Zaman Saati Çaldığı An... ...Ve Allah Âdem’i yaratır. Bütün melekler emr-i ilâhîyle secdeye kapanır. İblis kibirlenir, secde etmez. Âdeme ve nesline düşman-ı hâin kesilir; huzûr-u ilâhîden kovulur, şeytan-ı lâin haline gelir. Derken büyük muharebe başlar. Yasak ağaçtan tadılan mevye, savaş sahasının değişmesine sebep olur. Gökler ötesi âlemlerde başlayan bu şeytan-insan mücadelesi nihayet yeryüzüne iner, orada devam eder. Karanlığın nûra açtığı kaderî savaştır bu. İnsanoğlundan aldananlar, şeytana kapılanlar olur. Peygamberler gelir hakkı tebliğ için, kitaplar iner semadan. Medeniyetleri deniyetler, idbârları ikbâller takip eder. Her nebinin dudağında bir ahirzaman fısıltısı kıpırdar.. fısıltısı mı kıpırdar, fırtınası mı kopar. Dehşetinden ümmetler korkar. Kum saatinde asırlar geçer, seneler biter ve nihayet başlar büyük fitneler, küfürler, şirkler, zinalar, binalar, savaşlar, fitneler, fesatlar. İkindi Peygamberi’nin (s.a.s) verdiği haberler gerçekleşir birer birer. Kendisini peygamber sanan Deccallar, Süfyanlar türer. Bir Kahtânî, bir Cahcah peyda olur. Asr-ı Saadet yılları kadar aşkın ve kısa süreli bir ışık tufanı yükselir ahirzaman diliminde. İsa’nın alnında, Mehdi’nin çehresinde. Peygamber Arkadaşlarına mukabil Peygamber Kardeşleri doğar gurbet mağaralarından ve hicret diyarlarına göç ederler. Nebi mesajı güneşin doğup battığı her yere ulaşır. Derken o ışıklar da söner gider birer birer. Harikuladelikler çağıdır. Cansızlar bile konuşmaya başlar. Zaman hızlanır, mekân daralır. İnsanlar camileri doldurur, içlerinde (hakiki) tek mü’min yoktur. Ümmet yüzlerce büyük günahla perişandır. İslâm toplumunda küfür ve şirk virüsünü kapmayan tek hücre kalmamıştır. Azıcık dünya mukabilinde dinini satanlar zuhur eder. Lat ve Uzza’ya yeniden tapılmaya başlanır. Sefiller sultan olur. Emanet zayi edilir. İş, ehli olmayana verilir. Elbise değiştirir gibi din değiştirilir. İlim, küçüklerin eline düşer. Fırat nehrinin altından dağ gibi bir hazine çıkar. Ye’cüc ve Me’cüc hurûç eder. Sedd-i Zülkarneyn harâp olur. Büyük bir ateş yükselir Hicâz’dan. Kızıl rüzgarlar, kanlı kasırgalar. Zelzeleler. Kıtâller (herc). Suret değiştirmeler (mesh). Yere batmalar (hasf). Gökten yağan taşlar (kazf). Dünya, cehenneme dönmüştür. Şefkat tokatlarını ikaz tokatları, onu da zecr tokatları takip etmiştir. Şok üstüne şoklar yaşanır. Ancak hiçbir sadme, mü’mini uyandıramaz. Bir kuşluk vaktidir, Dabbetü’l-Arz zuhûr eder ansızın. Bu sırada kum saatinde tek kum tanesi kalmıştır, zaman saatinin çalması ân meselesidir. Bir meltem eser önce Şam’dan, Yemen’den, ötelerden. Zerre kadar imanı olan herkesin ruhunu kabzeder gider. Geriye sadece kâfir, şerir kimseler kalır. Küre-i arz kafasının aklı mesabesinde olan Kur’ân bütünüyle çekip gitmiştir. Akılsız kalan yeryüzü, izn-i ilâhîyle başını bir seyyareye çarpar ve dünya, tersine dönmeye başlar. Tam o esnada kum saatindeki tek kum tanesi de düşer ve kıyamet saati çalmaya başlar. Bir cuma günüdür bu, dünya hayatının en son cuması. Ve güneş batıdan doğar. Herkes mü’mindir artık, ancak iş işten geçmiştir; tevbe kapısı kapanmış, kalbler mühürlenmiş ve yazıcı melekler kalemlerini kırmıştır. Yeryüzünde Allah Allah