sadece 'bestseller' kalmakla itham ettiler. Ürkütücü basitliğini, eğlendiren incelikli felsefesini fazla meydan okuyucu buluyorlardı muhtemelen. Oysa onun her kitabından bir 'film' çıkaranlar boşa yapmıyordu bunu (Misal, Düşerken'in haklarını daha yazılma aşamasında Johnny Depp kapmış). Çünkü Hornby görselliği adeta 'yazıya döküyordu'. Yaşayan, cıvıltılı, bir o kadar da sorunlu, memnuniyetsiz karakterlerini o kadar derinlemesine örüyordu ki, adeta canlanıyordu her bir figür.
Yolda görseniz selamlaşma hissi uyandıracak, hatta kendiliğinden
casting faaliyetine girişecek kadar (Bu sefer John Cusak ya da Hugh
Grant'a iş çıkmaz. Daha kirli birileri lazım.) İşte Düşerken'de de
bu 'gerçeklik' hissi hâkim. Misal, 'gerçekten çaresiz ev kadını'
olan Maureen'i kilosuna kadar çizebilmek mümkün. Sadece biraz fazla
ciddiler. Tek fark bu.
Üstada haksızlık etmeyelim, iyi edebiyat yapma kaygısı da belli
belirsiz zaten. Bazen çıkıyor, "İnsanın gençliği canı istediğinde
gidip ziyaret edebileceği bir yer değildir, geri dönülmez" diye
vecizeler sıkıştırıyor aralara. Bazen de intihar-günah ilişkisini
aşağıdaki paragrafta görüldüğü üzere enfes tiye alıyor.
"Günahların en büyüğü neden bu oluyormuş? Hayatınız boyunca size
ölünce harika bir yere gideceğinizi söylüyorlar. Oraya biraz daha
çabuk varmak için harekete geçtiğinizdeyse oraya gitme şansınızı
tümden kaybetmiş oluyorsunuz. Sıraya kaynamak gibi bir şey bu
aslında. Ama postanenin önünde kuyruk olmuş insanlar arasına
kaynayan, öne geçmek isteyen biri olduğunda kuyruktakiler pek ses
çıkarmıyor. Ya da bazen biri çıkıp, 'Kusura bakmayın, önce ben
geldim,' diyor. 'Sonsuza kadar cehennem ateşinde yanacaksın,'
demiyor kimse.
Bu biraz fazla kaçardı, öyle değil mi?"
Time dergisi muhabiri Zadie Smith, Hornby için "Avrupa'nın iyilik
elçisi" diyor. Haklı sanırım. Çünkü o en temel konuyla ilgileniyor.
İnsanın iyiliği, kötülüğü, sıkıntıları, mutlulukları... "İnsan
mutsuz ama komik, komik ama mutsuz olabilir. Biraz bunu göstermek
istedim" derken belli ki derdi aynı: İnsanın halleri! İntihar
fikriyle depresif olmadan, bir yandan hakkını verip, diğer yandan
da irrasyonelliğini göstererek uğraşmak. Ölümün travmasına bile
kendi üslubunu giydirebilmek. Ve her halükârda eğlenceli olabilmek.
Evet Hornby, Düşerken'de bunu çok iyi başarıyor.
Ama şunu söylemeden de geçemeyeceğim. Fever Pitch ve Ölümüne
Sadakat'den rahatlıkla otobiyografisini çıkarabilen biri olarak,
artık Hornby'nin bir ödül alması gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık
Düşerken'le Salman Rushdi'yle birlikte aday olduğu Whitbread
ödülünü kaçırmış. Keşke alsaydı. Çünkü asıl 'sere serpe' yazdığında
daha bir Hornby oluyor sanki.
DÜŞERKEN
Nick Hornby, Çeviren: Banu Tellioğlu Altuğ, Sel Yayıncılık, 2006,
312 sayfa, 15 YTL.