Bismillahirrahmanirrahim
Bizim Berber Adil anlatıyor!
Küçük bir köpek yavrusu almış koymuş
köye!
Hafta sonları gittiğinde de yavruyu
gezdiriyormuş!
Geçen hafta köpek yavrusu yanında
olduğu halde köyün kahvehanesine girip lafa dalınca köpeği
boğdurmuş.
Üzgün oturuyordu!
-Köpek boğdurmak ne demek, öldü mü
köpek, diye sordum!
-Yok ne ölmesi, yukarı mahalleden bir
köpek sadece biraz hırpalamış, yüzünü dişlemiş, dedi.
-E iyi işte neden bu kadar üzülüyorsun
mübarek, köpeğin yaşıyor ya!
Üzgün üzgün yüzüme bakıp “Ürktü.”
dedi!
-Ürktü mü? E normal, yavrucağa
saldırmışlar.
-Hah! İşte ben de onu diyorum,
saldırıya uğradığı için ürktü. Bundan sonra korkak olma ihtimali
yüksek olur küçükken ürken köpeklerin, dedi ve eline usturasını
alıp tıraş hazırlıklarına başladı!
Öylece bakakaldım!
Demek köpek yavruları küçükken
saldırıya uğrar ya da ağır bir depresyon hâli
oluşturacak bir işin içine girerse ürküyor ve bu durum hayatları
boyunca devam ediyordu!
-O zaman çocuklar için de aynı şey
geçerli diyebilir miyiz? diye sormuş bulundum.
“Sakın haaa!” diye yerinden
zıpladı!
Beş yaşına kadar bir çocuğa bağırmak
bile Berber Adil’e göre cinayetle eş değer ağır bir
ebeveyn kusuruydu!
Tıraş bitene kadar tek kelime
etmedim!
Acaba çocuklara yapılması kusur
sayılan şey toplumların başına gelirse ne olurdu?
Öyle ya!
Tanzimattan bu yana aydınlarımız
“Evropa evropa!” deyip durmuş, “Bizden adam olmaz!” lafzını
beyinlerimize nakış gibi işlemişti.
Laf dönüp dolaşıp aynı yere
geliyor!
İnsana ne dersen o olur!
İnsana diyeceğimizi nasıl
diyeceğiz Hoca?
İşte filmcilerin arasında kopan
kavganın nedeni de bu?
Çünkü sinema hâlâ en etkili “bir şey
söyleme”, “hikâye” anlatma sanatı.
Şiir öldü!
Tabutuna son çiviyi kadim dostum Safa
Karataş çaktı.
Roman desen sürünüyor!
Müzik hâlâ etkili -aslında şiir
müziğin içinde yaşıyor- ama “Hani
bekleyecektin?”, “Ağlamak yok yüreğim!”,
“Simitçi, kahveci, gazozcu!” filan kafasında!
Tiyatro desen, böğrümde bir
ağrı!
Geçen gün bizim oğlanla alışveriş
merkezinde dolaşıyoruz. Birisi geldi elimize broşür tutuşturdu! “Bu
ne?” diye sorduk!
-Birazdan çocuk tiyatrosu başlayacak!
Oğlunuzla izleyin çok güzel bir oyun, dedi.
Gaza geldik, hatırı sayılır bir bilet
parası karşılığında koridorda -çünkü bütün koltuklar doluydu-bizim
için özel ayarlanmış koltuklarımıza oturduk.
Salon hınca hınç çoluk çocuk dolu!
Ben ki tiyatro festivallerinin aranan
adamı, kırmızı halıların Kemal Hocası, dört buçuk yaşındaki bizim
veletle bir tiyatro anımız olacak, salondaki herkesten daha
heyecanlıyım!
“Anneni seviyorsan alkışla,
babanı seviyorsan alkışla!” oyun başlamadan önce çalan
şarkıya en çok eşlik eden benim!
Öyle bir alkışlıyorum ki herkes bana
bakıyor, “Bu nasıl bir ana baba sevgisi!” diye.
Oyun başlıyor!
Şimdi akıllının biri oturmuş,
çocukların izlediği çok bilinen çizgi filmlerden birisini takribi
yarım saat uğraşarak tiyatroya uyarlamış, sokaktan geçen üç beş
tane genci çevirip “Gel bizim oyunda oyna.” diye kandırıp sahneye
çıkarmış.
Olay bu!
Oyunculardan birisinin suratını
kırmızıya boyamışlar.
Kendisi oyundaki kötü adamımız!
Ama nasıl bir içten nasıl bir
yaşayarak oynamak! Kötü adamı oynamaktan anladığı şey de
bağırmak!
Eleman bir bağırıyor! Salondaki bebe
şebe yerinden zıplıyor!
En öndeki bir kız çocuğu dayanamadı
başladı bağırarak ağlamaya!
Anası aldı götürdü!
Sonra baktık oyuna yeşil suratlı başka
bir meczup dahil oldu!
Bu da insan beynindeki endişeyi temsil
ediyormuş!
En iyi oyunu kırmızı suratla yeşil
meczup çıkardı! Ellerinden geleni yaptılar “Çocuklar altına
işesin!” diye.
Nasıl bir kafaysa oyundaki iyi
karakter “Uzun ince bir yoldayım!” türküsünü söyledi acıklı
acıklı!
Ellerimle yüzümü kapattım!
Neyse laf uzamasın!
Oyundan sonra bizim velet “Beni bir
daha buraya getirme!” diye bildiğiniz emir verdi.
Olur, dedik. Kös kös evin yolunu
tuttuk.
Son Söz:
“Kendilerine resul gönderdiğimiz
insanlara, resullerinin çağrısına uyup ona göre amel edip
etmedikleri hakkında elbette hesap soracağız. Gönderilen o elçilere
de tebliğ edip etmediklerini soracağız.” (Araf, 7/6)