diyen tek kişinin kalmadığı işte o vakit meçhuller, malum olur.. ve kıyamet kopar!!! İman hayattır, vücûdîdir; küfür ölümdür, ademîdir. Bütünüyle imanını kaybetmiş bir insanlık artık topyekün ölümü hak etmiştir. Kıyamet böyle küllî bir ölümün adıdır, hem ölümün, hem dirilişin. Kıyamet vaktine, saat de denilmiş, zaman saati. Dünyanın bitiş, ahiretin başlangıç vaktini bildirir. Bu büyük hâdiseler, Sultan-ı Mutlak’ın emirber me’muru İsrafil’in komutuyla başlar ve biter. Sûr’a (boynuzvâri bir boruya) üç defa üfler. Üflemeler arasında kırk … vardır. Kırk ne? Meçhul gizem. Bu üç ses, üç devredir; korku, ölüm ve diriliş devreleri. İlkine Nefha-i Fezâ’ (korkutan üfleme) denmiş: “Gün gelecek Sûr’a üflenecek, Allah’ın diledikleri dışında herkes müthiş bir korkuya kapılacak…”(Neml, 17/87). İkincisine Nefha-i Sa’k (öldüren üfleme) denilmiş: “Sûr’a üflenir, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp cansız yere düşer, tâbi Allah’ın diledikleri hariç.”(Zümer, 39/68). Üçüncüsüne ise Nefha-i Kıyâm (diriliş üflemesi) adı verilmiş: “Sûr’a bir daha üflenir: bir de bakarsın bütün insanlar, kabirlerinden ayağa kalkmış, etrafa bakınıp duruyorlar.”(Zümer, 39/68). Sûr’a üflendi, kalk borusu çaldı.. işte bak kabirlerinden kalkıp, Rablerinin huzurunda duruşmaya koşuyorlar. Eyvah bize! Kim kaldırdı bizi yatağımızdan? diyorlar. İşte Rahmânın va’di buydu! Resûller doğru söylerler. Bütün olay, bir çağrıdan ibaret! İşte hepsi büyük duruşma için toplanmışlardır. Artık bugün hiç kimseye zulmedilmez, size hakkınızdan başka bir karşılık da verilmez.” (Yâsîn, 36/51-54). 1. SAHNE: ELVEDA DÜNYA İsrafil’in Sûr’a ilk iki üflemesi: Kıyamet vakti deyince hayalde beliren genel sahneler… Önce yürekleri yırtan bir sayha kopar! Mukarreb melekler dahil, sema, arz, rüzgar, dağ ve deniz her şey dehşete düşer. Ve ardından: Kur’ân’ın kuvve-i câzibiyyesinden mahrum kalan arz ü şems ve arş ü ferş birbirine girer. Derken imâmesi kopan uzay sistemi, tespih taneleri gibi saçılan Samanyolu, çil çil dağılan galaksiler, yörüngesinden fırlayan gezegenler, birbiriyle çarpışan seyyareler, parça parça aylar, külçe külçe dünyalar... Güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür ve dağlar yürütülür. Okyanuslar bir kazan gibi kaynatılır. Kazıklarının sökülmesiyle bir çekirdek gibi çatlayan yeryüzü.. ve derken her şeyi yerle bir eden ıslık ıslık kasırgalar, dağları söküp fırlatan tufanlar, karaları yutan deniz dalgaları, dört bir yandan fışkıran lavlar, cehennem gibi kaynayan magmalar, her yeri saran alev alev yangınlar, yeryüzünü yeraltına katıp karıştıran depremler.. karalara çakılan vapurlar, uçaklar, havalarda uçuşan trenler, arabalar, denizlerde boğulan dağlar, Lut gölüne dönen Everestler-Ağrılar, ekvatorlaşan kutuplar, volkanlarla boğuşan dev buzullar, okyanuslara gömülen adalar, birbirine giren kıt’alar, Asyalar, Avrupalar, Afrikalar, Amerikalar... Ve bütün bunlarla birlikte: gümbür gümbür yıkılan binalar, tuz buz olan apartmanlar, saraylar, abideler, çöken tapınaklar, kiliseler, havralar, camiler, devrilen minareler, dağılan kubbeler, ufalanan fabrikalar, yerleri delen gökdelenler, caddeleri kaplayan enkazlar, enkazlar altında kalan canlar, şak şak yarılan yollar, ekinler gibi yatan ormanlar, bir anda silinip giden tarihî umranlar; köyler, kentler ve devletler... Evet evet insanlar, çığlık çığlık insanlar, feryat feryat hayvanlar ve avaz avaz bütün canlılar.. çocuğunu düşüren anneler, annesinin delirişini gören bebeler, bir anda saçları ağaran yavrular.. gözler fal taşı gibi açık, akıllar donmuş, ruhlarda korkunç bir telaş, zihinler karmakarışık.. bütün düşünceler, mazinin haber verdiği şu ânın çıkmazında ve hatırlamalar, feveranlar, hezeyanlar, heyecanlar, helecanlar, hafakanlar, şaşkına dönenler, çırpınanlar, çıldıranlar, dövünenler, debelenenler, elini-kolunu ısıranlar, gözlerini kapayanlar, kulaklarını tıkayanlar, bir köşede yırtınırcasına böğürenler, âh u figan edenler, bağıranlar, nutku tutulup bağıramayanlar, dilini yutanlar, karnını tutanlar, ödü kopanlar, yerinde bayılıp kalanlar, sağa sola kaçışanlar, bir yarıktan uçuruma yuvarlananlar, gökdelenlerle birlikte yere çakılanlar, azgın dalgalar altında boğulanlar, kızgın lavların arasında yananlar, arabasının yahut evinin içinde ezilenler ya da iş yerlerinde pestile dönenler, parçalanan cesetler, cesetsiz ruhlar, havalarda uçuşan eller, kollar, kafalar ve kanlı organlar.. kırılan hayaller, yıkılan ümitler, sararıp solan yüzler, bembeyaz kesilen benizler, akıl-cinnet arası gel-gitler.. ve hepsinden öte yalnız kendi derdine düşmüş insanlar ve cinler… Evet evet hepsi, nihayet hepsi bütünüyle ölüp giderler ve cansız birer yığın halinde yere serilirler.. yere mi, uzaya mı? Nefha-i sa’k, öldürür her canlıyı, her cansızı. Ayaktakiler yıkılır, yıkılanlar toz-duman olur. Her bir şey, her şeyin içinde; her şey her bir şeyin. Ad, Semud, Sodom-Gomore’nin helak olmuş halleri ne ki! Şimdi bütün insanlar, hayvanlar ve bitkiler.. tüm dağlar, çöller ve denizler.. ötesinde dünyalar, aylar ve yıldızlar.. yani her şey can vermiştir. Şaşırmak, korkmak, ürpermek, titremek, bayılmak ve ölmek. İşte saniyelere sığıştırılan upuzun bir süreç, ölüm süreci. Görünen-görünmeyen bütün âlemler ve o âlemlerdekiler hem şâhittirler, hem de meşhûd. Bütün varlık mezaristana dönmüştür, bütün varlık tabuta. Ölen de kendisidir, gömüldüğü yer de kendisi. Kim nedir, ne kimdir? Nasıllar, niçinler biter. Çünkü Azrail’i gören gözden perde kalkar; ve bir saniye önce şiddet-i zuhûrundan göremediği hakikatı, âyân-beyân müşahede eder. Dağılan bedeniyle, bedenindeki gözüyle değil; ruhuyla, yani kendisiyle. Muhteşem kâinat, muhteşem bir enkazdır artık… Böyle bin dekorlu bir yok oluş sahnesi canlanıyor, bir bitiş, bir tükeniş tablosu beliriyor insanın tahayyül dairesinde önce. Sonra git gide belirginleşiyor tasavvur perdesinde. İşte bu, insanoğlunun bütün bir tarihten miras aldığı köklü inanç: Kıyamet Saati! Nebilerin sözlerinden, velilerin gözlerinden. Şimdi Göğün yerlilere verdiği haber gerçek olmuş, te’vîl-i rüya vuku’ bulmuştur. Bütün beşeriyetin müşterek yâdına çarpan bir hak söz vardır. Topyekün mazinin “olması yakındır” dediği o cihanşümûl gerçek artık varlık sahnesine düşmüştür. Nihayet kıyamet saati ‘donk!' etmiş ve olan olmuştur. Demek Gök, doğru söylemiş. Heyhat ki süre bitmiştir. İman kapısına kilit vurulmuş, teklif semaya çekilmiştir. Derken bir devran böylece kapanmış, ve dünya “Hey gidi günler!"e karışmıştır. 2. SAHNE: MERHABA UKB İsrafil’in Sûr’a üçüncü üflemesi ve mahşer mahkemesi: İsrafil Sûr’a üçüncü defa üfleyince: yeryüzü, bir başka yeryüzüne, gökler de bir başka göklere tebeddül eder.. burada yeni bir âlemin eşiğine ayak basılır. Çağrı gelir gelmez Arş’tan, kabirler yarılır, içindekiler dirilirler. Ruhlar, kendi acbü’z-zenebinden yaratılan cesetlerini giyerler. Zarflar mazrufuna girer. Kimsenin bir işareti yoktur üzerinde. Herkes üryandır, sünnetsizdir. Ayağa kalkmış vaziyette insanlar, etrafına bakınır dururlar ve: “Ne oluyor, ne oluyor?” diye sorarlar. Sonra Allah’a hamd eder ve huzûr-u ilâhîde toplanmak için koşmaya başlarlar. Bu esnada, “ne de az kaldıklarını düşünürler dünyada". Sütbeyaz bir zemindir mahşer meydanı ve dümdüz. Her tarafı Rabbin nuru aydınlatır ışık ışık. Gözler yerdedir, başlar eğik. Herkes mahcuptur, herkes muhtaç, herkes mefluç. Toprak ana, gayri evlatlarına bakamaz hale gelmiştir. Aksine bütün sırlarını ifşa eder bir bir. Hesabı-kitabı tutulan dünya hayatının muhasebesi yapılır. Mahkemesi kurulur bütün davaların. Artık herkes yaratıldığı gayeye ulaşmıştır. İrade, mes’uliyetini tamamen yüklenir. Kaçmak ihtimali yoktur. Mazeret kabul edilmez. Her şey ne ise o olarak meydandadır. Maskeler düşer. Perdeler, elbiseler, etiketler, unvanlar ve şanlar kaybolur. Ve sûretler, sîretlerin aynısı olur. Cennet ve Cehennemi vücuda getirecek malzeme toplanır. İman ve amel-i salihler, cenneti; küfür ve günahlar da cehennemi meydana getirir. İman ve amel-i salihler, Allah'ın emrine uymuş ‘olmak’tır ve âlem-i hakikatte bir cevheri olduğu için vücûdîdir; dolayısıyla Cennet vücûdîdir. Küfür ve günahlar ise Allah'ın emrine uymuş ‘olmamak’tır ve âlem-i hakikatte bir cevheri olmadığı için ademîdir; bu sebeple Cehennem de ademîdir. Artık şirke paydos! Bütün tanrılar ölmüştür, bir Allah vardır. Tağutlara hesap sorulur. Zalimlerden, şeddatlardan intikam alınır. Tam tekmil tutulan hayat defterleri, sahiplerine verilir, kimine sağdan, kimine soldan, kimine de arkadan. İstisnanın olmadığı bir âlemdir burası. Harf harf, nefes nefes sigaya çekilir insanlar ve cinler. Sonra bakılır: Bir kalbte cennetin anahtarı “iman” yoksa, hemen derdest edilir kalıbıyla birlikte ve atılır sorgusuz-sualsiz cehenneme. Cennetin anahtarı var mı bir kişide? Var! Peki orada oturabileceği bir saray inşa etmiş midir kendisine, iyi amellerden? Etmişse ne âlâ, ne rânâ. Hali pek yaman aksi takdirde. Meğer ki rahmet-i ilâhî galeyana gele ve imdadına yetişe. Ne mal fayda verir, ne evlat, ne şu, ne bu. Hızır bile yetişemez “Eyne’l-Meferr? Yok mu kaçıp sığınılacak bir yer, yok mu?” çağrılarına. Herkes birbirinden kaçar. Alacaklılar, verecekliler. Kul hakları, Allah’ın hakları. Herkesin ateşi kendini yakar. Yalnız bir Nebi (s.a.s) var; herkes kendi derdinde, O herkesin derdinde. Kaldı ki O bile şu üç yerde, “amellerin tartıldığı, defterlerin dağıtıldığı ve Sırat’ın geçildiği yerlerde”, evet o bile “nefsî ya Rabbî, nefsî!” demekte. İş çetin, çok çetindir bu üç yerde. Hatta bir vakit darda kalır bütün nebiler de, ancak kurtulabilirler ümmet-i Muhammed’in şefaatiyle… Güneş iki mızrak boyu yaklaşır. Kafirler derekelerine, mü’minler de derecelerine göre tere boğulurlar; bazısı dizlerine, bazısı kulaklarına kadar. Allah’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı o günde, sadece yedi sınıf insan zıllullahın altında gölgelenirler: âdil devlet başkanı, Allaha ibadet ederek yetişen genç, gönlü mescidlere bağlı olan kimse, Allah için seven-sevişen, o sevgiyle birleşip o sevgiyle ayrılan iki dost, mevki sahibi güzel bir kadın tarafından harama davet edilip de kadın kendisini ona arzettiğinde “Ben Allah’tan korkarım!” diyerek haram işlemeyen kimse, sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde gizlice sadaka veren kişi ve yalnız kaldığı vakitlerde gizli gizli Allah’ı zikredip gözyaşı döken kimse. Evliyaullaha korku yoktur o gün, hüzün yoktur. Hepsi nurdan minberler üzerinde necatı ve saadeti zevketmektedir. Onların dışında bütün insanlar ve cinler, lâl kesilmişlerdir. Ancak nebiler “Allahümme sellim, sellim!” derler. Zaman, ana-baba günüdür; mekan, can pazarı. Sıcaktan bunalan, susuzluktan kırılan her ümmet, kendi peygamberinin havzına koşar. En Büyük Peygamber (s.a.s), en büyük havz-ı kevserin de sahibidir: genişliği Eyle’den Aden’e (veya Amman’a) kadar uzanan. Ne acıdır ki develer gibi kovulanlar da olur bu arada, havz-ı Nebi’nin başından. İnsanlar, şefaat için peygamberlere koşarlar; Âdem’e, Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya. Hepsi, dua haklarını dünyada kullandıklarını belirtir ve “Rabbim bugün çok gazaplıdır, daha önce böylesine hiç gazaplanmamıştı, bundan sonra da böylesine hiç gazaplanmayacak” derler; sonra da kendi derdinde olarak “nefsî, nefsî” diye inlerler. İnsanlar en son Peygamberler Peygamberi Seyyidü’l-Beşer’e (s.a.s) müracaat ederler. Şefaat hakkını bugüne saklamıştır O. Makam-ı Mahmudun ve Livâ-i Hamdin Sahibi o Zât, kalkar Arş-ı Azam’ın altına gider ve secdeye kapanır. Allah daha önce hiç kimse için açmadığı en yüce medh ü senaları O’nun için açar. O da bunlarla medh-ü sena eder Mâlik-i Yevmiddin’i. Kendisine şefaat-i uzma verilir; O da (s.a.s) ümmetinden şirk koşmamışlara, ehl-i kebâire şefaat eder. Ve tabiî ki başka şefaatçiler de O’nun gölgesinde aynı mazhariyete ererler. Nihayet Rahmân’ın sonsuz rahmetiyle ğufrana boğulur daha nice mücrimler, nice müflisler… Burası mahşer mahkemesidir, haksızlık yapılmaz zerre kadar. Ahkemu’l-Hâkimîn, mü’minlere rahmetiyle muamele eder, kâfirlere ise adaletiyle. Bütün şefaatlere ve rahmetlere rağmen kurtulamayanlara bir ses gelir: “Siz şöyle bir tarafa ayrılın ey günahkârlar!” En son ve en büyük karşılaşma günüdür bugün. Ardından cihetsiz, her yönlü, izzet ve azamet yüklü bir nida daha duyulur: “Limeni’l-mülkü’l-yevm? Bugün mülk ve hakimiyet kimin? (Kimmiş mülkün hakiki sahibi, gördünüz mü şimdi?) Lillâhi’l-Vâhidi’l-Kahhâr! Mutlak galip, tek hâkim olan Allah’ın!..” (¼âfir, 40/16) İnsanlar ve cinler iki ana guruptur. Her ikisinin de sağcıları ve solcuları vardır. Sağcılar, yani cennetlikler de bölük bölük: Nebiler, sıddîkler, şehitler, salihler… Bazıları sorgusuz sualsiz derhal, bazıları uçarak, bazıları yürüyerek, bazıları binekle, bazıları da yüzüstü sürünerek.. ve tabiî Sırat’ta takılıp kalanlar.. evet onlar da ateşte temizlendikten sonra yetişecek olanlar kervana, cennete giden kervanlara... Solcular, yani cehennemlikler de kısım kısım: Kimileri sorgusuz sualsiz anında, kimileri odun kütüğü gibi yaka-paça, kimileri elinde kelepçe, ayağında pranga derdest edilir, kimileri nasiyelerinden sürüm sürüm çekilir, kimileri herkesin önünde rezil rüsvay edilir, kimileriyse alevlerin kollarında ateşe sürülür.. ve yüzlerine nazar-ı ilâhînin hiç teveccüh etmediği bazıları... En son kalbinde zerre kadar imanı olan son kişi de cezasını çekip cennete erişince, Arş'tan nihaî karar gelir. Ölüm bir koç suretinde getirilir ve herkesin gözü önünde kesilir. Cennet ve Cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere mühürlenir ve içindekiler sonsuz bir hayatta yaşar giderler; ya ebedî saadet veya sermedî şekavet içinde. Ama herkesin (cennetliklerin de, cehennemliklerin de) dudağında aynı kelime: Keşke! Ah keşke!!! SEMANIN YERLİLERE SON MESAJINDAN BİR KİTABE:“Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Çünkü kıyamet saatinin depremi çok korkunç bir şeydir.” (Hac, 221/1). Evet kıyamet, bizim zihinlerimizde bir yıkılıştır, bir dağılıştır; tıpkı korkunç bir deprem gibi, her şeyi yerle bir eden tufan gibi. Hem arzî, hem de semâvî çok yönlü bir âfettir o. Tabiî ilk etapta hayale gelen görüntüler bunlar. Fakat aslında bir kuruluştur o, kusursuz bir kuruluşun ilk merhalesi. Yani fani dünya malzemelerinden, baki bir âlem inşa etmek. Su bulanmadan durulmaz. Hamur yoğrulmadan ekmek olmaz. Dünyada birbirine karışık vaziyette bulunan hayır ve şer, hayırlılar ve şerliler de kıyametle tam hallaç olur ve sonra yeniden haşirle tamamen birbirlerinden ayrılırlar. Olaya bu aslî yönüyle bakmak gerek. Ne muhteşem, ne mükemmel bir icraat! Zaten kıyamet kelime olarak; yeniden dirilme, ayağa kalkma, kurulma, bina edilme demek. Zaman saatinin çaldığı o vakit ortalığın öyle aniden birbirine karışması ise malzemeleri ayırt etmek için. Bir kimyevî maddeyi elde etmek yolunda, materyalin bütününü kaynatmak gibi. Sapı-samanı buğdaydan ayırmak için harman etmek yani. Taneler ambara. Samanlar yanmaya. Ölüm bir yokluk (!). Öyle zannediyor inançsızlar ve korkuyorlar. Oysa ölüm kadar yeniden diriliş de sabit bir gerçek. Eşyanın perde önüne ‘inançsız’ bir bakış açısıyla bakınca çok şey gibi kıyamet saati de korkunç. Bilinmeyene karşı duyulan dehşet gibi. Fakat varlığa ‘iman’ adesesinden nazar edince ise kıyamet sahneleri de bir başka harika, bütün hâdiseler kadar harika. Mânâsı derin, geniş, yüksek ve büyük bir kaza-yı ilâhîdir o. Vallahi Billahi Tallahi: İnsanoğlunun ebede uzanan hayatında sadece bir defa yaşayacağı en muhteşem ve en hayretengiz manzaralar olacak kıyamet sahneleri... Evet iman bir cennet; dünyada da, ukbada da. Küfürse malum... Şimdi semanın yerlilere son mesajından bir kitabe, bir hitabe ile tefekküre ve muhasebeye çekilme zamanı: “İkterabe linnâsi hısâbühüm ve hüm fî gafletin mu’ridûn. İnsanların hesaba çekilecekleri vakit çok yaklaştı; ama onlar hâlâ koyu bir gaflet içinde haktan yüz çevirmekteler.” (Enbiya, 21/1). Keşke ötede hiç “keşke” demeyeceklerden olabilseydik... (Yeni Ümit Dergisi) HAZIRLAYAN: Mehmet AKSEL